Soğuk savaş döneminin dünyaya en kapalı rejimlerinden biri herhalde Enver Hoca'nın Arnavutluk'u idi. Ülkeyi saran binlerce "bunker"e bakarak, hayali düşman korkusuyla bir ülkenin nasıl korku hapishanesine kapatılmış olduğunu şimdi bile görmek mümkün. Tek bir sınıfa dayalı, dinin olmadığı, tarihin ve hafızanın silindiği yeni bir ulus çıkarmanın en despotik örneğini sergiledi. Sistemin çöküp kapıların dünyaya açılmasının ardından Tiran'da karşılaştığım yaşlı bir Arnavut kadınının sözleri hafızanın, kimliğin kolay kolay toplum mühendisliğine teslim olamayacağını göstermişti...
Tiran'da sabahın erken saatlerinde kurulan fakir halk pazarında boş kasaların üstünde bekleyen yaşlı Arnavut kadının, nereli olduğumu sorunca, "Türkiye'denim, Türküm" cevabımın karşısındaki tepkisi çarpıcıydı: "Elhamdulillah, ben de Türküm!" Bu Türklüğün elbette "ben de Müslümanım" anlamında kullandığını, Balkan İslam kültüründe Türk olmanın ne anlama geldiğini gayet iyi bilirler. Bir zamanlar camilerde Müslüman Arnavut çocuklarına; "Türklüğün şarları"nın öğretildiği bir kavrayışın bizim anladığımız manada bugünkü Türklükle bir alakasının olmadığını da belirtmeden geçemeyiz.
Türkiye'de farklı kimliklerin tanınması adına verilen kavgaların sağlıklı bir zemini var mı? İnsanın aslını inkar etmesi kadar aslını gizlemeye icbar edilmesi de temel bir varoluş sorunudur. Etnik ve kültürel temelde farklı kimliklerin kendini ifade etmesinden önce, karşı çıkılan tek kimlikli tanımlamanın inşa edildiği zeminin, muhtevanın sağlıklı bir şekilde teşhis edilmesi beklenir.
Bir ulus-devlet olarak modellenen Osmanlı sonrası Türkiye'nin Türklük kimliğinin tanımı, kapsamı, ideolojik muhtevası tartışılmadan farklılıkların tanınması tartışması bir o kadar kargaşaya yol açmaktadır. Nitekim ulus-devletin kimlik tanımına yapılan itirazların da benzer bir zemin üzerinden ifade edilmesi, aynı hatanın 80 yıllık gecikmiş versiyonunu karşımıza çıkarıyor.
Tiran'daki Arnavut kadınının Türklük tanımı ile bugünkü Türkiye'nin resmi Türklük tanımı arasındaki derin çelişki üzerinden giderek Türk kimliğinin yeniden icadı üzerinde kafa yormadan, en başta ne Türklük ne Kürtlük yahut başka bir kimlikten ne anlaşılması gerektiğini anlamamız imkansız görünüyor.
Türk kimliğinin antropolojik temelli yeniden icadının arkasında yatan dünya görüşü, pozitivizmle desteklenen Darwinizmin ideolojik yansıması olarak Batılı üstün ırk ve medeniyet ilişkisi kavranmadan bugün gelinen noktanın ve itirazların muhtemel sonuçlarının yeterince anlaşılamayacağı açık. Türk kimliğinin inşası sadece pratik nedenlerden dolayı birleştirici bir ulus kimliğine duyulan ihtiyaçla sınırlı değildi. Bunun gerisinde, kimliğin yeniden icadı konusunda, sosyal Darwinizmin son dönem Osmanlı aydınları ve İttihatçı gelenekten gelen yeni Cumhuriyet seçkinleri üzerindeki etkisi göz ardı edilerek yapılacak okuma eksik kalacaktır. Bu konuda, Atilla Doğan'ın "Osmanlı Aydınları ve Sosyal Darwinizm" (Küre Yayınları) kitabı, hayli ufuk açıcı olabilir.
Batı medeniyetini üstün ve evrensel yegane medeniyet olarak tanımlayan ve bunu gerçek kılmaya çalışan "üstün Kuzey ırkı"ının antropolojik temellerine yaslanan, aydınlanmacı akılla perişan olan Türk aydını, Türk kimliğinin yeniden icadını gerçekleştirirken Batılılar karşısında kendini savunmak adına, antropolojik temelli bir Türklük tanımına gitti. Zafer Toprak'ın "Darwin'den Dersim'e Cumhuriyet ve Antropoloji" (Doğan Kitap) başlığını taşıyan son eserinde ortaya koyduğu gerçekler, hem bir zihniyet çözümlemesi hem de ilginç veriler sunması açısından hayli önemli. Afet İnan'ın tezi olarak; Türklerin nasıl Batılı bir ırk olduğunu, daha doğrusu Batılı üstün beyaz insanın Anadolu'dan göçen Türklerden oluştuğunu, dolayısıyla Türklerin de -Darwinci bir anlayışla- medeniyet kurabilen üstün ırklar hiyerarşisinde yer aldığını, Avrupalıların tasnif ettiği gibi sarı ırktan olamadığını kanıtlamak için devletin nasıl seferber edildiğini belgeleriyle anlatır. Bugünden geriye dönüp bakıldığında mesela tüm ülke genelinde 64 bin insanın kafatasının ölçülerek antropolojinin kutsallaştırıldığını ve hatta ideolojik bir bakış açısının temellendirilmesinde kullanıldığını adeta dehşet içinde okuyoruz.
Ne var ki, bu antropolojik temelli kimlik tanımı, Türklüğü sekülerleştirmede en önemli girişimlerden biridir. Tüm Anadolu'yu böylesi bir etnik temelde birleştirme gayreti aslında yeni Cumhuriyet neslini seküler bir kimlikle inşa yolundaki toplum mühendisliğinin en önemli argümanlarını oluşturdu.
Antropolojik ve Darwinci ırk anlayışı tümüyle yıkılmamış olsa da, bugün 80 yıl öncesinin yaklaşımıyla yapılan bu çalışmalara bazıları hala hayranlık duysa da entelektüel anlamda ciddiye alınır yanı kalmadı. Halkın, üstünlüğünü antropolojik ölçümlerle sağlamlama gibi bir derdi olmasa da buna tepki gösteren kimlik derdindeki diğer ulusçu kesimlerin sözcülerinin itirazlarının da bundan pek farklı olmadığı açık.
Türkiye'de ne millet tanımına itiraz edenlerin ne de etnik kimliklerine sahip çıkma adına kavga verenlerin, Türklüğün yeniden icadının ardında yatan ideolojik, felsefi bakışla hesaplaşmadan sağlıklı bir yol almaları imkansız.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder