19 Kasım 2012 Pazartesi

Kalbur saman icinde demokrasi tarihimiz.. Abdullah Muradoğlu


1940'ların ortalarından 1980'lere kadar CHP'nin en alt örgütlerinden en üst kademelerine kadar yükselerek CHP'nin hafızası ve kara kutusu unvanına hak kazanan Basın Konseyi Başkanı Orhan Birgit 'Kalbur saman içinde' başlıklı anılarını da yayınladı. Birgit 12 Mart 1971 öncesinde CHP içindeki 'askerci kanat'ın faaliyetlerine ışık tutuyor.
Demokrasi tarihimizin önemli olaylarının göbeğinde yer alan Orhan Birgit anılarında CHP, darbeler, iş dünyası, medya ve aydınlar arasındaki ilişkilere dair çarpıcı anekdotlara yer veriyor. Birgit, AK Parti'nin ilk iktidarı döneminde Kara Kuvvetleri Komutanı Org. Aytaç Yalman ile karargah odasında yaptığı özel görüşmeye de yer veriyor.
Basın Konseyi Başkanı Orhan Birgit'i tanıyorsunuz.
1940'lı yıllardan 12 Eylül 1980'e kadar CHP'nin en alt örgütünden başlayarak en üst kademelerine yükselmiş eski bir politikacı, eylemci ve gazetecidir.
1965'ten itibaren, CHP Genel Sekreteri Bülent Ecevit ile birikte CHP içindeki 'Ortanın Solu' hareketinin etkin isimlerindendir.
CHP-MSP Koalisyonu'nda hem Turizm ve Tanıtma Bakanı, hem de 'Hükümet Sözcüsü' olarak görev yaptı.
Birgit, CHP'nin tarihi hafızası, hatta deyim yerindeyse Kara Kutusu. Daha önce, 'Evvel zaman içinde' başlıklı anılarıyla ilgili birşeyler karalamıştım hatırlarsanız. Birgit, anılarının ikinci ve son kısmını 'Kalbur saman içinde' başlığıyla yayınladı.
Açıkçası, Birgit'in ikinci kitabını önceki kitabına kıyasla çok kısa tutulmuş, hem çok hızlı geçilmiş ve hem de ziyadesiyle yoğunlaştırılmış buldum.
CHP'NİN ASKERCİ KANADI
Orhan Birgit'in anılarında 12 Mart öncesinde CHP içindeki 'askerci kanat' hakkında verdiği bilgiler kitabın en dikkat çekici bölümleri. İşin tuhafı, bu askerci kanadın büyük çoğunluğu siviller.
CHP'nin askerci kanadı, 1969 yılında, '27 Mayıs' darbesiyle Cumhurbaşkanlığından indirilerek mahkum edilmiş bulunan Celal Bayar ve arkadaşları hakkındaki siyaset yasağının önlemeye çalışmışlardı.
Orhan Birgit anılarında bu gelişmeleri şöyle anlatıyor:
'Kendilerini 27 Mayıs devriminin bekçileri olarak tanımlayan askerci bir kesim eski cumhurbaşkanına haklarının verilmesini, 'kuyudan adam çıkartmak' olarak tanımlıyor ve kışlasına dönmesi için zemin yaratılan TSK'nın yeniden başkaldıracağı söylentisi yaymakla yetinmeyerek, orduyu da kışkırtıyorlardı. CHP'nin askerci kanadı da bu çabaların içindeydi. Bereket ismet Paşa eski arkadaşının yanında yer almış, Bayar'ın haklarına kavuşması için adeta bayrak açmıştı. Bülent Bey ve bizler, tam bir gözükaralık içinde Paşa'nın safında, müfrit ihtilal yanlılarının insan haklarına aykırı bu isteklerini frenlemek için çalışıyorduk.
CHP'nin de desteğiyle eski cumhurbaşkanına haklarının verilmesi öyle kolay olmadı. Bizim askerci kanadımız, kendilerine 'devrimci' adını veren kesimin etkisiyle siyasi af yasasına karşı çıktı. Parti meclisindeki görüşmelerde Nermin Abadan ile Muammer Aksoy ve Cemal Reşit Eyüboğlu'nun hayır oyları azınlıkta kaldı. 'Kuyudan adam çıkartacağım' diyen İnönü, Ecevitçilerin desteğiyle eski arkadaşının affı için parti meclisinden grubumuzu bağlayan kararı aldı.
Bu konudaki af yasası parlamentoda görüşülürken TBMM'nin hemen yakınında olan Harp Okulu'nun yanan ışıkları okuldaki olağanüstü durumu gösteriyordu. Öğrencileri silahlandıran komutanlar eyleme geçiş için işaret beklerken, Harbiye'nin bitişiğindeki Tank Okulu'nda tanklar harekete hazır durum almışlardı. Dönemin Genelkurmay başkanı Memduh Tağmaç komutanlarla bir toplantı yaparak ordunun görüşünü belirlemiş ve siyasi af için yapılacak anayasa değişikliğine hayır kararı almıştı.'
CHP içindeki askerci kanat başarılı olamamış, Ecevitçiler ile İsmet Paşa elbirliği yaparak, diğer partilerin de desteğiyle Bayar ve arkadaşları hakkındaki siyaset yasağı kaldırılmıştı. Bu durum karşısında affa karşı olan komutanlar da direnmekten vazgeçmişlerdi.
İSMET PAŞA'DAN KESKİN VİRAJ
12 Mart Muhtırası sonucunda Demirel Başbakanlıktan istifa etmiş, hükümet düşmüştü. Askerler, CHP'li Nihat Erim'in Başbakanlığında yeni bir hükümet kurdurmuşlardı.
CHP Genel Sekreteri Ecevit ise İsmet Paşa'nın hem muhtıraya destek vermesine, hem de darbe hükümetine üye vermesine şiddetle itiraz etmişti. Genel Sekreterlik görevinden istifa eden Ecevit, İsmet Paşa'yla bir siyasi mücadeleye girişmiş ve sonunda kazanmıştı.
Orhan Birgit anılarında, İsmet Paşa'nın 12 Mart Muhtırası'na ilişkin tutumundan hayal kırıklığına uğradığını şu sözlerle anlatıyor:
'Tağmaç ve komuta kademesinin, tam bir faşist darbe olarak nitelendirilecek 12 Mart Muhtırası'na, meclise gelerek daha başkan tarafından milletvekillerinin bilgilerine sunularak tutanaklara geçme aşamasında karşı çıkacağını söyleyip beni heyecanlandıran İsmet Paşa, Metin Toker'in telefon mesajına uyarak tam 180 derecelik bir dönüş yapmıştı. Adana yollarında olan genel sekreter(Bülent Ecevit) ise Cihanbeyli kavşağında dinlediği radyo haberinden sonra seyahati kesmiş ve Ankara'ya dönmüştü. Paşa'nın tepkisizliğine akıl erdiremiyor ve muhtıraya karşı çıkmak için acele ediyordu.'
Oysa İsmet Paşa, 12 Mart günü, Orhan Birgit'e 'sen meclise git. Arkadaşlara birleşime geleceğimi ve bu muhtıra okunurken başkandan söz isteyerek kürsüden bu yazıyı(Muhtıra metni) verenlere iade edilmesini isteyeceğimi bildir' demişti.
DARBECİ GENERALLERE REVERANS
Bu sırada İsmet Paşa'nın İstanbul'daki gazeteci damadı Metin Toker telefonla kayınvalidesi Mevhibe İnönü'yü aramıştı. Toker, 'Paşa hemen vaziyet almasın. Dönüyorum. Anlatacaklarım var' demişti.
Telefonun ardından İstanbul Senatörü emekli Amiral Sezai Orkunt ile eski Savunma Bakanı İlhami Sancar gelmişlerdi. Birgit'in belirttiği gibi Orkunt ve Sancar'ın telkinleri ve Toker'in mesajıyla İsmet Paşa ani vaziyet almaktan vazgeçtiği gibi muhtıra metni Meclis'te okunurken sessizliğini korumuştu. Birgit bu gelişmeyi şu sözlerle anlatıyor:
'Bizlerin bu gelişmelerden gecikerek haberdar olmamız nedeniyle, İsmet Paşa'nın TBMM'ye geldiğinde muhtıraya karşı vaziyet alacağını söylememden mutluluk duyan arkadaşlar ve tabii en başta ben büyük düş kırıklığına uğramış olacaktık.'
12 Eylül darbesiyle ilgili olarak Birgit'in anlattığı bazı olaylar, darbelerin siviller ve medya desteği ile meşrulaştırıldığını bir kez daha gözler önüne seriyor.
Milli Güvenlik Konseyi'ni teşkil eden darbeci generaller 18 Eylül'de TBMM çatısı altında düzenlenen bir törenle ant içmişlerdi. O anı Birgit şöyle anlatır:
'And içme törenini, İstanbul Milletvekili İlhan Biber'in evinde onunla birlikte izledik. Gözlerimi faltaşı gibi açan ve unutamadığım görüntüler, rektörlerin, yüksek yargı mensuplarının, iş dünyasının ünlü mensuplarının o milat töreninde, büyük üniformalı beş darbecinin önüne gelerek 45 derecelik bir eğilme halinde reverans yapmaları oldu. Özellikle çok saygı duyduğum bir kadın bilim adamı olan Ankara Üniversitesi Rektörü Prof. Türkan Akyol'u gördüğüm anda İlhan Biber'e 'Ah' demiştim, 'şimdi Türkan Akyol bir Jeanne d'Arc gibi davranmış olsaydı... Paşalar ne yaparlar acaba?'. Oysa darbeyi planlayanlar düğmeye basacakları 'G' günü, ülkede mutlak sessizliği sağlayacak her önlemi alıyordu.'
Birgit, Türkan Akyol'dan boşuna kahramanlık bekliyordu. Zira Akyol, 12 Mart dönemindeki ilk ara rejim hükümetinde sağlık bakanı olarak görev almıştı. 12 Mart da, 12 Eylül de Demirel'i başkanlıktan indirmişti.
Herneyse, zaten bütün bunları biliyorsunuz.
Birgit'in anıları beklediğim nitelikte ve kıvamda olmasa bile demokrasi tarihimizin pek çok önemli olayına ışık tutuyor.
Çetin Altan ne umdu, ne buldu?
Sol kesim büyük ölçüde, 12 Mart Muhtırası'nı alkışlayarak karşıladı. 9 Mart 1971'de Baas tipi sol bir darbe bekleyen, hatta bu darbeyi destekleyen solcu aydınlar örgütler ve siyasetçiler 12 Mart'tan kısa bir süre sonra büyük bir hayal kırıklığı yaşadılar.
Eğer akamete uğramamış olsaydı, sivil-asker 9 Mart cuntasının içinde yer alan solcu aydınlardan kimisi Bakan, Başbakan, kimisi de önemli görevler üstleneceklerdi. Orhan Birgit'in anılarında yer alan bilgilere göre, gazeteci-yazar Çetin Altan'ın payına da 'Pekin Büyükelçiliği' düşmüştü. Birgit, anılarında bakın neler anlatıyor:
'9 Mart hareketinin yine ordu tarafından başlamadan önlenmiş olduğunu öğrenemeyen 'aydın'lar, 12 Mart Muhtırası'nı hararetle desteklediler. Onlar için tek sorun Demirel'in başbakanlığı bırakmasıydı ve kim tarafından, nasıl sağlanırsa sağlansın bu sonucu gündemin ilk maddesi yapacak her hareket alkışlarla desteklenmeliydi.
12 Mart 1971'i anlatmadan önce, o destek alkışlarını köşe yazısıyla verenlerden sevgili dostum Çetin Altan'ın darbeciler tarafından kısa bir süre sonra 'Büyük Gözaltı'na alınarak askeri mahkemelerde yargılandığını ve Erenköydeki 'Zincirli Köşk'te işkenceye uğradığını da söyleyeyim. Altan, 9 Mart başarıyla sonuçlansaymış, iktidara el koyacak olan askerlerin kendisini Pekin'e büyükelçi olarak atayacaklarından ve o sayede Çin Halk Cumhuriyeti'yle dostane ilişkilerin sağlanacağından emin imiş.
(..) 'Demir Eldiven'li sıkıyönetim komutanları, Başbakan Yardımcısı Sadi Koçaş'ın ünlü bildirisinden aldıkları güçle tam anlamıyla bir cadı avı başlattılar. O avın ilk kurbanlarının başında, ilerici reformlar uygulamak amacıyla darbe hazırlıkları yapan asker kanadının, yazılarından güç aldığı söylenilen Çetin Altan geliyordu.
Çetin'in, radikal bir darbeyle, reformcu bir yönetime yeşil ışık yakılmasıyla ilgili beklentisinin sonunda yaşadığı hayal kırıklığı, demir parmaklıklar arkasında geçirmek zorunda bırakıldığı günleri de kapsar. O acı günlerde askeri mahkemelerde savunmasını üstlenmiş olan avukat dostum Nihat Türel'den dinlemiştim: Selimiye Sıkıyönetim Mahkemesi'nde yargılanan Çetin, Türel'e ne olup bittiğini anlamkta güçlük çektiğini söylemiş. Nihat Türel şu yanıtı vermiş: 'Sen Pekin Büyükelçiliği'ni bekliyordun ya ... Bir karışıklık olmalı ki agremanın Selimiye için gelmiş'.
Aytaç Yalman'a asker fIkrasI
AK Parti'nin iktidara geldiği ilk dönemde Ankara hareketli günler yaşıyordu. Bilhassa askeri koridorlar, AK Parti'den rahatsız olan sivillerin ayak seslerine tanık oluyordu. 2003'ün son aylarıydı. Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Aytaç Yalman, Ankara'daki komutanlık makamında, İstanbul'dan davet ettiği Orhan Birgit'i ağırlıyordu.
Birgit, o sırada 'Hürriyet' gazetesinin danışmanı ve 'Cumhuriyet' gazetesinin yazarıydı. 'Kalbur saman içinde' başlıklı anılarında Birgit, Orgeneral Yalman ile arasında geçen diyalogu şu sözlerle anlatıyor:
'Kısa bir hatır sormadan sonra Orgeneral Yalman, ülkenin içinde bulunduğu durum hakkında görüşümü öğrenmek istediğini söyledi ve ekledi: 'Şu anda başka kuvvet komutanları da başka değerli arkadaşlardan görüş alıyorlar. Politikada büyük dene-yim ve birikiminiz var. Yazılarınızı da takip ediyoruz. Memleketin gidişi için düşünceleriniz nedir?'
Bu giriş sırasında genç bir hostes, üzerinde pasta ve kurabiyelerin bulunduğu servis arabasıyla gelmiş ve ne içmek istediğimi sormuştu. Ev sahibimin bana yönelttiği sorudaki amacının ne olduğunu anlayamamıştım. Beni konuşturmak mı istiyordu? Yoksa gerçek düşüncelerimi bir anketör gibi öğrenmek niyetinde miydi?
'Sayın Orgeneral...' dedim. 'Sonuncusu 12 Eylül 1980'de yapılan darbeyle silahlı kuvvetler, ülke yönetimini yüklendiği zaman başarılı sonuçlar alamadı. Üstelik Meclis feshedildi. Ekonomi de demokrasiyle birlikte altüst oldu.'
Yalman Paşa beni onaylamakta gecikmeyerek, AKP'nin icraatından hoşnut olmadığımın yazılarıma yansıdığını, ama bugünkü gidişattan nasıl kurtulacağımızı sordu. Üzerine basarak 'Paşam' dedim. 'Siz böyle düşünüyorsunuz. Ancak TSK mensuplarının oturdukları lojmanlarda açılan sandık sonuçları ne yazık ki sizi doğrulamayacak şekilde, bağlı oldukları seçim kurullarına yansıyor. O zaman elbette bir görev emri olarak değil, ama üniformasız oluşturulmuş ev hasbihalleri ile görüş alışverişinde bulunmak gerekmez mi?'
Sonra kendisine rahmetli arkadaşım Turan Güneş'ten dinlediğim bir anekdotu naklettim: Ülkenin birinde erata da oy kullanma hakkı verilmiş. Seçim öncesinde bir bölük komutanı, askerleri toplayarak nasıl oy kullanılacağını öğretmek istemiş. Hikaye bu ya, o ülkenin seçim sisteminde açık oy kullanma geçerliymiş ve bu nedenle de varolan iki parti için ayrı birer sandık konulurmuş. Yüzbaşı seçimin faziletinden söz etmiş. Sonra şapkasını o sandıklardan birinin üstüne koyarak, 'Dilediğiniz partiye oy verin. Unutmayın kimse nereye oy vereceğinize karışamaz!' demiş. Birkaç adım attıktan sonra da arkasını dönerek başçavuşa, 'Şapkamı yerinden oynatanın gözünü patlatırım' diye söylenmiş.
Davet konusu böylece kapanmış oldu. Söyleşimiz de eşimin rahatsızlığı sırasındaki nazik ilgisine teşekkürlerimi yineleyerek tamamlandı. Aytaç Paşa, aradığı yanıtı benden almış mıydı? Daha doğrusu benden öğrenmek istediği neydi? Hâlâ bilmiyorum.

Hiç yorum yok: