Kral İdris ve Albay Kaddafi..
'El Kuds'ül Arabi' yazarı Abdülbari Atwan bir yazısında Libya halkının Kaddafi rejimine karşı ayaklanmasının nedenlerini sıralamıştı.
Atwan, Kaddafi'nin petrolden elde ettiği 200 milyar doların üzerinde oturduğunu, yanısıra Libya hazinesine yılda 50 milyar doların girdiğini de eklemişti.
Arap dünyasını iyi tanıyan Atwan sözkonusu yazısında şunları söylemişti:
'Halihazırdaki Libya devrimi ekonomik sebeplere dayanmıyor. Tamamen siyasi sebeplere dayanmaktadır. Nüfusun yüzde 52'sini oluşturan (25 yaş altı) gençler, babalarının kırk yıldır kabullendikleri aşağılanmayı ve baskıyı kabullenmeyeceklerdir. Bu yüzden sosyal adalet, gerçek demokrasi ve servetin eşit paylaşımı için köklü değişim talep ediyor.'
İslam dünyasının nüfusunun büyük bir kısmı gençlerden oluşuyor ve maalesef bu dünyada yer alan ülkelerin çoğunda tek parti rejimleri, diktatörlükler ve monarşiler egemen.
Bu noktada Libyalı siyaset bilimci Prof. Mansur Ömer el-Kahya'nın 'Libya'nın Kaddafisi' başlıklı kitabında, 1969'da Kral İdris'in neden kolayca devrildiğine ilişkin olarak yer verdiği açıklamalarına değinmek istiyorum.
Tabii ki Kral İdris'in Kaddafi ve 10 arkadaşının liderlik ettiği 'Hür Subaylar' tarafından alaşağı edilmesinde Arap dünyasını baştan aşağı saran popüler Arap milliyetçiliklerini temsil eden 'Nasırcılık' ve 'Baasçılık' ideolojilerinin büyük payı vardı.
Ama tek neden bu değildi ve bugün Kaddafi rejimini sona yaklaştıran nedenlerle de ilgisi var.
Prof. Mansur Ömer Kahya da bu sebeplere dikkatimizi çekiyor kitabında.
***
1950'lerin başında İtalyan sömürgesinden kurtularak bağımsızlığını kazanan Libya petrol üretimiyle birlikte zenginleşmişti.
Libyalı gençler Batı'da eğitim almaya başlamışlardı ve bu ülkelerdeki siyasi özgürlükleri kendi ülkelerinde de görmek istiyorlardı.
Kral İdris'in bütün iyi niyetliliğine rağmen, yönetici sınıf bu değişim isteğine cevap verecek nitelikte değildi.
Prof. Mansur'un ifade ettiği gibi ülkenin geleneksek yönetici sınıfı aynıydı ve ayrıca yeni oluşan orta sınıf ve aydınlar tarafından talep edilen siyasi reformlar monarşi yönetimi tarafından sürekli reddediliyordu.
Yönetici sınıf geniş tabanlı bir siyasi katılıma izin vermemekte direniyordu.
Bakın Prof. Mansur ne diyor:
'Libyalı gençler tıpkı dünyanın diğer yerlerindeki gençler gibi hayata başkaldırmak ve hayatı büyüklerinin talimatlarıyla değil yaşayarak tanımak istiyorlardı, fakat başlarındaki kısıtlayıcı yönetim bir türlü buna izin vermiyordu. 1968 yılında, gençlerin düzenledikleri gösterilerde en sık duyulan sloganlardan biri 'Şeytanın idaresi İdris'inikinden iyidir' idi. Çıkardıkları tüm kargaşaya rağmen aslında Libya halkının istediği devrim değil, değişimdi.'
Genç nesil hükümetin adaletsiz gelir dağıtımına karşı da tepkiliydi, bu nedenle devrim gerçekleştiğinde genç neslin büyük çoğunluğu ve çok sayıda orta sınıf devlet memuru yeni rejime destek verdi.
***
1970'lerin başında Libyalı gençler için Kaddafi 'değişim' isteğini temsil ediyordu.
Kaddafi'nin siyasi katılımı artıracağına, ekonomiyi düzene sokacağına ve ülkeyi daha demokratik bir siyasi sistemle yöneteceğine inanmışlardı.
Aradan 41 yıl geçti ve Libyalı gençlerin beklentisi yerini büyük bir umutsuzluğa terketti.
1969'daki devrime büyük bir coşkuyla omuz veren gençler şimdi Libya'nın yaşlıları..
Torunları ise yeni bir devrim ve değişim için Kaddafi'yi ülkeden göndermek istiyorlar.
Yani, Kral İdris'in vermediğini Kaddafi de vermediği için oluyor bütün bunlar.
Yazık, Kral İdris'in akıbetinden ders çıkaramamış Kaddafi.
Başına gelenleri haketmediğini kimse söyleyemiyor bu yüzden.
Küresel değişim ve acziyet..
Küresel çapta uyanışın ve değişimin farkında olmayan diktatörler saltanatlarını kendi iradeleriyle terketmeye yanaşmıyorlar. Değişimin farkında olsalar bile on yıllar boyunca kurdukları baskı sistemi sayesinde ayakta kalmaya devam edeceklerini zannediyorlar. Mevcut halleriyle uluslararası camiada aklanmak için çil çil altınlar, pardon, çil çil petrol, yanı sıra kirli anlaşmalar dağıttılar. Ve aslında 1989'da 'Berlin Duvarı'nın yıkılmasından sonra gitmeleri gerekirken bu sayede bir yirmi yıl daha uzatmış oldular saltanatlarını.
Zaten kendisi de paramparça olan, etkinliğini ve itibarını yitirmiş olan uluslararası sistemin bu rejimleri sırtında taşıması artık mümkün değil. Çünkü bu rejimlerle birlikte uluslararası sistemin aktörleri de küresel değişimin dip dalgalarının önünde sürüklenme tehlikesi içinde olduğunu farkettiler. Amerika'nın ve diğer bazı Batılı ülkelerin Hüsnü Mübarek ve Zeynelabidin Bin Ali'yi yüzüstü bırakmalarını başka türlü açıklayamayız. Daha düne kadar Kaddafi'ye etmediği şirinlik kalmayan Sarkozi'nin Kaddafi'ye iğneyi ilk sokanlar arasında yer almasını, siz isterseniz bir fırsatçılık olarak görebilirsiniz, durum değişmiyor. Fransa'yı iki yüzlü siyasete zorlayan nedenler aynıdır.
Açıkçası küresel aktörler, dipten gelen dalganın anlamını kavradılar ve en pratik yolun bu dalganın karşısında durmak yerine üzerinde sörf yaparak dünyayı yeniden biçimlendirmenin yollarını aramaya başladılar. Bu noktada İslam dünyasının önüne, kendini yenilemesi ve değişen dünyaya evrensel çapta bir cevap vermesi için tarihi bir fırsat çıktı. Eğri oturalım doğru konuşalım, bu cevabı verebilecek durumda mıyız? Bu konuyu bir başka yazıda tartışmak üzere noktalayarak halk devrimleriyle ilgili bir kafa karışıklığına dikkat çekmek istiyorum.
Her olayda Batı'nın çifte standartlarına dikkat çekiyoruz ama bu sızlanmaların ve suçu başkalarına yüklemenin sonu yok. Mevcut sorunlara çözüm getirmiyor bu mantalite. Batı Libya'ya müdahale ettiğinde 'Mısır'a, Tunus'a, Bahreyn'e, Suriye'ye niye etmediniz' diye bir feryat, bin figan.. Bu tavrı anlamakta zorluk çekiyorum ve söyleyecek kelime bulamıyorum. Buluyorum elbette, 'acziyet'. Belki de üzerinde ciddiyetle düşünmemiz gereken şey, budur. O halde 'Neden aciz kalıyoruz' sorusuyla başlayabilliriz işe, belki o zaman haysiyetli bir çıkış yolu bulabiliriz. Çünkü acziyet kafalarda başlıyor ilkin. Zihinsel acziyetlerimizi aşmadıkça bir baltaya sap olamayacağımız gün gibi aşikar.
Fransa K.Afrika'da yeni bir bayrak dikme pesinde mi?
“Osmanlı Kuzey Afrikası” tarihiyle ilgili kaynaklarımız fena değil ama iş bu bölgenin yakın tarihine gelince, orda duralım. Bölgeye ilişkin tarihi bilgimizin sınırı 1918'de son buluyor. Neredeyse yüzyıllık bir kopuş sözkonusu. Teliften vazgeçtik, yabancı kaynakların çevirisiyle de yetinebilirdik ama o da olmadı. 19. yüzyıl Güney Afrika tarihi bilinmeden bugünkü gelişmeleri kavramak sözkonusu değil. Kuzey Afrika'nın 19. Yüzyılda maruz kaldığı olaylar, esasında bir bütün olarak Afrika'nın sömürgeleştirilmesiyle ilişkilidir. Bu yüzyıl Batı Avrupa kapitalizminin emperyalizmle kurduğu kirli ittifakların tarihidir. Fransa'nın Libya'ya askeri müdahalede ön almaya çalışması, 19. Yüzyıl Afrikası'nda sömürgeleştirme amaçlı olarak bölgede bayrak dikme yarışının bir devamı bile sayılabilir.
19. yüzyıl Güney Afrika tarihi bilinmeden bugünkü gelişmeleri kavramak sözkonusu olamaz sevgili okurlar.
Kuzey Afrika'nın 19. Yüzyılda maruz kaldığı olaylar, esasında bir bütün olarak Afrika'nın sömürgeleştirilmesiyle ilişkilidir.
Bu yüzyıl aynı zamanda Batı Avrupa kapitalizminin emperyalizmle, sömürgecilikle kurduğu kirli ittifakların tarihidir.
Sömürgecilik hıristiyan misyonerler, büyük şirketler, finans kuruluşları ve ordular eliyle gerçekleştirilirken “Afrika'ya medeniyet götürüyoruz” iddiasıyla bu kirli ittifak Batı kamuoyları nezdinde temize çıkarılmaya çalışılmıştı.
19. yüzyılın “Sahraaltı Afrikası”nda neler olup bittiğine bir göz atarsanız, sömürgeci güçlere karşı verilen mücadelenin ne kadar yaygın olduğunu göreceksiniz.
Sahraaltı Afrikası'nın ekonomik ve ticari zenginliklerine ulaşmanın yolu Batı ve Kuzey Afrika'dan geçiyordu. Yani, Mağrip'ten.
1800'lerin başlarında İngilizler Batı Afrika sahillerinden kıtaya sızarken, Fransızlar da Fas ve Cezayir'den Sahraaltı Afrikası'na inmeye başladılar.
Osmanlı'nın uzaktan ve gevşek biçimde yönetmeye çalıştığı “Garp Ocakları(Libya, Tunus ve Cezayir)”, emperyalist devletlerin Sahraaltı Afrikası'nı talan etme girişimlerinin Kuzey Afrika'ya uzanması üzerine bu bölgede yeniden merkezi bir idare tesis edilmeye çalışlımıştı.
Fransa 1830'da Cezayir'i işgal ettikten sonra askeri faaliyetlerini Sahraaltına, Çad ve Batı Sudan'a (Darfur'a) kadar genişletmeye başladı.
SAHRAALTI AFRİKASI'NDA SÖMÜRGE SAVAŞI
Sahraaltı Afrikası dediğimiz bölge Mısır'dan Fas'a kadar olan sahil bölgelerin uçsuz bucaksız çöllerle kaplı Güneyinin altında kalan bölgedir.
Osmanlı kaynaklarında “Biladü's-Sudan (Siyahların Ülkesi)” olarak anılan Sahraaltı Afrikası'ndan daha güneydeki tropikal bölgelere geçilir.
Sahraltı Afrikası'nın Batı bölgesi “Batı Sudan”, ortası “Orta Sudan”, Doğusu ise Doğu Sudan”dır.
Emperyalist devletler Afrika kıtasını paylaşmak konusunda anlaşmaya varmışlardı.
Mısır ve Sudan İngilizlerin payına düşerken Fas'ın bir kısmı Fransız ve İspanyollara ayrılmıştı.
Cezayir'le yetinmeyen Fransa, İngiltere'nin Mısır'ı işgal etmesinin ardından, borç tuzağına düşürdükleri Tunus'u da yutmuştu.
Benzer bir borç tuzağı Mısır için de sözkonusu olmuştu.
Tunus'un borçlanmasında İtalyanların da dahli vardı ama Fransızlar erken davranarak işgali oldu-bittiye getirdiler. l
İtalyanlar da Kızıldeniz sahillerinde (Doğu Sudan) Eritre ve Somali'yi işgal etmişlerdi ama bu bölgeden istedikleri nemalanmayı sağlayamamışlardı.
Habeşistan (Etyopya)'a göz süzdüren İtalyanlar için Kuzey Afrika sahillerinde işgal edilmemiş tek ülke olan Libya da ayrıca iştah kabartıcıydı.
Sultan II. Abdulhamit İtalyanların Trablusgarp'ı işgal etmeye niyetlendiklerini anlamıştı.
Habeşistan İmparatoru'na bir askeri heyet göndererek İtalyanların Habeşistan'a yönelik girişimleri konusunda haberdar etmişti.
Habeşistan ve İtalyanlar arasında bir savaş çıkma ihtimali doğduğundan Libya'nın işgal edilmesi ertelenmişti.
BAYRAK DİKME YARIŞLARI
19. yüzyıl'da Sahraaltı Afrikası'nın sınırları bugünkü görünüşünde değildi.
Bir bayrak dikme yarışı başlamıştı bölgede.
Hangi devlet nereye bayrak dikse, orası o devletin toprağı oluyordu sözde.
Fransızların Libya'nın Fizan bölgesinin en güney sınırlarına sızarak bayrak dikme girişimlerine karşı Sultan Abdulhamit de Osmanlı askerlerine bölgedeki denetimlerini sıklaştırarak Sahraaltına kadar inmeleri emri vermişti.
Osmanlılar da Fizan'daki kabilelerin desteğiyle bölgeye kendi bayraklarını dikmişlerdi.
Fransızlara Kuzey'e doğru çıkmamaları bu şekilde ihtar edilmişti.
Bugün Fransa'nın Libya'ya askeri müdahalede ön çalışmaya çalışmasını bu bakımdan bir “bayrak dikme” olarak anlamak gerekiyor.
Yoksa siz, kendi ülkesindeki Mağriplilere ikinci sınıf vatandaş muamelesi yapan Sarkozi'nin Libya'ya özgürlük getireceğine mi inanıyorsunuz?
FRANSA'NIN RUANDA'DA ELİ KİRLENMİŞTİ
1990'ların başlarında, Ruanda iç savaşı sırasında bu ülkeye asker gönderen Fransa, yüzbinlerce insanın katledilmesi karşısında gıkını çıkarmamıştı.
Güya Fransız askerleri güya Ruanda yönetimini demokratikleşmeye yöneltmek, tarafları anlaşmaya zorlamak ve böylece çatışmaların tekrar başlamasını önlemek amacıyla bu ülkede bulunuyorlardı.
Ayrıca BM Güvenlik Konseyi de aldığı bir kararla “Ruanda'da yerinden ayrılmış insanlar, sığınmacılar ile tehlikedeki sivilllerin güvenliğini ve korunmasını sağlamak” için Fransız müdahalesine onay vermişti 1994'te.
Bu müdahale “Turkuvaz Harekatı” adıyla gerçekleştirilmişti.
Peki Ruanda yönetimini demokratikleştirmeye ikna edebilmiş ve taraflar arasındaki anlaşmayı sağlayabilmiş midir Fransa?
Tabii ki hayır..
Batı kamuoyu Fransa'nın Ruanda yönetimine arka çıkmak suretiyle, soykırıma hazırlanan bir hükümete bilerek dayanak olduğunu düşünüyordu.
Fransa ise herzamanki pişkinliğiyle Ruanda Başkanının demokratik yolda ilerlemesini sağlamaya çalıştığını iddia etmekle yetindi.
Fransız hükümetinin kurbanlardansa soykırım sorumlularına daha fazla yardım ettiği kuşkusu egemen olmuştu Fransa basınında bile.
Uluslararası insani yardım kuruluşları müdahaleye karşı çıkarlarken, “Dünya Doktorları Kuruluşu” “Fransız ordusu o an için, bizim insani etkinliğimize engel oldu” açıklaması yapmıştı.
FRANSA KENDİNİ AKLAMAYA ÇALIŞTI
Fransa'nın sosyalist Cumhurbaşkanı François Mitterand'ın Dışişleri Bakanı Hubert Vedrine anılarında, Turkuvaz harekatı'na yönelik eleştirilere karşı, Ruanda'da olan bitenlerde Fransanın sorumluluğunu kabul etmeyerek, “En nihayetinde, demokratikleştirme eyleminin tüm denge bozucu sonuçlara sahip olma riskini almasını Fransa'nın ölçmemiş olmasına üzüntü duyulabilirdi” demekten öteye geçememişti.
Fransız dışpolitikası Afrika'da çamura batmıştı ama Vedrine'ye göre Fransa ellerini yanık motor yağına daldırarak güvenliğe katkıda bulunmuştu.
Bakın ne diyor Vedrine:
“Ötekilerin elleri temiz deniyor, ama elleri yok ki! Afrikanın büyük dramlarının-her biri 500 binden fazla ölüme mal olan iç savaşlar ya da bölünme savaşları, kabile çatışmaları, gaddar diktatörlükler-eski Belçika sömürgelerinin tek ve acılı istisnasında, otuz yıldan beri tümüyle Fransa'nın dengeleyici etkisinin hiçbir zaman uygulanmadığı bölgelerde geçtiğinin fark edilmemesi mümkün mü: Nijerya/Biafra, Uganda, Mozambik, Angola, Sierre Leone, Liberya, Güney Sudan, Etyopya, Somali, Eritre?”
Fransız eski dışişleri bakanı, diğer Batılı ülkelere gönderme yapıyor.
Yani, tencere dibin kara, seninki benden kara hikayesi.
Bingazi Mebusu Paşa ve çocukları...
“Osmanlı Kuzey Afrikası” tarihiyle ilgili kaynaklarımız fena değil ama iş bu bölgenin yakın tarihine gelince, orda duralım. Bölgeye ilişkin tarihi bilgimizin sınırı 1918'de son buluyor. Neredeyse yüzyıllık bir kopuş sözkonusu.
Teliften vazgeçtik, hiç değilse yabancı kaynakların çevirisiyle de yetinebilirdik ama o da olmadı.
1918'den sonra, mesela Libya'da ne olup bittiği konusunda yeterli bilgiye sahip değiliz.
Neyseki Libya asıllı siyaset bilimci Prof. Mansur Ömer El-Kihya (Kahya)'nın 1997'de kaleme aldığı “Libya'nın Kaddafisi” başlıklı kitabı “Kaknüs Yayınevi” tarafından Türkçe'ye çevirildi. Okumanızı tavsiye ederim, Libya siyasi tarihini derli toplu anlatan bir kitap bu.
Amerika'da yaşayan yazar çoğu okura yabancı gelebilir ama bir parça Osmanlı Libyası'na aşina olanlar tanıyacaktır.Gerçi Prof. Mansur Ömer El Kahya kitabında bu ayrıntıya yer vemiyorsa da, kendisi 1908'deki Meşrutiyet'in ilanından sonra Osmanlı Meclisi'nde Bingazi mebusu olarak yer alan Ömer Paşa Mansur el-Kahya'nın oğludur.
“Kahya ailesi” Bingazi'nin en meşhur ailelerinden biridir. Trablusgarp Direniş Cephesi'nde Senusi tarikatı liderleriyle birlikte Osmanlı safında İtalyanlara karşı savaşmış bir mücahittir Mansur Paşa.
Daha doğrusu direnişin sivil liderlerinden biridir. Aynı aileden Nuri el-Kahya da tanınmış bir yurtseverdir, Libya'da “Ömer Muhtar Birliği”nin kurucularındandır.
Ömer Paşa Mansur El Kahya, 1949'da Doğu Libya'da “Berka Emirliği”ni kuran ve daha sonra Birleşik Libya'nın Krallığına getirilen İdris es-Senusi'nin en yakınında yer almış bir şahsiyetti. Libya hükümetlerinde yer alan Mansur Paşa, Modern Libya'nın kurucuları arasında sayılıyor.
Oğlu Mansur Ömer el-Kahya ise Kaddafi rejiminden kaçarak Amerika'da yaşayayı seçen bir bilim adamıdır. Prof. Mansur Ömer el-Kahya'nın kuzeni Dr. Mansur Raşid el-Kahya ise 1970'lerde Libya'yı BM'de temsil eden bir diplomat idi. Kaddafi'yle ters düşerek Libya'dan ayrılan Dr. Mansur Raşid, “Arap İnsan Hakları Organizasyonu”nu kurmuştu.
İnsan hakları aktivisti olarak Kaddafi rejimiyle mücadele eden Dr. Mansur Raşid 1993'de Kahire'de kaçırılmıştı. Bu kaçırılma olayında Mübarek ve Kaddafi'nin işbirliği yaptığı iddia edilmişti. Kaddafi ise CIA'yı suçlamıştı. Libya gizli servisi tarafından kaçırıldığı kuvvetle muhtemel olan Dr. Mansur'un Libya'da idam edildiği sanılıyor.
Yüzyıl önce Libya ablukası Osmanlı'yı hedef almıştı!
Libya'nın 1911'de İtalyan ordusu tarafından işgal edilmesini Vatikan tarafından desteklenen Banco Di Roma finanse etmişti. Sultan Abdülhamit'in bütün engelleme çabalarına rağmen bu Bankanın Trablusgarp'a girmesi önlenememişti.
Bu süreç hakkında bilgi edinmek isteyenler Özcan Mert'in “Belleten” dergisinin Ağustos 1987 tarihli sayısındaki “Osmanlı belgelerine göre Banco di Roma'nın Trablusgarp'daki faaliyetleri” başlıklı makalesini okumalılar. Öte yandan Fransa'nın Libya'ya yönelik faaliyetleri için de aynı derginin Nisan 1982 tarihli sayısında Prof. Abdurrahman Çaycı'nın “Guma İsyanı öncesinde Fransa'nın Trablusgarp siyaseti” başlıklı makalesine bakmalılar..
1900'lerin başlarında İtalya'nın yoksul güney bölgelerinden toplanan köylülerin Libya topraklarına yerleştirilmeleri de bir “uygarlaştırma misyonu”yla ifade edilmişti ama İtalyan sosyalistler “Bu köylüler mi uygarlık götürecek” diye itiraz etmişlerdi.
Hiç aklınıza gelir miydi, o dönemde sosyalist olan Mussolini bile Libya'nın (Trablusgarp) işgal edilmesine itiraz etmiş, hatta İtalya'da protesto içerikli bir takım şiddet eylemlerine bile karışmıştı. İktidara geldikten sonra, 1930'larda en acımasız şekilde Libya halkına zulmeden de aynı Mussolini'ydi.
İtalyan işgaline karşı Osmanlı subayları ve Libya halkı birbiriyle kenetlenerek direnmişti. Bingazi cephesi komutanı Binbaşı Enver Bey, İtalyan mevzilerindeki askerlere yönelik olarak kaleme aldığı bildirilerde “Ne için ölüyorsunuz? Banco di Roma'nın kasaları daha fazla dolsun için değil mi? Yazık yazık” diyordu.
Bildiriler İtalyan askerleri arasında etkili oluyordu. İtalya'nın köylü kökenli askerleri ölen arkadaşlarının arkasından yaktıkları ağıtlarda bakın ne diyorlar:
“Ölüm Haberini Aldığımda / Ölüme Denk Acı Çektim / İsa mı Yönetiyor Bizi, Yoksa Patronlar mı?/ Güneş Görünmeyecek Kadar / Yeryüzünü Kanla Sıvayan Savaşa Lanet Olsun”
Aslında öteden beri İtalyan milliyetçiler Libya'yı “ vaadedilmiş topraklar” olarak görüyorlardı. İtalyanlar, Kuzey Afrika'nın sahraaltı Afrikasına açılan en geniş sahillerine sahip olan Libya'yı işgal ederek ulusal birliği güçlendireceklerine inandırılmışlardı. Bunun için finans kuruluşlarının finanse ettiği dernekler bile kurmuşlardı.
1870'lerin başlarında kendi ulusal birliklerini kuran İtalyanlar da, Fransızlar, İngilizler ve Belçikalılar gibi sömürge pastasından pay almak istiyorlardı. Oysa Mümtaz Onur Gürer'in “İtalyan Krallığı'nın Doğu Akdeniz Politikası (1861-1913)” başlıklı yüksek lisans tezinde ifade ettiği gibi İtalya'nın 1861-1913 yılları arasındaki Trablusgarp temelli izlediği Doğu Akdeniz Politikası, İtalya'nın emperyal bir güç olma düşüncenin acemice uygulamasından ibaretti.
Tunus'u Fransa'ya kaptıran, Eritre ve Somali'nin işgalinden bekledikleri yararı sağlayamayan İtalyanlar, Osmanlı devletinin zayıf bir anında Libya'ya asker çıkararak emperyalist paylaşıma daha güçlü şekilde katılmak istemişlerdi.
İlginçtir, Türkiye şimdi Kaddafi'ye yönelik ablukada başkaca nedenlerle olsa bile NATO harekatı içerisinde yer alıyor. Ama yüz yıl önce, 1911'deki İtalyan işgali sırasında Libya direniş cephesine denizden yardım gelmemesi için uygulanan ablukanın hedefi de Türkiye idi. Deniz ve karayoluyla Trablusgarp'a geçmek isteyen bazı mücahitler ve Osmanlı subayları Fransızların da yardımıyla yakalanmışlardı. Mesela Tunus'ta yakalananlar arasında Osmanlı doktorları Besim Ömer, Akil Muhtar ve Nihat Reşat Belger gibi Kızılay yöneticileri de vardı.
Fransa Kızılhaçı'ndan satın aldıkları insani yardım amaçlı iki ambulansı Libya'ya götürmeye çalışırken Tunus sularına girmeden gözaltına alınmışlardı. Doktor olduklarını kanıtlandıktan sonra serbest bırakılmışlardı.
Fransız bandıralı iki poste gemisi de keza İtalyan savaş gemileri tarafından durdurulmuş ve mürettebatlarıyla birlikte el konulmuştu. Geminin birinde bir Fransız vatandaşına ait bir uçak vardı.
Fransız Hükümetinin bu uçağın ya da uçak parçalarının Türklere verilmeyeceğini garanti etmesiyle gemi yüküyle birlikte iade edilmişti.
Diğer gemide ise Türk subayları oldukları iddia edilen “Hilal-i Ahmer (Kızılay)” görevlileri vardı. Gemilerin yasal izin olmaksızın durdurulması ve aranması yasaktı ama İtalyanlar takmamıştı. Lahey Adalet Divanı ise açılan davalarda İtalya'yı tazminat ödemeğe mahkum etmişti.
Gelin, Libya'yı biraz da Evlad-ı Hilal'den tanıyalım!
Bugün Libya'nın doğusu kısa süre içinde Kaddafi rejimine son vermek isteyenlerin eline geçti. Bu bölge Osmanlı Hilafeti'nin en sadık dostları olan Senusilerin güçlü olduğu bir bölgeydi. Trablusgarp'ın 1911'de İtalyanlar tarafından işgal edildiğinde Osmanlı Subayları Libya'ya girerek Senusilerle omuz omuza savaşmışlardı. Senusiler de Kurtuluş Savaşı'nda Ankara Hükümeti'ne destek vermişlerdi. 1951'de bağımsızlığını kazanan Libya'nın başına İdris es-Senusi geçmişti. 1969'da Kaddafi ve arkadaşları Kral İdris'i bir askeri darbeyle işbaşından uzaklaştırdılar ama Senusilik Doğu Libya'da gücünü sürdürmeye devam etti.
“Hilal'in Çocukları” anlamına gelen “Evlad-ı Hilal”den Libya'nın Arap ve berberi kabileleri arasında iftiharla anlatılan müslüman fatihler kastediliyor. Anadolu'da “Battal Gazi” neyse Libya'da da “Busayd Hilali” odur. Libya'nın pek çok aşireti İslam fetihleri sırasında Libya'ya gelen Evlad-ı Hilal Araplarına mensuptur.
Libya'da “Kaddafi rejimi”nin yıkılması için meydanlara dökülenler, 1969'da askeri darbeyle devirilen Kral İdris döneminin ayyıldızlı bayraklarını taşıyorlardı.
Kral İdris, isyancıların kontrolü ele geçirdiği Doğu Libya'dan,yani Osmanlı dönemindeki Bingazi Sancağı'ndan idi. O dönemde Libya Trablus, Bengazi ve Fizan adıyla üç ayrı idari birimden oluşuyordu.
1911'de İtalyanlar Libya'yı işgal ettiklerinde ilk direniş de Doğu Libya'dan başlamıştı. Enver Bey(Paşa), Mustafa Kemal Bey(Paşa) ve arkadaşları, Derne, Tobruk ve Bingazi'deki direniş cephelerinde komutanlık yapmışlardı.
Cağbub'daki Senusi zaviyesini ziyaret eden Osmanlı subayları arasında Mustafa Kemal(Paşa) da vardı. Kurtuluş Savaşımıza destek veren Şeyh Ahmet Şerif es-Senusi'yle dostluğu Cağbub'da başlamıştı Mustafa Kemal'in.
KRAL İDRİS VE AİLESİ
Kral İdris, başta Bingazi bölgesi olmak üzere Libya'yı bir ağ gibi örmüş olan Senusi tarikatının reisiydi. Ahmet Şerif es-Senusi'den sonra tarikatın başına kuzeni ve damadı İdris es-Senusi geçmişti. Ahmet Şerif es-Senusi, tarikatin kurucusu Muhammed Ali es-Senusi'nin torunuydu.
Ali es-Senusi vefat ettikten sonra yerine, Ahmet Şerif es-Senusi'nin amcası Seyyid Muhammed el-Mehdi el-Senusi geçmişti. Onun da yerine Ahmet Şerif es-Senusi geçmişti. Ahmet Şerif es-Senusi kurtuluş savaşı sonrasında Türkiye'den ayrılıp Hicaz'a yerleşmiş ve burada vefat etmişti 1933'te.
Kendisi de aslında bir Senusi müridi olan Ömer Muhtar, Senusi tarikatının pasif direnişe geçmesini kabullenmeyerek yıllarca İtalyanlara karşı savaşmıştı. İkinci Dünya Savaşı'nda İdris es-Senusi'nin liderliğindeki Senusiler işgalci faşist İtalya'ya karşı müttefiklerle birlikte olmuşlardı. İdris es-Senusi “Sirenayka Emiri” ünvanıyla Amerikalılılar ve İngilizler tarafından tanınmıştı.
1945'ten sonra Libya'nın, biri Bingazi, diğeri Trablus olmak üzere iki başkentli bir ülke şeklinde kurulması bile tartışılmıştı. Sanırım “Libya bölünüyor mu acaba” diyenler bu döneme atıf yapıyorlar.
DOĞU LİBYA SENUSİLERİN KALESİYDİ
Doğu Libya'nın kısa süre içerisinde Kaddafi karşıtlarının eline geçmesinin nedenlerinden biri de bu bölgenin Senusi bölgesi olmasıydı. Unutmayalım, daha 42 yıl önce Libya'yı Senusi hanedanı yönetiyordu.
1969'daki darbeden sonra Senusi hanedanı ülke dışına çıktı ama Senusiler yok olmadı, bir şekilde Libya toplumu içerisinde varlıklarını sürdürdüler. Tıpkı Libya'nın diğer bölgelerindeki “Arusiler”, “Ticaniler” ve “Şazeliler” gibi Senusiler de yaşamaya devam ettiler.
1972'de Senusi ailesinden iki önemli ismin de aralarında yer aldığı dört kişi Kaddafi'yi devirmek için bir darbe girişiminde bulundukları iddiasıyla idama mahkum edilmişti.
ABDÜLHAMİD'İN İTTİHAD-I İSLAM SİYASETİ
Senusiler sadece Sirenayka dediğimiz Doğu Libya'da değil, Fizan ve Trablus bölgesinde de yaygın ağlara sahiptiler. Farklı kabilelerden oluşan Libya'da Senusi zaviyeleri bir tür sosyal, siyasi ve dini tutkal rolü oynuyorlardı.
İşin ilginci Senusi hanedanı Libya'ya sonradan(1800'lerin ortalarında) yerleşmiş bulunan Cezayir kökenli bir aileye mensup idiler. Buna rağmen Senusiler elli altmış yıl içinde Libya'nın doğu Libya ve Fizan bölgesini bir tarikat ağıyla bütünleştirmeyi başardılar.
Osmanlı devletinin Libya'da resmi hakimiyeti ile yerel Senusi hakimiyeti kimi zaman çatışmalı da olsa büyük ölçüde biribirine paralel gitmişti. Sultan II. Abdülhamid'in” Hilafet” ve “İttihad-ı İslam” siyaseti Senusilerle Osmanlılar arasındaki ilişkiyi olumlu yönde etkilemişti. 1911'deki İtalyan işgali Senusiler ile Osmanlıları adeta bütünleştirmiş idi.
Öte yandan Kuzey Afrika'nın işgal edilmiş diğer bölgelerindeki müslümanlar da milli kurtuluşlarını İstanbul'a bağlamışlardı. Birinci Dünya Savaşı'ndan Devlet-i Aliye'nin yenik çıkması üzerine İstanbul'a bağlanan umutlar da kırılmıştı.
Hilafet müessesesi ortadan kalktıktan sonra herkes kendi başının çaresine bakmaya başlamıştı. Başta “Büyük Arap İmparatorluğu” hayaliyle İngilizlerle anlaşarak Osmanlı'ya isyan eden Hicaz Emiri Şerif Hüseyin olmak üzere Hilafet iddiasındaki aktörler de Kuzey Afrika müslümanlarının ilgisini çekmeyi başaramamıştı.
Şerif Hüseyin'i Hicaz'dan kovarak işbaşına gelen “Suud” hanedanı da Hilafet iddiasına rağmen bırakın diğer milliyetten olan müslümanları, Kuzey Afrika'nın Arap müslümanlarını bile cezbedememişti.
Bir makam olarak Osmanlı hanedanının uhdesinden çıkarılarak kaldırılan Hilafet, 1924'te alınan bir kararla Ankara'daki Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin manevi şahsiyetine dercedilmek suretiyle gömülüp gitmişti. Bu tarihten sonra toplanan “Hilafet Kongreleri”nden de herhangi bir sonuç alınamamıştı.
1924'ten beri Hilafet, İslam dünyasının tartıştığı ama henüz bir çözüm bulamadığı konulardan biridir. Hilafet müessesinin yerini “İslam Konferansı Teşkilatı”nın tutup tutmayacağı da keza aktüel olarak tartışılıyor.
Kuzey Afrika'da sömürgeci güçlere karşı direnen sufiler..
Kuzey Afrika'nın son üç yüz yıllık tarihinde Sufi tarikatlerin önemli rol oynadıkları bir vakıadır. Akdeniz sahillerinden Afrika'nın içlerine doğru İslam'ın yayılması büyük ölçüde sufi tarikatler eliyle gerçekleşmiştir. Kuzey Afrika'ya damgasını vuran tarikatler daha çok “Kadiriyye” ve “Şazeliyye” türevleri olan tarikatlerdir. Cezayir, Fas, Tunus ve Libya'da Kadiriyye, Şazeliyye, Ticaniyye, Arusiyye, Senusiyye, Sudan bölgesinde Hatmiyye, Sammaniye, Meczubiyye gibi.
1800'lerde Afrika “yeni sufilik” denilen bir dalgayla karşı karşıya gelmişti. Aslında 11. Ve 13 yüzyıl arasında Sufi bir dalga Kuzey Afrika ve Sahraaltı Afrikası'nda yayılmıştı. Afrika içlerindeki bu mirası hurafelerden ve eski pagan inanışlarından gelen kültürden arındırmak amacı taşıyordu bu yeni dalga.
Fas'lı Seyyid Ahmed el-Fasi'nin talebeleri başta Sudan olmak üzere Kuzey Afrika'daki pek çok yerel tarikat kurmuşlardı. “Sufi” ve “Ulema” aynı kişinin uhdesinde birleşmiş, merkezi idarelerden uzak yaşayan kabileler de sufilerin idaresini benimsemişlerdi. Afrika içlerinde yaşayan kabilelerle merkezi idareler arasındaki iletişim kanalları Sufi-liderler tarafından doldurulmuştu.
Öyle ki tarikatler ve kollarını kuran Şeyhlerin aileleri kuşaktan kuşağa bu misyonu yerine getirmeyi sürdürdüler. Mesela Cezayir'i 1830'da işgal eden Fransızlara karşı isyan eden İmam Abdülkadir Cezairi prestijini ailesinin liderliğini yaptığı Kadiriyye tarikatına borçludur. Keza 1871'deki bir diğer isyanda da Rahmaniyye tarikatı önderlik etmişti.
Sudan'da İngilizlere karşı isyan ederek halkı kendi etrafında birleştirmeyi başaran Mehdi Muhammed Ahmed de Kuzey Afrika'dan intikal etmiş bulunan “Sammaniye” tarikatine yaslanmıştı. Fransız işgaline karşı mücadele eden “Genç Tunuslular” hareketine ilham kaynağı olan meşhur Tunuslu Hayrettin Paşa da Şazeli tarikatine mensuptu. Hayrettin Paşa, Sultan II. Abdülhamid'in sırdaşı Şazeli Şeyhi Muhammed Zafir'in himayesindeydi.
19. yüzyılda Afrika'yı paylaşan sömürgeci güçler merkezi ve kıyı bölgelerinde tutunmuşlar ama daha içerilere yayılmaları Sufi direnişiyle karşılaşmıştı. Senusi tarikati de Cezayir'in işgal edilmesinden sonra Libya'da kurulmuş bir tarikattir ve amacı İslam beldelerini sömürgecilere karşı savunmaktı. İlk Senusi şeyhi Muhammed Ali es-Senusi Cezayir kökenliydi.
Doğu Libya'dan Fizan taraflarına kadar yayılan Senusi zaviyeleri “Sahraaltı Afrikası”nda Fransız sömürgecilere karşı mücadele etmişlerdi. Libya'nın işgal eden İtalyanlara karşı ilk direnişe geçenler de Senusiler olmuştu.
Zileytin şehrinde türbesi ve adına camisi bulunan Şeyh Abdusselam el-Esmer ise Arusiyye'nin bir dalı olan Selamiyye'yi kurmuştur. “İslam tarihi” kitabıyla tanıdığımız Osmanlı entelektüellerinden Şehbenderzade Filibeli Ahmet Hilmi, 1900'lerin başlarında Fizan'da sürgündeyken Arusilikle ülfet etmişti.
Fizan'da Gat kazası kaymakamlığı ve kumandanlığı yapan Cami Baykut'un “Galatasaray'ın eski talebesindendi. İyi okumuş, Batı kültürüyle yetişmiş bir adam, aynı zamanda bütün manasıyla Doğulu bir mistik” olarak tarif ettiği “Jöntürkler” den Filibeli Ahmet Hilmi burada tasavvufla tanışmıştı.
Arusiliği 1915'de İstanbul'da yayımladığı “İki Gavs-ı Enam” kitabıyla tanıtan da Filibeli olmuştu. Şeyh Abdülkadir Geylani ile Şeyh Abdüsselam el-Esmer'i anlatan bu kitabı “Mihr-i Din Arusi” mahlasıyla kaleme almıştı.Arusiyye Tarikatı, 15. Yüzyılda Şazeliye'nin bir kolu olarak kurulmuştu. 18. Yüzyılda Libya'nın Zileytin şehrinde Şeyh Abdüsselam el-Fitri tarafından yeniden organize edilerek çevreye yayılmıştı.
Türkiye'de “Arusi-Selami “ tarikatının bir kolu da Cumhuriyet döneminde Ömer Fevzi Mardin tarafından kurulmuştu. Prof. Şerif Mardin'in amcası olan Ömer Fevzi Mardin, Hamidiye Kahramanı Rauf Orbay'ın yakın silah arkadaşıydı.
Mardin'in Trablusgarp savaşı sırasında “Hamidiye Zırhlısı”nda görev yaparken Arusilikle tanıştığı rivayet edilir. Mardin'in “Üveysi” olarak kurduğu tarikate, “ Arusiye-Selamiye-Ömeriye” adı verilmiştir.
Arusilik, Üzeyir Garih'in Eyüp Sultan mezarlığında Nakşibendi Şeyhi Küçük Hüseyin Efendi ve Mareşal Fevzi Çakmak'ın kabirlerinin arasında öldürülmesinin ardından gündeme gelmişti. Ömer Fevzi Mardin'in de Küçük Hüseyin Efendi'nin halifeleri arasında yer aldığı ve daha sonra Arusiliğe meylederek kendi tarikatini kurduğu rivayet olunuyor.
Sultan Abdulhamid'in şeyhi de Kuzey Afrikalıydı!
Sultan II. Abdülhamid'in Fas, Tunus ve Libya'da etkili olan Şazeliye'nin “Medeniyye” kolunu kuran Şeyh Muhammed Hasan Zafir el-Medenî'nin oğlu olan Şeyh Muhammed Zafir'e intisaplı olduğu rivayet ediliyor.
Sultan Abdülhamit, Muhammed Zafir'i İstanbul'a davet ederek bir konak tahsis etmişti. Sultan Abdülhamit Şeyh Zafir'e bir tekke de yaptırtmıştı. Ertuğrul tekkesi ve camisi olarak bilinen Beşiktaş'taki bu yapı restore edilerek Cumhurbaşkanın Abdullah Gül'ün de katıldığı bir törenle hizmete açılmıştı.Hilafet müessesesini güçlendirmek isteyen Sultan Abdulhamid Kuzey Afrika'da etkili olan Medeniyye tarikatının Şeyhi Muhammed Zafir'i yakınında bulundurmuştu. Şeyh Zafir Sultan Abdülhamid'in en yakınında yer almış birkaç şahsiyetten biriydi. Şeyh Zafir, Abdülhamid'in İttihad-ı İslam siyasetinde danışmanlık da yapıyordu.
Medeniye'nin kurucusu Şeyh Muhammed Hasan Zafir, Şazeliye'nin Fas ve Cezayir'de etkili olan Darkaviye şubesinin piri Şeyh Ahmed ed-Darkavî 'ye intisap etmişti. Medeniye'nin de Bingazi, Mısrata ve Trablus'ta zaviyeleri vardı. Şeyh Muhammed Zafir el-Medeni 1847'de vefat ettiğinde Mısrata'daki dergahında toprağa verilmişti.
Senusiliğin kurucusu Muhammed b. Ali es-Senûsî de Mekke'de Şazeli-Darkavi Şeyhi Ahmed b. İdris el-Fâsî'ye intisap etmişti. Şeyh Senusi Mekke'den ayrıldıktan sonra Doğu Libya'ya dönerek kendi zaviyesini kurmuştu.
Şazeli-Medeniye'nin Suriye, Lübnan ve Filistin'deki bir kolu da “Yaşrutiye” tarikatıydı. Yaşrutiye'nin kurucusu Şeyh Ali el-Yaşruti Tunus asıllıydı ve bugün Libya sınırları içerisinde yer alan Mısrata'da Şeyh Hamza Zafir'e intisap ettikten sonra Afrika içlerinde irşad faaliyetlerinde bulunmuştu. Bilahare Suriye'ye giden Şeyh Ali Yaşruti ilk tekkesini Akka'da kurmuş ve 1890'ların sonlarında burada vefat etmişti.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder