12 Kasım 2012 Pazartesi

Her şeyi cumhuriyete borçlu olmak -Osmanlı insanı cahil miydi? -Yavuz Bahadıroğlu


Olumlu adına ne varsa, "Cumhuriyete borçluyuz" demek, bazı çevrelerde moda oldu: O kadar ki, IMF borcu bile bitti, cumhuriyete borcumuz bitmiyor!



Cumhuriyetin yıldönümü münasebetiyle ekran resm-i geçidi yaptırılan anlı-şanlı yorumcularımız bile bu klişeyi sık sık kullanıyorlar: "Efendim, bugün sahip bulunduğumuz her şeyi Cumhuriyete borçluyuz!"



Ezan mı?.. "Cumhuriyete borçluyuz!.."



Kur'an mı?.. "Cumhuriyete borçluyuz!.."



Camiler mi?.. "Cumhuriyete borçluyuz!.."



Hac mı?.. "Cumhuriyete borçluyuz!"



Bayramlar mı?.. "Cumhuriyete borçluyuz!"



Barajlar mı, yollar mı, hava meydanları mı? Onları dahi "Cumhuriyete borçluyuz!.."



Cumhuriyeti de "Atatürk'e borçlu" olduğumuza göre, siz sağ ben selamet, dostlarım; artık bu borç kıyamete kadar bitmez!



Yahu, cumhuriyetin 1950'ye kadarki bölümünde sadece baskı, şiddet ve sefalet var. Ankara'daki muktedirlerle İstanbul'daki karaborsacılar hariç, halkın geneli açlıkla boğuşuyor... Sanayi adına Alpulu Şeker Fabrikası, Beykoz Postal Fabrikası ve Sümerbank Basma Fabrikası dışında "sanayi tesisi" yok... 



Cep delik, cepken delik!.. Düşünün ki dostlarım, l950 öncesinin Türkiye'sinde, Urla gibi bir Ege şehrinde dahi insanlar açlıktan ölüyor...



Ölüyü kaldırmak için kefen bezi ve imam lâzım, ama ikisi de yoktur: Çünkü dini eğitim yasaktır (hac da öyle), kefen için ise üç-beş kuruş gerekmektedir. Taşköprü Müftülüğü kefen sorununu nasıl aşacaklarını "Diyanet Riyaseti"ne soruyor, "Diyanet İşleri Reisi Şerafettin Yaltkaya" imzasıyla, 16.11.1942 tarihli ve 153 sayılı "fetva" ile bu iş için (kefen niyetine) pamuklu, yünlü, ipekli herhangi beyaz bir bezin kullanılabileceği bildiriliyor. 



Yoksulluktan dolayı vergi borcunu ödeyemeyen köylünün damından kiremitleri indiriliyor, ahırındaki tek inek, ya da keçiye el konuyor. Ortalama bir memurun aylık maaşının 50 lira olduğu bir dönemde, "çağdaş uygarlık düzeyi" yolunda yükselme adına 75 bin lira gibi büyük paralar harcanarak heykeller dikiliyor...



Cumhuriyete borçlu olduğumuz söylenen camiler ya yıkılmaya terk ediliyor, ya satışa çıkarılıyor ya da kereste deposu filan yapılmak üzere, azınlıklara satılıyor...



Türkler Müslüman olduğundan beri gürül gürül okunan Ezan-ı Muhammedi bile değiştiriliyor, minarelerden "Tanrı uludur" çığlıkları atılmaya başlanıyor.



Kürt "Kürdüm", Laz "Lazım", Çerkez "Çerkezim", Roman "Çingeneyim", Alevi "Aleviyim", Nusayri "Nusayriyim" diyemiyor, kimse ana dilini konuşamıyor, etnik kökenini, dini inancını (azınlıklar dışında) yaşayamıyor...



"Türk'üm" demek bile yetmiyor, ayrıca da "Ne mutlu Türk'üm diyene" diye eklemek gerekiyor. Yetmezse, "Varlığım Türk varlığına armağan olsun" diye bağırmak zorunda kalıyorsunuz...



İstiklâl Mahkemeleri, neredeyse "Önce as kurtul, sonra yargıla" formülüyle çalışıyor, önüne geleni sallandırıyor... 



Türkiye Cumhuriyeti, Sultan II. Abdülhamid döneminin okullaşma seviyesine ve öğrenci sayısına ancak 50'li yıllarda, Demokrat Parti iktidarı döneminde ulaşabiliyor.



Cumhuriyet ekonomisi 1927'de yüzde 12.08; 1932'de yüzde 10.06; 1935'te yüzde 3.00; 1940'ta yüzde 5.00; 1941'de yüzde 10.03; 1943'te yüzde 9.08; 1944'te yüzde 5.01; 1945'te yüzde 15.03; 1949'da yüzde 5.05 küçülüyor.



1856-1922 yılları arasında (Saltanat döneminde) Türkiye'de 8 bin 619 kilometre demiryolu inşa edilmişken, 1923-1950 arasında buna sadece 3.578 kilometre ilave edilebiliyor. Yani, "demir ağlarla" ülke örülemiyor.



Atatürk'ün yakın çevresinden ve bakanlarından Yakup Kadri Karaosmanoğlu, "Politikada 45 Yıl" isimli eserinde manzarayı şöyle tasvir ediyor:



"O sıralarda bence bu hâdiselerin en önemlisini teşkil eden dünkü Millî Mücadeleciler ve o günkü devrimciler kadrosunun bir kazanç ve menfaat şirketi karakterini taşımaya başlamasıydı. Bunlardan kimi arsa spekülasyonları, kimi idare meclisi azalıkları, kimi taahhüt işleri, kimi de türlü türlü şekillerde komisyonculuklar peşine düşmüş bulunuyorlardı... Hiçbirini durdurmak kabil olmuyordu."



Borçlu yaşamayı sevmem: Ama Türkiye'nin, iyi-kötü bugünkü seviyesini Menderes'in başlatıp Özal'ın ve Erdoğan'ın devam ettirdiği çizgide aramak gerektiğini bilecek kadar yaşlıyım.


Osmanlı insanı cahil miydi?

İlkokula başlama yaşı meselesi çok tartışıldı. Hâlâ da tartışılıyor. İş bu noktada kalsa yine susacağım, çünkü eğitim meselesine vakıf pek çok uzman var ülkemizde.

Fakat hem bu, hem de harf inkılâbı bahanesiyle Osmanlı'ya saldırılmaya kalkışılması ve Osmanlı'da yaygın eğitim olmadığı, zaten Osmanlı alfabesinin okuma-yazmayı zorlaştırdığı, dolayısıyla Osmanlı insanının cehalete mahkûm bulunduğu şeklinde yalan yanlış şeyler söylenmesi, hakikat namına ortaya çıkmayı gerektirdi.

Önce, "beş yaşında çocuk eğitimden ne anlar?" diyenlere bir hatırlatma yapayım: Osmanlı'da ilkokula başlama yaşı dört ilâ altıdır. Bu zamana kadar çocuk ruhen eğitime hazırlanır, okula başlama günü geldiğinde de merasimle evinden alınır, bütün öğrencilerle, velilerle birlikte şarkılar, marşlar eşliğinde okula gidilirdi...

Buna "Âmin Alayı" denirdi. 

İlkokul süresi dört yıldı. İlköğretim fakir çocuklara ücretsiz (artı iki öğün yemek, elbise ve cep harçlığı), varlıklı ailelerin çocuklarına ücretliydi.

Genel bir eğitim programı elbette ki vardı, ama her okul istediği konulara ağırlık vermekte özgürdü. Kimi musikiye, kimi lisana, kimi sanata, kimi din bilgilerine ağırlık verir, okullar vakıflar tarafından açıldığı için müfredat, vakıf sahipleri tarafından belirlenirdi.

Meselâ, bizim Feridun Bey olarak tanıdığımız edebiyatçımız Ahmed Feridun Paşa, vakfettiği "Muallim-hâne-i Sübyan"da (ilkokul) Türkçe, Arapça ve Farsça öğretilmesini şart koşmuştu.

Kabiliyetler ilkokullarda belirlenir, çocuklar buna göre eğitilirdi. Musikiye kabiliyeti olanlar musiki konusunda, hat sanatına yatkın olanlar hattatlığa yönlendirilir, ağırlıklı olarak bu derslerle ilgilenmesi sağlanırdı.

Meşhur bestekârlarımız Hamamizade İsmail Dede Efendi ile Hacı Arif Bey böyle bir okulda keşfedilmiştir.

Çocuklar, bize telkin edildiği gibi "cahil adam"lar tarafından eğitilmez, iyi yetişmiş bilge hocalar tarafından yetiştirilirdi.

Bunu ben söylemiyorum, Hellert söylüyor: 

"İlkokul öğretmenleri umumiyetle iyi yetişmiştir. İstanbul, dünyanın bütün başkentlerinden daha fazla eğitim ve öğretim kurumlarına sahiptir."

Kanuni Sultan Süleyman zamanında Osmanlı Devleti'ni gezen Fransız gezginlerden Belon şöyle diyor: 

"Her köyde mutlaka bir mektep vardır ve yalnız erkek çocuklar değil, kızlar da okumaktadır."

17. yüzyıl ortalarında İstanbul'da 2.000 civarında, Amasya'da 200, Erzurum'da 110 sübyan mektebi (ilkokul) vardı.

Bu sayıları şehirlerin o zamanki nüfusuna orantılarsanız, Osmanlı Devleti'ndeki okullaşmanın ne kadar yaygın olduğunu görürsünüz...

O kadar ki, Türkiye Cumhuriyeti, okullaşma ve eğitimdeki çocuk sayısı bakımından Sultan II. Abdülhamid dönemine ancak 1950'lerde ulaşabilmiştir.

Hal böyle iken, "Osmanlı insanı eğitimizdi, cahildi, okul yoktu, okur-yazar sayısı azdı" gibi ifadelerin, Cumhuriyet sonrasında başlatılan "kara propaganda"nın parçası olmaktan öte bir anlam ifade etmediği görülecektir.

Zaten halkının ekseriyeti "cahil" olan bir milletin o kadar uzun süre zirvede kalması şöyle dursun, hatta yaşaması bile mümkün değildir.

Dünyanın ilk "Kamu Yönetimi Okulu" sayılan Enderun ile ilk "Yatılı Kız Mektebi" harem bir Osmanlı buluşudur (Abbasilerde, Emevilerde ve Selçuklularda da harem olmakla birlikte, bunlar mahiyet itibariyle Osmanlı hareminden farklıdır).

Amerikalı uzman Leslie Peirce, harem hakkında arşiv belgelerine dayanarak on yılda hazırladığı doktora tezinde, "Hanedan ailesi üyeleri için harem bir ikametgâhtı, Sultan ailesinin hizmetkârları (cariyeler) için ise bir eğitim kurumu diye tarif olunabilir" diyor. 

Amerikalı ünlü eğitimci Andreas Kazamias'ın "Platon'un 'İdealimdeki okul' dediği okul Enderun'dur" derken, Lewis Terman (Stanford-Binet adlı zekâ testini bulan kişi), "Öğrencilerin zekâ seviyesini ölçmek için ilk defa test sistemi Enderun'da uygulanmıştır" diyor.

Malum: Yabancılar söyleyince "bilim", biz söyleyince "övgü" oluyor.

Hiç yorum yok: