6 Haziran 2012 Çarşamba

Eşik - İskender Pala


Hayretler ettim; üniversiteye girmeye hazırlanan bir delikanlı "eşik" kelimesinin ne anlama geldiğini bilmiyordu. Hayır, yurt dışında büyümüş de değildi; İstanbul'da yaşıyordu.

AVM'ler, markalar, bilgisayarlar, sosyal medya hakkında bilmediği yoktu, ama eşik kelimesini "eşek" ile karıştırmıştı. Nasıl bir evde oturduğunu sordum. Tahmin ettiğim gibi, modern bir evde oturuyormuş. Çünkü eşiği tarif ettiğim zaman zihninde canlandıramadı. O eski evlerin sofadan odaya geçilirken kapının dışarıdan muhafazası, soğuğun yahut haşeratın odaya girmemesi, evi dış etkilerden koruması için yapılan taş veya tahta çıkıntılarının, yani eşiğin hayatımızdan çıktığını, hatta kaybolup gittiğini o vakit anladım. Hafızamı yokladım, son zamanlarda misafir olduğum evleri gözümün önünden geçirdim, gerçekten de modern müteahhitlerin, site esasına dayalı apartman veya gökdelenlerinde, TOKİ veya KİPTAŞ'ın geliştirdiği yeni kentleşme mekanlarında artık eşik kullanılmadığını fark ettim. Kapı boşluğunun altları artık düz yapılıyor, taş veya tahtadan bir çıkıntı zaid addediliyor. Belki de bu bir gelişme biçimi, çünkü modern kentlerin evlerinde ısınma, haşerat önlemleri, güvenlik vb. hep eşiğe gerek duymadan tasarlanıyor, kapılar neredeyse ışınlama sistemiyle açılıp kapanıyor, kanatların bir eşiğe yaslanmasına gerek kalmıyor. Bir an düşündüm, eşiğin kendisi gibi eşik kelimesi de kullanımımızdan çıkarsa medeniyet birikiminden neler eksilecek diye. İlk aklıma geliveren birkaç deyim oldu tabii: "Eşiğine yüz sürmek, eşiğini öpmek, eşiğine çıkmak, eşiğini aşındırmak, eşiğine baş koymak, eşik (size) haram olsun, eşik kalkmayınca komşuluk kalkmaz vb..." Birkaç gün zihnimde bu soruyla dolaştım, okumalarımı bu dikkatle yaptım. Hafıza tazelemeye vesile olacak o kadar şeyle karşılaştım ki...

Yusuf Has Hacib, o ünlü eseri Kutadgu Bilig'de "Eğer bir alime eşikte bir yer isabet ederse, o eşik baş köşeden daha iyi ve yüksek olur" diyor. Bugün, bir alimin bastığı eşik, baş köşeden daha değerli hale geliyor mu, şüpheliyim. Zannımca zihnimizdeki bu sıralamayı güç sahipleri lehine değiştirelim, artık bir muktedirin bastığı oda, bir alimin bastığı sofadan değerli olsun diye eşiği evimizden şu materyalist anlayışlar söküp atmıştır. Öyle olmasaydı, ne Ubeydî nam şair "Aşınıptır yüzümüz eşiğine sürmekten / A beyim kalmadı yanında dirîğâ yüzümüz" diye şikayette bulunur, ne de ona eşiğinde bu derece eziyet gösteren efendiler bulunurdu. Şairimiz yine zarif imiş ki, "A efendi, yüzümüzü sürmekten eşiğin aşındı" diyemiyor da, "yüzümüz aşındı" diyor. Kim bilir eşiğin aşındı derse bir de hesap sorulur, eşiği aşındırma cezasına çarptırılıverirdi.

Eskilere göre eşik kavramı iç ile dışın, zahir ile batının sınırıdır. Eskiden bahçeli evlerin avlu kapısı bilhassa eşikli yapılır ve harem ile namahrem, içerden olanla dışarlıklı olan orada seçilirmiş. Malum, dışarıdan gelen birisi eve avludaki eşiği aşarak girer, odaya girmek içinse ikinci eşikten, sofa eşiğinden geçmek gerekir. Bir hanenin haremlik ve selamlık bölümlerindeki eşikleri geçmek gibi. Keza tasavvuf da eşiği aynı maksatla kullanır ve zâhirden bâtına yahut dıştan içe yönelişleri bu eşiklerde derecelendirir. Bir tekkenin birinci eşiği herkese açıktır, ama ikinci eşik, mürşidin huzuruna açılır ve yalnızca has kullara, özge dervişlere, halifelere açıktır. Pek çok tarikat, şeyh eşiğini, işte bu yüzden mübarek ve mukaddes görür. Hanedeki olgun erlere ulaşmak ancak o kutsal eşiği geçmekle mümkündür çünkü. Üstelik o kutsallık yüzünden eşiğe basılmaz, ancak yüz sürülür (eşiğine yüz sürmek), öpülür (eşiğini öpmek), mertebece yüksek kabul edilir (eşiğine çıkmak) veya baş konulur (eşiğine baş koymak). Bu sonuncusu aşkın da son mertebesidir ki eşiğe konan baş, kurbana gelmiş âşıkın/dervişin başı demektir. Divan şiiri, sevgilinin eşiğine baş koyan, orada ölmeye gelen, oradan geri dönmeyi asla düşünmeyen âşıkların hikayeleriyle doludur (Eşiğinde can veren merdin sevabın bulmadı / Hazret-i Eyyûb-ı Ensârî'de kurbân eyleyen [Aşki]). Bu yüzden eşik bir gönül alçaklığı, bir tevazu, bir fedakarlık, bir yokluk yahut ayaklar altına döşenmişlik sembolüdür. Eşik gibi ayaklar altında olmak, yüce bir erdemdir ki her kula nasip olmaz. Eşik gibi tevazu içinde olansa elbette büyür.

Bir aşık, yahut bir derviş düşünün, eşiğe baş koymuş veya eşikte boynunu bükmüş, ellerini kavuşturmuş, dünyadan kopmuş, kulağı kapıda, kımıldamadan, vecd halinde bekliyor...

Eşik (2)
Bir âşık, yahut bir derviş düşünün, kapının hemen önünde boynunu bükmüş, ellerini kavuşturmuş, dünyadan kopmuş, kulağı kapıda, kımıldamadan, vecd halinde bekliyor... Bekliyor ki sevgiliden, yârden bir haber, bir ses, bir tebessüm, belki bir "Huuu!" çağrısı... Bir eşiğin anlamı işte budur!..

Eşikte olmak, içeri ile dışarı arasındaki heyecanı duymak, arafın umudunu ve korkusunu birlikte yaşamak... Eşik insanın akıp giden zamanı, heyecanları ve hüzünleri, eşik insanın hayallerinden hayat devşirmesi, belki de insanın kendisidir. Mademki her şey bir şeyin önünde durur ve mademki her şey bir şeyden sonra olur, o halde bir eşiktedir gönüllerimizin yerinde duruşu, bekleyişi ve sonra yürüyüşü... "Ey sabah, ey yeni günün eşiği / Ey ışık, zamanın, günün beşiği" diyor şair (A.Kudsi Tecer) ve eşik ile beşik arasında süren "hayat"a göndermelerde bulunuyor.
Anadolu'da eskiden beri "eşiğe oturulmaz, eşiğe basılmaz"mış. Çünkü eşikler ulu erlere ulaşılan mekânlar sayılır. Bir yatıra, bir türbeye, bir şeyhin huzuruna girerken öpülen eşik onlardan biridir. Şair Fennî'ye göre: "Şehr-i ulûm Mustafa'dır, babı Haydar din eri / Öp eşiğin dâre dur meydanına merdane gel (İlmin şehri Muhammed Mustafa, kapısı ise dinin yiğidi Ali'dir. O halde onun eşiğini öperek kapıya [/darağacına] yönel, meydana merdane gel.)" çağrısında eşiğin en derin anlamı gizlidir.
Yaşlı olanlarımız hatırlayacaklardır; "Eşik ile beşik" yakın aralıklı doğumları, yakın duran işleri, yakın oluşumları anlatır. "Biri eşikte, biri beşikte" demişsek kucağı bebekli bir hamile kadından söz ederiz. Ama eğer "beşikten eşiğe kadar" denilmişse bebeklikten ta ömrün sonuna kadar (belki doğumdan ölüme) süren uzun bir hayatı anlatırız. Eşik kabrin kapısı, eşik ecelin önüdür. O halde eşikte hazırlık gerektir, nezaketli tavır gerektir. Hani bir sevgilinin huzurunda kabul edilmeyi bekleyen âşık gibi... Belki bir mürşidin önünde hakikate ermeye teşne bir derviş gibi. Bektaşilikte huzura eşik öpülerek girilmesi ve girilirken tercüman okunması bu yüzdendir: "Eşiğine koymuşam ben cân u ser / Ta vücudum ola sâfî hem-çü zer / Eşiğinde hacetim hem budurur / Ta fakîre eyle bir hüsn-i nazar (Canımı da başımı da eşiğine koydum; ta ki varlığım altın gibi arılaşsın; eşiğinde dileğim odur ki, şu fakire iyi niyet ve güzellikle bak!)" Bu temenni ile girilen huzur, elbette huzurdur, huzur verir, huzura erdirir. O halde eşik, huzurun başlangıcı, huzura eriştiren mübarek bir mekândır. Oraya gelince tövbeler edilmiş, kötü huylar bırakılmış, karanlıkla bağlar koparılıp kalp temizlenmiş, sevgiliyi görme arzu ve coşkusu benliği kaplamış olmalıdır. Sevgili'ye gidende belki idrak vardır, ama ulaşanda irade ve idrak kalmaz. Yine de eşik dönme değil, ilerleme arzusu yaratır. Benliğinden geçiren, kendini kaybettiren (aşk kendinden vazgeçmektir) ve elbette sonra hakikatiyle bulduran, benliği boşaltan, senliği dolduran duraktır. Oradan geçenler şad u hurrem olasıdır. Aşk elçisi Yunus, "Aldım himmetimi geçtim zulmeti / Kestim zünnarı şeyh eşiğinde / Yunus elhak dîdâra müştâk / Eriştim aşka şeyh eşiğinde" der. Bu mertebeye erenler "eşikte-beşikte" olurlar. Yani ki ölüm yaşına geldikleri halde kalben ve ruhen saf ve berrak, arınmış ve temizlenmiş olunca tıpkı beşikteki bir sabi kadar masum ve temiz, o kadar sorgusuz ve sualsizdirler. Hani çevremizde görürüz, ihtiyarladıkça çocuklaşan büyüklerimiz vardır da yapıp ettikleri bize masum görünür, onları bebek gibi tutmaya başlarız. Hakikate eren müridin veya sevgiliye vuslat bulan âşıkın hali de zaten bir çocuk gibi sevinçli, kendinden geçmiş, yaptıklarını heyecan ve coşkuyla yapan bir sevecenlik taşımaz mı? Oyun evinin eşiğinde bir çocuk ne hisseder acaba?
Sahi şimdiki oyun evlerinin eşiği var mı? Bizim çocuklarımıza ileride eşiği nasıl anlatacağız? Türkmen kocası Yunus'un Tapduk eşiğine kırk yıl düzgün odun taşıdığı kendilerine anlatıldığında acaba nasıl bir mekân hayal edecekler?!.. Eşiklerimiz yok edilince, galiba gönül coğrafyalarımızın menzil taşları yere çalınmış oldu. Nerede duracağımızı, nerede bekleyeceğimizi, nereye gideceğimizi artık kestiremiyoruz. Eşikten atlatılan bir kalfanın artık "usta"laştığını veya eşikte durdurulup kuşak bağlanan bir genç kızın koca evine gidimkâr olduğunu nasıl bileceğiz? Ya şu "Ayağı eşikten dışarıda gelin!.." diye çığıran türkü ileride bize ne ifade edecek?!..




Hiç yorum yok: