Özal öncesinde evlerde telefon bir lükstü ve birkaç sene içinde yedi milyon telefon edindi milletimiz. Abone adayları yıllarca sıradaydı. Sonra Amerika’dan mülhem bir rüya girdi devreye. Televizyon renklendi, kanallar artmaya başladı. Okuma kültürü oturmadan görsel kültüre geçmiştik.
Memlekette bir video film furyası başladı. Türk sineması çöktü, yerini Amerikan filmleri almaya başladı. Gözlerimizden, gönüllerimize bir Amerikan film furyası akmaya başladı, büyüklerin de küçüklerin de. Yerlileri kovboylar öldürdükçe biz de sevindik, Rambo Afganistan’da Rusları darmadağın ettikçe biz de Çanakkale’mizi hatırladık biraz...
Yeni yeni gazeteler çıkmaya başladı piyasaya. Artık gazeteciler değil, patronlar vardı başlarında ve bir kapitalist işletme nasılsa o şekilde işlemeye başladılar. Babıâli bitmiş, “basın” dönemi başlamıştı. Patronlar krediler aldılar. Karşılığında daha önemli şeyler verdiler...
Özal da gelişim adına ve değişimin ve potansiyel siyasi destekleri için onların plaza kurmalarına, holdingleşmelerine piyasa ekonomisinin bir yansıması olarak baktı ve destekledi yerine göre. İlk özel televizyonu da aynı mantıkla destekledi, ta ki milletin parasıyla ve Özal vasıtasıyla palazlanıp hem Özal’a hem de yerine göre millete karşı diklenene kadar...
Ayrıca yeni yüzyıl “Türklerin” olacaktı ve Özal o zamana kadar kompleksten cesareti kırılan küçük burjuvaya bir öğretmen gibi ticareti, atılganlığı öğretti, moral verdi. Yanına alıp uçakla dünyayı gezdirdi zaman zaman. KDV ile beraber devletin gelirleri arttı, ama Özal’ın dediği gibi mallar ucuzlamadı. Enflasyon inecek dedi, ama arttı. Ama olsundu, ideolojik terör yoktu ya! Hem artık eskiden olmayan mallar vardı piyasada ve de taksitle alınabiliyorlardı. Bölücü terör uç vermeye başlamıştı usulcana…
Arabalar gibi, benzinlikler de değişmeye başladı. Önceleri sadece petrol almak için ve yağlama-yıkama için gidilen ve “bitse de gitsek” denilen mekânlar olmaktan çıkıp, içki dâhil herşeyin satıldığı hem dinlenme hem alışveriş yerleri oldu... Pompaların ve binaların görkemi arttı ve Tevrat’taki ifadeyi kullanacak olursak, halkımız baktı ki “it was good!”
Mağazaların çehreleri değişmeye başladı, vitrinlerinin albenisi ve içindeki malların çeşidi ve kalitesi arttı. Bir kısım insanlar TV'deki hayatla kendi hayatları arasındaki uçurumun kapandığını hissetmeye başladılar. Vitrin ışıltıları, neon pırıltıları altında “ibadet ne güzel şey”di.
Nakit olması mühim değildi, kredi kartları da gelmişti. Her türlü elektronik eşya, tekstil ürünü ve gıda maddeleri ve Çikitanın temsil ettiği yeni değerler yükseliyordu. Ve tahterevallinin bir ucunda o yücelirken, yükselen değerlerle, düşmeye başladı başkaları. Kapitalizmin tapınaklarında haftada birkaç kez tavaf eyleyip, Batılının aldığı gibi mallar aldık. Ama hep doğulu gibi kullandık. Kitapçıklarını bile okumadan, elektronik eşya prize takıldı. Canlandı. Can kattı.
Bu yeni ideolojinin yeni müritleri ve müttebileri ihtiraslıydılar. Yeni tapınaklar çekiciydi. Mesire yeri oldu, podyum oldu. Ve fakat halk herşeyin “tek yol” ve “tek tip”ine alışıktı. Tek tipe alışkın olunca, çok şeyin bir arada olması da sorun oldu. Seçmek de sorundu. Bu arada imdada son birkaç gündür o heyecanlı filmin arasında gördüğü reklamlar yetişmeye başladı. Yeni din her şeyi düşünüyordu... Artık ailecek kutsanmanın hazzını yaşamaya başlamışlardı.
Uzlaşma meydana gelmişti artık. Kavga yoktu. PKK da nasılsa hallolurdu. “Üç beş çapulcu” meselesi.
O halde 12 Eylül öncesinde tüketmek bir tarz iken, sonrasında sanki farz olmuştu. Bazen arz eksikliğinden tüketilemeyen demokrasi ve vatandaş gibi olma ihtiyacını telafiydi. Bazen yenileyemediğimiz benliğimiz adına, yeni şeyler alıp tüketmekti uzlaşmanın odağı. Bu arada gizli gizli yeni kastlar da oluştu. Toplumsal katmanlar arasındaki makaslar açıldı. Ama Peygamber efendimiz de, “zengini severdi!” zaten! Öyle buyrulmuştu.
Eskiden doğru amaçlar için yanlış şeyler yapılmıştı. Şimdi yanlış amaçlar için doğru olanlar. Küresel kapitalizmin tebaaları olmuştuk. “Gerçi kurtulduk esaretten”. Roman ve pop kültürü ile kulakları, McDonalds'la mideleri doldurduk. Ceplerimiz de mark da oldu dolar da. Artan paralar için de, 1993’den itibaren borsa vardı. O da zaten İslami bir şeydi!
Lüks arabalar ve balo kıyafetleriyle taksimde ilk açılan McDonalds’ta yemek yemek de mümkündü artık. Özgürlük anıtı kısmını bilahare düşünecektik. Kolanın İslami olanı, türbanın ecnebi olanıyla buluştuğu noktada nankörlük etmemek lazımdır. Ulvi Alacakaptan ifadesiyle, diğerlerinde olan her şeyimiz olsun, bir de türbanlısı olsun!”du. Sloganın başaramadığını “ayet” başarmış, bankaların da aslında yeni dönemde kar payları devreye girmişti.
Eskiden Almancılar, dışişleri mensupları ve burjuvanın farkını yansıtan arabalar artık her yerde vardı... Radyolar kuruldu. Ülke güvenliğini de sarsmadı nedense! DJ' liği öğrendik ve öğrendik ki, insan Türkçe bilmeden de radyo programı yapabilir, hatta bu ülkede başbakan bile olabilirmiş... Müzik ritme kurban, kalitesi ise oynattığı insana göre bir mikyasa vuruldu... Ağlatandan, oynatana dönmüş ve nihayet çağ atlamıştık. “Türkiye Tamam!”dı.
Dolmakalemler yerine tükenmezler iyice yerleşti hayatımıza, attık ve onunla beraber “kullan at” mantığı, hem insanı hem eşyayı.
Neyimiz eksikti ecnebilerden, neyimiz fazlaydı anlamaya başladık. Yüzyılın rüyası nihayet gerçek olmuştu... Biz Batılı olmuştuk. Uzlaşma ve uzaklaşmayı becermiştik. Ama sanki yönleri ve mahiyetleri farklıydı. Ama otoyollarımız ve ikinci köprümüz “anti-komünist” bir zaferin galiplerini sırtında yorulmadan taşırken, gerisi teferruattı, pardon “füruat”.
Marlboro ceplerde alenen gezerek hürriyetine kavuşmuş, Camel paketlerinde ise hala “Türk-Amerikan harmanı” yazıyordu. Türklerin deveyle ilişkisi yoktu, ama paketin ön yüzünde deve üstünde adam, arkasında piramitler vardı.
Ve Camel paketleri aslında Türkiye’nin yeni iki yüzünü anlatıyordu: Deve üstünde gidenler ve Piramitlere yerleşen yeni Firavunlar. Ondan kurtulmak için ise, Musa’yı biraz daha beklemek lazımdı…
Türk-Amerikan işbirliği ve ideal birlikteliği en iyi Camel sigaralarında oldu sanırım. Ha bir de harmanlanan Amerikan-Türk hükümetlerini anmak lazım. İçenleri ayrı konuşmak gerekiyor. Hâsılı, sigara paketlerindeki beliren Türk algısı, Amerika’nın Türkleri nasıl algıladığını anlatıyordu. Türkleri Araplarla karıştıran bir algıydı. Paketlerin üstünde deve yerine kısrak olursa bir gün, Amerikalının Türkü tanıdığı gün olacaktır. O gün için Amerikalı kadar Türk de hazır olmalıdır.
Ya 12 Eylül Sonrası?
Takvimleri sever milletimiz. Milatlar oluşturur durmadan. Saatli Maarif Takvimiyle irfan sahibi olduk nicedir! Bir meşhur 1968 kuşağı vardı, sonraki ise 1975 oldu. Ve dahi 1980 kuşağıdır çıkan sahneye şimdi.
Terör döneminin ıstırabını hem bedenen hem ruhen hissedenler o günleri asla tekrar yaşamak istemeyeceklerdir. O günler gider ve bir daha geri gelmez İnşaallah. Fakat silahlı ve silahsız çatışmaları, zorbalıkları bir tarafa, o günlerde insanların bugünlerde olmayan birkaç güzel ve takdir-i şayan tarafları vardı. İster sağda olsun ister solda...
İnsanlar o zamanlar daha çok okurlardı. Kitap okurlardı, gazete okurlardı, ama okurlardı. Okuduklarını ideolojilerine mermi yapmak için de okurlardı, karşı tarafı çürütmek için de okurlardı, ama okurlardı. Gazeteyi de kitabı da ideolojik beslenme ve psikolojik savunma için okudukları doğrudur, ama okuyorlardı. Hem gazete-kitap okumanın hem de tahsil anlamında okumanın, “okumayan” insanlar gözünde dahi belli bir anlamı ve önemi vardı...
Daha da önemli bir husus vardı o zamanlar. Ki, bugün hemen hiçbir kesimde yok gibidir: Onların saygın ülküleri vardı. O ülküler kendilerini bağlıyor ve kendilerini aşıyordu. Şahsi menfaatler değil, daha büyük, daha yüce gördükleri, uğrunda hem yaşamayı hem de ölmeyi göze alabilecekleri ülkülerdi onlar. Körlükleri biraz da bunandı. Gözlerindeki iris tabakasını kaplayan şeydi o ülküler, ceplerine ve havsalalarına çöreklenen çıkar değil. Öldüler de, hapse de girdiler, sakat da kaldılar. Yarlıgasız yargılarla idam da edildiler. O fıkradaki Laz mantığıyla: “bir onlardan, bir bizden.”
Kendilerini de sorguladılar. Kim içindi yaptıkları? Liderlere niçin bu kadar tabii olmuşlardı? Kimi zaman tereddüt ettikleri meselelerde kendilerinin aslında ne kadar da haklı olduklarını... Ama düdük çalınmış, maç bitmişti... Şimdi kıyıda köşede kalmış bütün emekli hakemler holdinglerin üst kurullarında büyük oyuncular olmuşlardı. Bir bakıma ülkeyi ekonomik olarak da kurtarma çabalarıydı bunlar! Hatta bu emekli hakemden dönme yeni oyunculardan holding sahibi olacak kadar memleket hizmetine kendilerini vakfetmişlerdi.
Ulusu’lu yıllar ve tekrar sultalı demokrasiye geçiş yılları başladı... Özal damgasını vurdu bu yıllara. Hem de nasıl? DPT kökenli olduğu, özel sektör tecrübesi olduğu için askeri hükümetinde bir müddet gözdesi olmuştu zaten... Askerin sivillere askeri tarzda yaptırttığı yeni anayasa yüce milletimin –ki bu zamana kadar askeri idareden de sıkılmışlar, eski günleri bir kere daha muhakeme etmeye başlamışlardı--yüzde doksan iki gibi bir çoğunlukla okumadan, anlamadan hüsn-ü niyet ve hüsn-ü kabulleri ile yürürlüğe soktular...
Özal eski siyasilerin yasakları olması ve askerlerin de metazori işbaşına getirmelerindeki avantajlarını da hesaba katarak siyasete girip ANAP’ı kurdu. Ondan önce Amerika’ya gidip bilgilerini tazeledi ve kilo verip karizmatik ABD başkanlarının usulleriyle nasıl başbakan olabileceğinin notlarını da kafasına kazarak ülkeye dönmüş, hem ülke içinde tanıdıkları hem de ülke dışında özellikle ABD’de irtibatlı olduğu kişileri siyasete çekmeyi başarmıştı...
Vaktiyle MSP’de yapamadığını şimdi daha güçlü bir konumda ANAP’la yapacaktı... Ve Kenan Evren’in bizzat emekli bir asker olan Calp’ı işaret etmesine rağmen, milletimiz Özal’ın o iki elini kafasının üzerinde birleştirerek yaptığı “dört eğilimi” birleştirme rumuzunu hafızalarındaki acılarla yan yana koyarak iyi idrak etti. Seçim sisteminin de yardımıyla Özal başbakan oldu, partisi tek başına iktidar. Özal bir şeyi iyi biliyordu en çok: Ortadoğu'da en az iki bin yıldır yöneten ve yönetilen ilişkisi çoban ve koyun sürüsü metaforuyla anlatılır.
Ülkedeki kimi değişimler Özal’la başladı. Şöyle diyordu Özal: “Anavatan Partisi 20 Mayıs 1983 günü kurularak, memleketimizin siyasi hayatında yerini almıştır. Partimizin sembolü, bal petekleri ile donatılmış Türkiye haritası ve bal arısıdır. ARI çalışkanlığı, PETEK aziz vatanımızın en ücra köşesine kadar mamur hale getirilmesini ifade etmektedir. Milli ve manevi değerlere bağlı, sosyal adaletçi, rekabete dayalı serbest piyasa ekonomisini esas alan bir parti olarak, programımızda belirtilen bu ilkeler etrafında birleşmeyi sağlayıp, Türkiye'yi ileri ve modern bir ülke haline getirmek en ulvi görevimiz olmalıdır. Bunun için, programımıza inananları, daha önceki siyasi görüşleri ne olursa olsun birliğe ve beraberliğe davet ettik. Aziz milletimiz çekişmenin, kargaşanın ve bölücülüğün hiç bir zaman yanında olmamıştır. Geçmişte şu veya bu şekilde kavgaya itilenler veya kendini kavganın içinde bulanlar muzdariptir. Kırgınlıkların giderilmesine, yaraların sanılmasına, dostluğun, kardeşliğin ve dayanışmanın geliştirilmesinde zaruret vardır. Anavatan Partisi bir hizmet kapısıdır, "Halka hizmeti hakka hizmet" olarak görür. Ülkemiz, insanımızın çalışkanlığı ve kabiliyeti, tabii kaynaklar ve coğrafi avantajlarıyla gelişmişliğin zirvesinde yer almaya layıktır. Bu cennet vatan tarih boyunca Dünya'nın en ileri medeniyetlerini bağrından çıkarmanın haklı gururuna, bu aziz milletle gelişmiş ve medeni olmanın tarihi tecrübesine sahiptir. Milletler arasındaki medeniyet yarışında geri kalmamızın meşru ve makul sebebi olamaz. Milletimize doğru hedefler gösterildiği önüne konulan mânialar kaldırıldığı, birlik ve beraberliğin bozulmadığı müddetçe aşamayacağı engel, çözemeyeceği mesele yoktur.”
Ve ardından ekliyordu:“Memlekete sahip, milletine hizmetkâr ancak yapabileceğini vadeden ve vaadinde mutlaka duran dostluğu, kardeşliği sevgi ve barışı şiar edinmiş bir anlayışla bu vatana en verimli bir şekilde hizmet edebileceğimize ve ülkemizi milletlerarası camiada mümtaz ve layık olduğu seviyeye çıkarabileceğimize inanıyor ve yüce Allah'ın gayretlerimizde bize yardımcı olmasını diliyoruz.”
İnsiyaki olarak ve felsefesine daha inmeden gönlünü kaptırdığı bir serbest piyasa ekonomisinden bahsediyordu Özal. Şanlı halkımın esnafı bunu “istediğin malı, istediğin fiyata sat!” diye anladı. Ve tabii ki beğendi. Eskiden olduğu gibi malların üzerinde alış-satış etiketleri olmayacaktı. Bu liberal ekonomiye aykırı idi. Sonra teşebbüs hürriyeti bunu tamamladı, ama üretim aynı ölçüde hem sınırlı hem de düşük kaliteli kaldı. Canım her şeyi yapmamamız gerekmiyordu ya! İthal edebilirdik…
Ve traş bıçağından muza kadar bir ithalat furyası başladı. Borç yiğidin kamçısıydı nasıl olsa. Zaten ismen var olan ve okullarda sadece çocukların kutladığı “yerli malı haftası” iyice tuluat tiyatrosu malzemesi oldu. Yerli araçlarda zorlayıcı bir şey yoktu... Onları üretenler gene devlete sırtlarını dayayıp dört teker üstünde yürüyen tenekeler olarak hizmet vermeye devam ettiler. Yeni bazı otobüsler de bu arada piyasaya girmeye başladı ve kamyonlar biraz daha farklılaştı, çeşitlendi. Hızlandılar, arabalarla yarışacak kadar hem de...
Din ve vicdan hürriyetinden dem vuruyordu Özal ve yavaş yavaş Demirel'in tabanını kendine kaydırdı. Mütedeyyin kitleler yine bir siyasi Mesih’e kavuşmuşlardı. Tarihten bahsediyordu, Allah’tan yardım istiyordu. Bir büyük maziden bahsediyordu. Türkeş’in tabanı da yorgundu ve Özal fena bir adama benzemiyordu hani. Üstelik eski ülkücü kimi bozkurtlar Özal’ın yuvasına, partisine girmiş ve hüsn-ü kabul görmüşlerdi. Davaya hizmet olduktan sonra mekân da önemli değildi. Ve onlara da hitap ediyordu Özal. Geçmişteki gönül yaralarını ve tedavi olarak önerdiği sosyal adalet ve daha ne olduğu ne adına olduğunu en azından benim anlayamadığım “birlik ve beraberlik” destanını da reçeteye ekleyince, Özal'ın halk irfanında zaten yeri olan arı sembollü partisi eski sol fraksiyonlardan da oy aldı. Uzlaşma olmuştu işte...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder