Yeni rejimin ruhu: Entrika siyaseti | |
|
1923'te neler yaşandı, neler... |
Bunları, şöylece özetlemek mümkün:
Gizli Meclis oturumlarında, Lozan'da tavizler verildiğini ve Mehmetçiğin kanının masa başında ucuza satıldığını iddia ederek, M. Kemal ile İsmet Paşanın müşterek Lozan Antlaşması fikriyatına şiddetle muhalefet eden II. Grubun liderlerinden Trabzon mebusu Ali Şükrü Bey, aynı yılın Mart ayı sonlarında hayret ve dehşet uyandıran bir komplo ile katledildi. * * * Bir bağda saklanan Ali Şükrü Beyin cesedinin bulunduğu ve katilin de Çankaya Muhafız Komutanı Topal Osman'ın olduğunun anlaşıldığı 1 Nisan günü, özellikle Meclis Başkanı M. Kemal'in isteğiyle genel seçim kararı alındı. (Seçim, Ağustos ayı başında yapıldı.) * * * Ali Şükrü Beyin katili Topal Osman, 2 Nisan'da Ayrancı Bağlarında üzerine gönderilen askerî birlik tarafından vurularak öldürüldü, kafası kesildi ve Ulus'taki Meclis'in kapısında ayaklarından asılmak suretiyle teşhir edildi. * * * "Amasya Tamimi"ni tasdik eden komutanlardan Cafer Tayyar, savaş esnasında esir düştüğü Yunan tarafından–takas usûlüyle–serbest bırakıldı ve 5 Nisan günü İstanbul'a, ardından Ankara'ya geldi. (Cafer Tayyar, hem komutan, hem de Edirne mebusu olarak Meclis'te görev aldı. Ancak, bu tarihten itibaren M. Kemal ile zıtlaştılar ve hiçbir şekilde uyuşamadılar. Bu yüzden, başına gelmeyen kalmadı.) * * * Meclis'te, kesilen Lozan görüşmelerine, kaldığı yerden devam edilmesine karar verildi. İsmet Paşa başkanlığındaki heyet, ikinci kez Lozan'a gönderildi; 23 Nisan'da ikinci oturuma başlandı. * * * Lozan'da dehşet veren gizli pazarlıkların devam ettiği günlerde Ankara'da bulunan Bediüzzaman Said Nursî ile M. Kemal arasında, "Riyaset odası"nda şiddetli münakaşalar yaşandı. Bediüzzaman, o günlerin Ankara'sında iki kez ölüm tehlikesi atlattı. * * * Gizli mimarı Yahudi Hahambaşısı Haim Naum olan Lozan Antlaşması, Temmuz ayı sonlarında imzalandı. Bir ay sonra da yeni Millet Meclisi, bu antlaşmayı kabul etti. Yeni Meclis'te II. Gruptakilerin çoğu tasfiye edilmiş durumdaydı. Ancak, yine de 14 kişilik bir muhalefet grubu oluştu. Bunlar, Lozan'a Meclis'te red oyu verdiler. * * * Meclis'teki Lozan muhalifleri, aynı zamanda M. Kemal ve İsmet Paşanın da muhalifi durumuna düştüler. Bu grup, Cumhuriyet'in ilânından sonra farklı bir siyasî temayülün içine girdiler ve 1924'te Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasını (TCF) kurdular. * * * İşte, konumuzun asıl can alıcı noktası burada: "Amasya Genelgesi"ne imza koyup tasdik eden komutanların tamamı, TCF'yi kuran kadronun içinde yer aldı. Bir tek istisna vardı, o da M. Kemal idi. Evet, çok garip, ancak gerçeğin tâ kendisi. Vaktiyle "Amasya Tamimi"ni kabul edip altına imzasını atan M. Kemal dışındaki komutanların tamamı CHF'den ayrılmış ve yeni Meclis'in ilk muhalefet partisi TCF safında yerlerini almışlardı.
Tabiî, bu yaptıklarının faturası da çok ağır oldu. İstiklâl Harbinin bu kahraman kumandanları, önce 1925'teki Şeyh Said Hadisesiyle irtibatlandırılarak–partileri kapatılmak sûretiyle–cezalandırıldılar;
ardından, 1926'daki muhayyel "İzmir Sûikastı" hadisesiyle irtibatlandırılarak İstiklâl Mahkemesine sevk edilerek idamın eşiğine kadar getirildiler.
Bu kahramanlar, İzmir'de idam olunmaktan kılpayı kurtuldular gerçi; ancak, çoğunun hem askerî, hem de siyasî hayatları bütünüyle sona erdirilmiş oldu. Evet, maalesef ve çok yazık ki, bütün bu bed muameleye mâruz bırakılanların içinde, "Amasya Tamimi"ni kabul ve tasdik eden yukarıda isimlerini sıraladığımız–M. Kemal dışındaki–Millî Mücadele Komutanlarının tamamı yer almakta idi.
Nasıl bir Cumhuriyet?
Saltanat'ın kaldırıldığı 1 Kasım 1922 tarihinden beri, Ankara merkezli yeni devletin isim ve şekl–i idaresinin ne olacağı merak konusuydu.
Aslında yeni sistemin "Cumhuriyet" olacağı noktasında bir umumî kanaat vardı. Zaten başka türlüsü de olmazdı, olamazdı. Saltanat ve monarşik düzene tekrar dönülemeyeceğine göre, ortada Cumhuriyet'ten başka bir alternatif kalmıyordu. İlânât için beklenilen asıl meselenin ise, "mutlak istibdat"a dayalı bir rejimin kurulması olduğu tez zamanda anlaşıldı. Bunun için gerekli hazırlıklar tamamlandı ve nihayet 29 Ekim (1923) günü Cumhuriyet'in ilân edileceği noktasına gelindi. Nihaî karar, Meclis yerine bir gün önce (28 Ekim) Çankaya Köşk'ünde verildi. Bu karar, ertesi gün Meclis gündemine getirildi ve haliyle umumî kabul gördü. Meclis'te olsun, ülke genelinde olsun, Cumhuriyet'e itiraz veya bir muhalefet cephesi yoktu. Yer yer görülen itirazlar ise, Teşkilât–ı Esasî'de apar topar yapılan bazı değişikliklere yönelikti. Teşkilât–ı Esasî, anayasanın nasıl yapılacağına dair belirlenen prensipler manzumesidir. İşte, bu noktada yapılan değişikliğin başında şu hususlar gelmektedir: "Türkiye reisicumhuru, aynı zamanda devletin reisidir. Bu sıfatla Meclis'e ve Heyet–i Vekile'ye (Bakanlar Kuruluna) de riyaset eder." İşte bu ve benzeri mânâdaki değişikliklerle, yeni kurulan Cumhuriyetin idaresi, tamamıyla "tek adam"ın sultası altına girecek bir şekle sokulmuş oldu. O tarihte Meclis'te Sinop milletvekili sıfatıyla görev yapan eski Millî Eğitim Bakanı Dr. Rıza Nur, Kâzım Karabekir gibi bazı mühim şahsiyetlerin bu noktada bazı itirazlarının olduğunu, ancak yeni Meclis'te kuvvetin artık tümüyle M. Kemal ve İsmet Paşanın eline geçmesiyle kimsenin birşey yapamadığını anlatıyor. (Hayat ve Hatıratım–III, sayfa 1235; 1967.) Herşeye rağmen, Cumhuriyetin kuruluşu zamanında bile devletin dini Anayasada "din–i İslâm" şeklinde yer alıyordu. Ne var ki, tam bir "istibdad–ı mutlak" sûretinde tatbik edilen Cumhuriyet, bir süre sonra Anayasadaki "İslâm dini" tâbirinden de soyutlanarak bir "laik Cumhuriyet"e dönüştürüldü. Üstelik, laikliğin esas mânâsı da çiğnenerek ucûbe bir rejim tarzı oluşturuldu. Bu kaskatı anlayış, 1950'den sonra kerhen de olsa yumuşama eğilimine girmeye başladı. |
Müellifi "Âhirzamanın Bediüzzamanı" olan Nur Risâlelerinden.
Temel ölçüyü buradan alınca, fânilere karşı olan korku ve endişe bütünüyle izâle olup gidiyor.
Tarihî veya aktüel konularda konuşur yahut yazarken, müstebid şahısların tesiri altına girmediğiniz gibi, bir hizbin, bir grubun, bir örgütün, hatta devlete hükmeden bir rejimin tesiri altına da girmiyorsunuz.
Böylelikle, artık neye inanıyorsanız, onu yazıyor, onu konuşuyor ve yansıtıyorsunuz.
Hak ne ise, hakikat ne diyorsa, hiçbir fâniden kormadan, hiçbir tesir altına girmeden, onu dinliyor, onu dillendiriyor ve ona doğru gidiyorsunuz.
Şükürler olsun ki, idrakimiz erdiğince, gücümüz yettiğince, elimizden geldiğince aynen öyle olmaya ve öyle davranmaya çalışıyoruz.
Bu noktada, Hazret–i Bediüzzaman'ın şu veciz sözü bize rehber olmuştur: "Bütün sergüzeşt–i hayatım şahittir ki, hak gördüğüm meslekte gitmeye karşı, korku elimi tutup men' edememiş ve edemiyor." (Tarihçe–i Hayat, s. 160)
İftiharla ifade edelim ki, sizlerden gelen hakikatli mesajların yanı sıra, muhatap olduğumuz sair tabakalardan insanların da bize söylediği şudur: Siz kimseden korkmadan anlatıyorsunuz. Çok rahat konuşuyorsunuz. Maksadınızı, meramınızı pervâsızca ifade ediyorsunuz. Tek eksiğiniz, sesinizi, mesajınızı geniş kitlelere duyuramamanız...
* * *
Şu bir hakikattir ki, fânilerin korkusu ile tahkiki imân aynı yerde, aynı kapta, aynı kalpte durmaz. Biri girse, diğeri çıkar, gider...
Bunu bildiğimiz ve buna inandığımız için, korku belâsıyla yazmıyoruz ve yazamayız.
Konuşur, yahut yazarken, şu iki noktaya bilhassa dikkat ediyoruz:
Birincisi: Her sözümüzü Rûz–i Mahşerde, Mahkeme–i Kübrâda hesap verircesine sarf etmek.
İkincisi: Ortaya bir fikir koyarken, mutlaka delillere, bürhanlara istinad ile o fikrin muhataplarını ya ikna, ya da ilzam edici bir mahiyette takdim etmek.
Bununla beraber, yine de eksiklerimiz, zaaflarımız yok değil.
Ama, siz aziz dâvâ arkadaşlarımızın duâ, tebrik ve teveccühüyle, inşaallah zamanla bunların üstesinden gelmeye, hiç olmazsa asgariye indirmeye çalışırız.
* * *
Bu konuya durup dururken neden girdik? Herhalde bir sebebi olmalı.
Sizler de biliyorsunuz ki, günümüz Türkiye'sinde herkes her meseleyi rahatça yazamıyor, konuşamıyor, ifade edemiyor.
Gündemde, son derece netameli, alengirli konular var. Hele, bazı konular var ki, adete mayın tarlası...
Bu konulara değinenlerin az bir kısmı dobracı davranırken, mühim bir kısmı ise tamamen kenardan kıyıdan gidiyor. Bazıları da "nemelâzım" diyerek bambaşka telden çalmayı tercih ediyor.
Uzun zamandır takip ettiğimiz kadarıyla fenâ ve fâni güçlerin tesirine kapıldığı için, yazıp konuşurken yalakalıktan, yağcılıktan, müdahanecilikten öteye gidemeyenlerin sayısında büyük artış var.
Bu noktada sizlerin de duâsını talep ediyor ve diyoruz ki: Allah, bizi böylesi hallere düşürmesin ve istikametten ayırmasın.
Cumhuriyetin ilk yılları- Seferberlik bitti, diktatörlük başladı
Dokuz yıllık seferberlik
Dokuz yılı aşkın süredir yaşanan "umumî seferberlik" halinin kaldırılması kararı alındı. (31 Ekim 1923)
Birinci Dünya Savaşının Avrupa kıtasını etkisi altına almaya başlaması üzerine, Osmanlı Devleti de teyakkuz haline geçti ve 2 Ağustos 1914'te törenle "umumî seferberlik" ilân edildi.
Birinci Dünya Savaşını İstiklâl Harbinin takip etmesi sebebiyle, seferberlik halinin de sürüp gitmesini gerektirdi.
Nihayet, Ankara'da kurulan hükümetin yeni Türk devletine dönüşmesi ve yeni devletin şeklinin "Cumhuriyet" olacağının ilân edilmesi, seferberlik halinin de artık sona erdirilmesi gerektiğini gösteriyordu.
Nitekim öyle oldu. Cumhuriyetin ilânından iki gün sonra toplanan Millet Meclisi, dokuz yıldır süregelen seferberlik halinin kaldırılmasına karar verdi.
* * *
Birinci Dünya Savaşı sebebiyle, Rusya, İngiltere, Fransa, Almanya, Avusturya, Sırbistan, Bulgaristan gibi müdahil diğer ülkelerde de seferberlik ilân edilmişti.
Ancak, bu olağanüstü hal, onlarda kısa sürmüş ve harbin bitmesiyle de sona ermişti.
Birinci Dünya Savaşı sebebiyle, Rusya, İngiltere, Fransa, Almanya, Avusturya, Sırbistan, Bulgaristan gibi müdahil diğer ülkelerde de seferberlik ilân edilmişti.
Ancak, bu olağanüstü hal, onlarda kısa sürmüş ve harbin bitmesiyle de sona ermişti.
Buna göre, seferberlikle birlikte sıkıyönetim halinin en uzun süreli olarak uygulandığı yegâne ülke Osmanlı ve onun devamı mahiyetindeki Türkiye oldu.
Tek parti diktası
İsmi "tek parti dikta rejimi" ile özdeşleşen İsmet Paşa, M. Kemal'in emriyle 9 Eylül günü kurulan Halk Fırkasının (CHP) başına geçti. (19 Kasım 1923)
Genel Başkan Vekili sıfatıyla partinin başına geçen İsmet Paşanın ilk emir ve icraatı, Anadolu ve Trakya'nın her tarafındaki Müdafaa–i Hukuk Cemiyetlerini parti bünyesinde toplamak ve bu cemiyetlerin tamamını Halk Fırkasına dönüştürmek oldu.
Genel Başkan Vekili sıfatıyla partinin başına geçen İsmet Paşanın ilk emir ve icraatı, Anadolu ve Trakya'nın her tarafındaki Müdafaa–i Hukuk Cemiyetlerini parti bünyesinde toplamak ve bu cemiyetlerin tamamını Halk Fırkasına dönüştürmek oldu.
Paşanın yazılı emrinde şu ifadeler yer aldı: "Bütün vatana kurtuluş ve bağımsızlığı getiren Anadolu ve Rumeli Müdafaa–i Hukuk Cemiyetleri, bugünden (20 Kasım) itibaren Halk Fırkasına dönüşecek ve cemiyetin bütün idare kurulları Halk Fırkası idare kurulları olarak vazifeye devam edeceklerdir." (Türkiye'de Siyasî Partiler, s. 582.)
* * *
9 Eylül 1923'te kurulan Halk Fırkasının (bilâhare CHP'nin) Genel Başkanı M. Kemal idi. Onun genel başkanlık sıfatı ölümüne kadar da devam etti.
Ancak, 29 Ekim 1923'te Cumhuriyet'in ilân edilmesinin ardından, fiilen iki reisliği birlikte yürütmesi zor oldu.
Bu sebeple, parti işlerini 19 Kasım'dan itibaren İsmet Paşaya devretti.
M. Kemal'in İsmet Paşaya gönderdiği yazının metni şöyle: "Halk Fırkası Umumî Reisliği ile fiilen meşgul omaya bugünkü vazifem müsait olmadığından, zât–ı devletlerini vekil tayin ediyorum." (İ. Ansiklopedisi, s. 770)
* * *
M. Kemal'in ölümünden sonra, CHP'nin Genel Başkanlığına otomatikmen Cumhurbaşkanı İsmet İnönü getirilmiş oldu.
27 yıl müddetle hem Cumhurbaşkanı olup, hem de bir partinin genel başkanı sıfatını taşımak, kuvvetli ihtimalle sadece ve sadece Türkiye'ye mahsus bir durum arz ediyor.
Hindistan'daki Müslümanların
liderlerinden Ağa Han ve Emir Ali isimli zâtların Başbakan İsmet Paşaya hitaben yazdıkları "Hilâfet devam ettirilsin" şeklindeki temenni mektuplarını neşreden İstanbul gazetecileri, 9 Aralık 1923'te tutuklanarak mahkemeye sevk edildiler.
Sırf bu maksatla, İstanbul'da bir İstiklâl Mahkemesi teşkil edildi. Haftalar, hatta aylar süren duruşmalar neticesinde, bazı gazeteciler serbest bırakılırken, bir kısmına ise çeşitli cezalar verildi.
İstiklâl Mahkemesinin "Beş yıl kürek mahkûmiyeti" ile cezalandırdığı kişilerden biri de, aynı konuda Tanin gazetesinde yazısı neşredilen İstanbul Barosu Başkanı Av. Lütfi Beydi.
* * *
Asıl ismi Sultan Muhammed Şah olan Şiî/İsmailî lider Ağa Han (1877–1957) ile Emir Ali, Ankara merkezli yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti hükümetinin Hilâfeti kaldıracağı ve bu makamı lağvedeceği yönünde bazı duyumlar almışlardı.
Bunun üzerine, Ankara hükümetine bir mektup yazarak, bu hususla alâkalı düşünce ve taleplerini iletmek istediler.
İsmet Paşaya hitaben yazılan mektup, nasıl olduysa 5 Aralık 1923 tarihli İstanbul gazetelerinde yayınlandı. İddiaya göre, mektup İsmet Paşanın eline ulaşmadan yayınlanmıştı.
Bu, belki de bir provokasyondu; kasıtlı şekilde bir velvele çıkarılmak istenmiş olabilir... Haliyle, ortaya usûle, prosedüre uygun olmayan bir durum çıkmıştı. Bir emrivaki söz konusuydu.
Bunu fırsat bilen tek parti sisteminin Başbakanı İsmet, İstanbul gazetecilerinin derhal tutuklanmasını emretti.
9 Aralık günü, mektubu neşreden Tanin, Tevhid–i Efkâr ve İkdam isimli gazetelerin sahip ve sorumlu müdürleri tutuklandı. Tutuklular, iki gün sonra da, mahkemeye çıkarıldılar.
Bu maksatla yeni kurulan İstanbul İstiklâl Mahkemesi, aynı gün yaptığı açıklamada, tahrik çıkaran fesatçıların imha edileceğini duyurdu. (Cebesoy; Millî Müdafaa Hatıraları, s. 90)
Hilâfet henüz lağvedilmeden yapılan bu tehditvâri manevralar, çok kısa bir zaman sonra atılacak dehşetli adımların da habercisi niteliğindeydi.
Nitekim, aradan üç aylık bir süre geçmemişti ki, medreselerle birlikte Hilâfet makamı da (3 Mart 1924) lağvedilerek kapatıldı.
Mektubun mahiyeti
Gazetecilerin İstiklâl Mahkemesinde yargılanmasına sebebiyet veren söz konusu mektubun mahiyeti neydi? Mektupta neler ifade ediliyordu?
Çeşitli kaynaklarda ve özellikle Ali Fuat Paşanın hatıralarında belirtildiğine göre, "Hindistan Hilâfet Komitesi" adına hazırlanan Ağa Han ile Emir Ali imzalı mektubun metninde şu ifadeler yer alıyordu:
"Türkiye Cumhuriyeti Başvekili İsmet Paşa Hazretlerine,
"...Bizim talep ettiğimiz şey, âlem–i İslâm'ın riyaset–i diniyesinin şer'i şerife göre tam ve kâmil olarak muhafazasından ibarettir. Halifenin nüfuzunun tenkisi (azaltılması) veya bir amil–i dinî gibi Türkiye teşkilât–ı siyasiyesinden onun teb'idi (çıkarılması), bizim fikrimizce, İslâm'ın dağılması... demek olacaktır.
"Binaenaleyh, Hilâfet ve imametin, Müslüman milletlerin itimad ve hürmetine lâyık olan bir mevkie vâzolunmasını... istirham ederiz."
Bu hadiseden kısa bir zaman sonra, ayrıca yine Emir Ali'nin başkanlığını yaptığı "Londra İslâm Cemiyeti" adına Sekreter Said Muhammed imzalı bir mektup daha gönderildi, Türkiye'ye. Mektup, bu kez "Dahiliye Vekâleti"ne, yani İçişleri Bakanlığına gönderildi.
Bu mektupta da "İslâm âleminin dayanışmasını sağlamak ve münasebet bağlarını korumak için, Hilâfetin mânâsındaki ruhanî imtiyazların, kànunî bir esas üzerinde istikrarlı bir hale getirilmesi" isteniyordu.
* * *
İstiklâl Mahkemesi heyeti, tutuklanan gazetecileri "Hıyanet–i Vataniye Kànunu" kapsamında ve bu kànuna muhalefet suçuyla yargıladı.
Bu durum, aslında Hilâfet makam ve mânâsının devamını isteyenlere karşı bir tehdit, bir gözdağı anlamını taşıyordu.
Öte yandan, işin içinde İngilizlerin bulunması, gönderilen mektubun Londra çıkışlı olması, Hindistan Müslümanları üstündeki İngiliz tahakkümünün henüz devam ediyor olması gibi hususlar da, bir hayli düşündürücü geliyor.
Ancak, hiç şüpheye, tereddüde mahal bırakmayacak derecede açık olan bir husus vardı ki, o da şudur: Lozan şartlarını kabul eden yeni Ankara hükûmeti, din–i İslâm adına her ne varsa, bunların tamamını ortadan kaldırmak ve hayat sahnesinden silip atmak emelindeydi.
Bu emelini gerçekleştirmek için de, birtakım bahanelere ihtiyacı vardı. Bahaneyi de, çoğu zaman kendisi icad eder ve muarızlarının üzerine acımasızca giderdi.
1923'ün Aralık ayında İstanbul gazetecilerine yönelik yapılan sindirme, yıldırma harekâtı da, bu kabilden bir operasyon mahiyetinde görünüyor.
Hilâfete dair...
Karabekir Paşa ne diyor?
Karabekir Paşa, Hilâfetin kaldırılması öncesinde (Şubat 1924) günlerce devam eden askerî tatbikatın, yani "Harp Oyunları"nın asıl maksadını hatıra notlarında şu sözlerle vuzûha kavuşturuyor: "Harp oyununda maksat, Meclis'e karşı Hilâfetin lağvı için nümâyiş imiş! Sonradan anlaşıldı." (Günlükler, s. 907)
Evet, sonradan (3 Mart'ta) anlaşıldı ki, İzmir'de startı verilen ve memleketin her tarafında yaygınlaştırılan bu olağanüstü askerî hareketliliğin asıl maksadı, Hilâfetin kaldırılması çabasına yönelik bir manevradır.
İşte bu manevra, başarıyla yürütülmüş ve istenen sonuca da varılmıştır. Üstelik, bu manevra öylesine kamufleli bir tarzda ve öylesine bir gizlilik hali içinde yürütülmüştür ki, Karabekir Paşa gibi dâhiyâne bir şahsiyet bile, ancak iş işten geçtikten sonra asıl maksadın farkına varabilmiştir.
Tam diktatörlük
Harp Oyunları bittikten sonra, M. Kemal ile diğer paşalar Ankara'ya dönerken, Karabekir Ege taraflarında kalıyor.
Ankara'daki gelişmeleri gazetelerden takip eden Karabekir, günlüğünde (S. 909) şu notları da kaydediyor:
"29 Şubat 1924; İzmir'deyim: Millet Meclisi'nde Osmanlı Hanedanının memleketten çıkarılması ve Hilâfetin Meclisçe intihabı (seçimi) müzakere olunduğunu gazetelerde yazıyor.
"3 Mart 1924; Balıkesir'deyim: Valiye, Meclis'in Hilâfet'in (lağvı) hakkında vereceği karar tebliğ olunmuş.
"Yeni Erkân–ı Harbiye Kànunu çıktı. Tam diktatörlük."
Bu tarihte, Hilâfet kaldırıldığı gibi, medreseler kapatıldı ve Fevzi Paşa resmen yeni bir statü ile kurulan Genelkurmay Başkanlığına getirilmiş oldu.
Karabekir Paşa, bütün bu olup bitenlerin tam bir diktatörlüğe yol açtığını ifade ediyor.
Demokrasi sözü verildi, muhalifler biçildi | |
|
Çok partili sistem sözü
Meşhûr TİME dergisinin 24 Mart 1923'teki sayısında, M. Kemal kapak konusu yapılmıştı. Aynı yılın 11 Aralık günkü TİMES gazetesinde de M. Kemal ile özel olarak yapılmış bir röportaj yayınlandı.
TİMES gazetesinin bu röportajda öne çıkardığı ve M. Kemal'in dilinden bilhassa nazara verdiği mesaj şu oldu: "Millî hâkimiyet esasına dayanan ve bilhassa Cumhuriyet idaresine malik bulunan memleketlerde siyasî partilerin mevcudiyeti tabiîdir. Türkiye Cumhuriyetinde de birbirini denetleyen partilerin doğacağına şüphe yoktur."
Gazetede bu sözlere dikkat çekilmesinin çok önemli sebepleri vardı. Zira, bu tarihte Meclis'te tek parti hakimiyeti bulunuyordu. 1 Nisan 1923'te alınan "Meclisi yenileme ve genel seçim kararı", bütünüyle tek yanlı olarak tatbik edildi. Birinci Meclis'te ağırlıklı grubu oluşturan "II. Grup", genel seçimde tamamıyla tasfiye edilmişti. Dahası, seçim "merkezî yoklama" yöntemiyle yapıldı ve CHP'ye muhalif, hatta Lozan Antlaşmasına karşı oldukları tesbit edilen bir tek isim yeni listeye alınmadı.
Denilebilir ki, II. Meclis'i yeniden şekillendirmenin en önemli gerekçesini, Lozan Antlaşması teşkil ediyordu. Lozan'a evet diyenler listeye alındı, açıktan hayır diyenler bütünüyle tasfiye edildi. Buna rağmen, Lozan'da imzalanan antlaşmayı Meclis'te reddedenlerin sayısı 14'ü buldu.
Tabiî, bunlar da unutulmadı ve bu yaptıkları adeta fitil fitil burunlarından getirildi. Meselâ, Karabekir Paşa ve arkadaşlarının kurmuş olduğu Terakkiperver Fırkasının kapatılması ve Şeyh Said hadisesinin aynı kişilere fatura edilmesi gibi...
Hâsılı, Cumhuriyet'in kurulmasından hemen sonra verilmiş olan "çok partili sistem" sözü, ne yazık ki, Türkiye'de bir türlü realize edilemedi. 1946'dan sonra başlayan çok partili yeni süreç ise, daha ziyade Avrupa ülkelerinin BM'ye kurucu üye olan devletlerin dayatmasıyla gerçekleşmiş oldu.
Muhalefeti reddeden faşizan uygulamalar
Türkiye'nin 1923–24'ten sonraki acı gerçeği şudur: Ülkenin idaresini ele geçiren Halk Partisi kadroları, karşılarına ikinci bir partinin çıkmasını istemediler. Buna zerrece olsun tahammül göstermediler. Göstermelik de olsa kurulan partilerden hiçbirine genel seçimlere katılma şansı tanımadılar. Böylesi bir gelişmeye imkân ve fırsat vermediler.
Siyaset üzerindeki aynı tarz baskının daha şiddetlisini dinî, ilmî, fikrî sahada da sürdürmekten hiç çekinmediler.
Bırakın matbaalarda kitap, dergi, gazete basmayı, elyazmasıyla yazılan veya çoğaltılan eserlere karşı da amansız bir takip ve cezalandırma yöntemini uyguladılar.
Bediüzzaman Said Nursî ve yüzlerce talebesinin yirmi yedi sene müddetle uğradıkları takibat, tarassut ve tazyikler, bu dönemde uygulanan zorbalığın en bâriz göstergelerinden birini teşkil eder.
1) Tek partinin rakip tanımaz yöneticileri, baskıcı, despot, totaliter ve diktacı bir zihniyete sahip idiler.
2) Demokrasiye inanmadıkları gibi, demokratik bir sisteme geçmek için de ciddî, samimî bir çaba göstermediler.
3) Kendilerine muhalefet eden herkesi komünist, gerici, mürteci, yobaz, yıkıcı, bölücü, vatan haini... olmakla itham ettiler.
4) 1924'te ve 1930'da kurulan kısa ömürlü Terakkiperver ve Serbest Fırka gibi partilerin varlığı, tamamıyla göstermelik bir demokrasi denemesinden ibarettir. Dahası, Halkçılar, muhaliflerini bu metotla belirleyip onları kökten biçmeye yöneldiler.
1923'te başlayan baskıcı diktaya dayalı tek parti rejimi, yukarıda sıraladığımız türden bir anlayış ve icraat yöntemiyle, tam 22 yıl müddetle aralıksız şekilde devam etti.
İstiklâl Madalyası Binlerce gaziye kahramanlık madalyası
Meşhûr TİME dergisinin 24 Mart 1923'teki sayısında, M. Kemal kapak konusu yapılmıştı. Aynı yılın 11 Aralık günkü TİMES gazetesinde de M. Kemal ile özel olarak yapılmış bir röportaj yayınlandı.
TİMES gazetesinin bu röportajda öne çıkardığı ve M. Kemal'in dilinden bilhassa nazara verdiği mesaj şu oldu: "Millî hâkimiyet esasına dayanan ve bilhassa Cumhuriyet idaresine malik bulunan memleketlerde siyasî partilerin mevcudiyeti tabiîdir. Türkiye Cumhuriyetinde de birbirini denetleyen partilerin doğacağına şüphe yoktur."
Gazetede bu sözlere dikkat çekilmesinin çok önemli sebepleri vardı. Zira, bu tarihte Meclis'te tek parti hakimiyeti bulunuyordu. 1 Nisan 1923'te alınan "Meclisi yenileme ve genel seçim kararı", bütünüyle tek yanlı olarak tatbik edildi. Birinci Meclis'te ağırlıklı grubu oluşturan "II. Grup", genel seçimde tamamıyla tasfiye edilmişti. Dahası, seçim "merkezî yoklama" yöntemiyle yapıldı ve CHP'ye muhalif, hatta Lozan Antlaşmasına karşı oldukları tesbit edilen bir tek isim yeni listeye alınmadı.
Denilebilir ki, II. Meclis'i yeniden şekillendirmenin en önemli gerekçesini, Lozan Antlaşması teşkil ediyordu. Lozan'a evet diyenler listeye alındı, açıktan hayır diyenler bütünüyle tasfiye edildi. Buna rağmen, Lozan'da imzalanan antlaşmayı Meclis'te reddedenlerin sayısı 14'ü buldu.
Tabiî, bunlar da unutulmadı ve bu yaptıkları adeta fitil fitil burunlarından getirildi. Meselâ, Karabekir Paşa ve arkadaşlarının kurmuş olduğu Terakkiperver Fırkasının kapatılması ve Şeyh Said hadisesinin aynı kişilere fatura edilmesi gibi...
Hâsılı, Cumhuriyet'in kurulmasından hemen sonra verilmiş olan "çok partili sistem" sözü, ne yazık ki, Türkiye'de bir türlü realize edilemedi. 1946'dan sonra başlayan çok partili yeni süreç ise, daha ziyade Avrupa ülkelerinin BM'ye kurucu üye olan devletlerin dayatmasıyla gerçekleşmiş oldu.
Muhalefeti reddeden faşizan uygulamalar
Türkiye'nin 1923–24'ten sonraki acı gerçeği şudur: Ülkenin idaresini ele geçiren Halk Partisi kadroları, karşılarına ikinci bir partinin çıkmasını istemediler. Buna zerrece olsun tahammül göstermediler. Göstermelik de olsa kurulan partilerden hiçbirine genel seçimlere katılma şansı tanımadılar. Böylesi bir gelişmeye imkân ve fırsat vermediler.
Siyaset üzerindeki aynı tarz baskının daha şiddetlisini dinî, ilmî, fikrî sahada da sürdürmekten hiç çekinmediler.
Bırakın matbaalarda kitap, dergi, gazete basmayı, elyazmasıyla yazılan veya çoğaltılan eserlere karşı da amansız bir takip ve cezalandırma yöntemini uyguladılar.
Bediüzzaman Said Nursî ve yüzlerce talebesinin yirmi yedi sene müddetle uğradıkları takibat, tarassut ve tazyikler, bu dönemde uygulanan zorbalığın en bâriz göstergelerinden birini teşkil eder.
Dolayısıyla, bu partinin faşizan anlayışına sahip kurmay kadroları hakkında şunları söylemek, yaşanan realiteye aykırı düşmese gerek:
2) Demokrasiye inanmadıkları gibi, demokratik bir sisteme geçmek için de ciddî, samimî bir çaba göstermediler.
3) Kendilerine muhalefet eden herkesi komünist, gerici, mürteci, yobaz, yıkıcı, bölücü, vatan haini... olmakla itham ettiler.
4) 1924'te ve 1930'da kurulan kısa ömürlü Terakkiperver ve Serbest Fırka gibi partilerin varlığı, tamamıyla göstermelik bir demokrasi denemesinden ibarettir. Dahası, Halkçılar, muhaliflerini bu metotla belirleyip onları kökten biçmeye yöneldiler.
1923'te başlayan baskıcı diktaya dayalı tek parti rejimi, yukarıda sıraladığımız türden bir anlayış ve icraat yöntemiyle, tam 22 yıl müddetle aralıksız şekilde devam etti.
Buna göre, Meclis kararıyla 15 Mayıs 1919 ile 1 Kasım 1923 tarihleri arasındaki dönem esas alındı.
Bu tarihler arasında, asker olsun sivil olsun, Millî Mücadele hareketine bilfiil katılan, yahut bir şekilde yardım eden, katkıda bulunan her vatandaşa İstiklâl Madalyasının verilebileceği kararlaştırılmış oldu.
Şüphesiz, belirlenen tarihlerin de bir anlamı vardı: 15 Mayıs 1919'da, Yunan Kuvvetleri İzmir'e asker çıkarmış ve şehri işgal ile Batı Anadolu'yu istilâya başlamıştı.
1 Kasım 1923'te ise, Birinci Dünya Harbi sebebiyle tâ 1914 senesinde ilân edilmiş olan "Umumî Seferberlik", Meclis kararıyla kaldırılmıştı.
Bazı kaynaklarda, İstiklâl Madalyasının verilmesi için belirlenen dönemin, İzmir'in işgal ve kurtuluş tarihleri olan 15 Mayıs 1919 ile 9 Eylül 1922 tarihlerinin esas alındığı da belirtiliyor.
Bu madalyanın, yüz binden fazla asker–sivil vatandaşa verildiği tahmin ediliyor.
Birer İstiklâl Madalyası da, yine Meclis kararıyla Maraş ile İnebolu şehirlerine verildi.
Kuvvet kànunda olmalıydı |
"Kuvvet kànunda" olamadı Büyük Millet Meclisi'nde 20 Nisan 1924'te kabul edilen "1924 Anayasası", yakın tarihimizin en uzun ömürlü anayasası olarak bilinir. Zaman içinde bazı maddeleri üzerinde önemli değişiklikler yapılmakla birlikte, bu anayasa esas itibariyle 1960 yılı darbesine kadar yürürlükte kaldı. 24 Anayasasının en dikkat çeken özellikleri arasında yer alan şu iki hususu bilhassa nazara vermekte fayda var: Birincisi: Anayasanın 2. Maddesinde yer alan "Türkiye Devletinin dini din–i İslâmdır" ibaresi bilâhare (1928) çıkartılarak, resmî devletin din hanesi boş bırakıldı. Bir mânâda devlet "dinsiz" hale getirilmiş oldu. 1937'de aynı madde üzerinde yapılan bir köklü değişiklik ile, CHP'nin "altı ok"unu temsil eden "cumhuriyetçilik, milliyetçilik, halkçılık, devletçilik, lâiklik ve inkılâpçılık" prensipleri, anayasaya konuldu. Bu altı ilke, yıllar yılı adeta imânın altı şartı gibi millete lanse ve empoze edilmeye çalışıldı. İkincisi: 24 Anayasasında, "Kuvvet kànunda olmalı" prensibi adeta iğdiş edilerek, kuvvetin kaynağı Millet Meclisine tevdi edildi. Yine 2. Maddeye derc edilen şu ibareler, asıl maksadın ne olduğunu bütün açıklığıyla ortaya koymakta: "İcra kudreti ve teşrî (kànun) salâhiyeti milletin yegâne mümessili olan Büyük Millet Meclisinde tecellî ve temerküz eder." Böylelikle, Meclis'teki sayı üstünlüğü kimin eline geçerse, ülkede o hükmedecek ve millet iradesi üzerinde istediği gibi tasarruf sahibi olabilecek demektir. Buna göre, bir adım öteye gidip farklı partilere de hayat hakkı tanımadın mı, artık kral sensin, hakim sensin, yegâne söz sahibi sensin. Nitekim, o tarihten sonraki 27 yıllık totaliter rejim ülkeye hakim olmuş ve herhangi bir muhalefet hareketine zerrece müsamaha gösterilmemiş. Bu durum da gösteriyor ki, 24 Anayasasına göre, kuvvet kànunda değil, doğrudan şahıslar ve şahısların hegemonyası altındaki tek parti despotizminin elinde olmuştur. * * * 1924 Anayasasını hazırlayan parlamentoda, daha ziyade tek ses ve tek parti zihniyeti hakim durumdaydı. Muhalifler sindirilmiş, susturulmuş ve hatta bazıları sûikast sonucu öldürülmüştü. Ali Şükrü Bey cinayeti misâlinde olduğu gibi... 1924 Anayasası, zamanla değikliğe uğradı. 37 yıllık süre içinde bazı çıkarmalar ve daha çok ilaveler yapıldı. 1961'de büyük çapta değiştirildi ve yeni bir anayasa hazırlandı. Mukayeseli anayasa 1921 ve 1924 Anayasasının asıl ismi "Teşkilât–ı Esasiye Kànunu" idi. Bu anayasaların "ahkâm–ı esasiye" denilen esas hükümlerini mukayeseli olarak şu şekilde takdim etmek mümkün: Madde 1: (İlk hali) Hâkimiyet bilâ kayd ü şart milletindir. İdare usûlü halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına dayanır. (1924 değişikliği) Türkiye Devletinin şekl–i hükûmeti, Cumhuriyettir. Madde 2: (İlk hali) Türkiye Devletinin dini, Din–i İslâmdır. Resmî lisânı Türkçedir. (1924'te, bu kısım kaldırıldı. Yeni madde şöyle oldu:) İcra kudreti ve teşri (kànun) salâhiyeti milletin yegâne ve mümessili olan Büyük Millet Meclisinde tecellî ve temerküz eder. Madde 9: BMM Heyet–i Umumiyesi tarafından intihap olunan (seçilen) reis, bir seçim devresi zarfında BMM Reisidir. İcra Vekilleri Heyeti, içlerinden birini kendilerine reis intihap ederler. Ancak, BMM Reisi Vekiller Heyetinin (Bakanlar Kurulunun) de reis–i tabiisidir. Madde 10: (İlk hali) Türkiye coğrafî vaziyet ve iktisadî münasebet nokta–i nazaran vilâyetlere; vilâyetler kazalara münkasem olup kazalar da nahiyelerden terekküp eder. (1924 değişikliği) Türkiye Reisicumhuru, TBMM Heyet–i Umumiyesi tarafından ve kendi âzası meyanından bir seçim devresi için intihap olunur. Vazife–i riyaset (başkanlık vazifesi) yeni Reisicumhurun intihabına kadar devam eder. Tekrar intihap olunmak (seçilmek) caizdir. Osmanlı'da mevcut bulunan Hilâfet, Meşihat, Şer'iye ve Evkâf Vekâleti gibi dinî mânâ ve mahiyet taşıyan bütün müesseselerin kapatılmasından sonra, bu boşluğun bir şekilde doldurulması maksadıyla Ankara'da Diyanet İşleri Başkanlığı kuruldu. Diyanet makamı, 3 Mart 1924'te Bakanlık seviyesinden "Daire Başkanlığı" seviyesine indirgendi. O günlerin Ankara'sında bu yeni yapılanmanın başına getirilmek üzere uygun bir adam arandı. M. Kemal, en uygun adamın Rifat Börekçi olduğuna kanaat getirdi ve bir süre sonra da ataması yapıldı. 17 yıl müddetle Diyanet İşleri Başkanlığını yürüten Börekçi, şapka fetvası dahil, önüne getirilen din ve diyanetle bağlantılı bütün inkılâp hareketini tasvip ile tasdik etti. Börekçi, ilk başlarda "şapka fetvası"nı vermekte biraz çekingen davranıp tereddüt göstermişti. Ancak, namlunun ucunu görünce, derhal fetvayı imzalamış ve bütün bir milletin başına şapkanın geçirilmesinde, dinî yönden en ağır sorumluluğu üstlenmek zorunda kalmıştı. Bu desteğin mükâfatı olarak, Börekçizade, hayatının sonuna kadar (5 Mart 1941?) bu makamda kaldı. Ne garip bir tecellidir ki, Börekçi'nin sekeratı ve ölümü, tam da Hilâfetin kaldırıldığı, dinî tedrisatın yasaklandığı ve medreselerin kapatıldığı günlerin (3–5 Mart 1924) yıldönümüne rastladı. |
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder