24 Mayıs 2013 Cuma
Neredeydik, nerelere geldik?-Neler yıktık?Tarihi bozmak için neler yapıldı?Harf devriminin en önemli amacı…Yavuz Bahadıroğlu
Neredeydik, nerelere geldik?
Bir tarafımız Fatih, Yavuz, Kanuni, Molla Fenari, Zembilli, İbn-i Kemal, Hızır Çelebi, Molla Güranî, Molla Hüsrev, Ak Şemseddin, Ebussuûd Efendi, Mimar Sinan, Barbaros, Turgut Reis, Uluğ Bey, Koçi Bey, Pirî Paşa gibi her biri asırlara şan verebilecek kalite ve kapasitede insanlarımız…
Bir tarafta Süleymaniye, Selimiye, Şehzade, Sultanahmed gibi âbide eserlerimiz…
Kervansaraylarımız, su kemerlerimiz, vakıflarımız, imaretlerimiz…
Her biri bir milleti tüm tarih boyunca taçlandıracak büyüklükte ve parlaklıkta zaferleri saymıyorum bile…
Bunca “âbide insan” ve “âbide” eserin ortasında yıllar boyu durmuş, kendimizi “şişkebap” ve “Türk lokumu” ile tanıtmaya çalışmışız…
Avrupa’yı gözümüzde büyüte büyüte, kendimizi küçümsemişiz. Bizi yönetenler de aynı eğitim kıskacından geçtikleri için, son yıllara kadar, “Sen şişkebap ve lokumdan ibaret değilsin, sen tarihe şan veren bir milletin çocuğusun” diyememişler…
İlk kez Özal’dan duyduk buna benzer sözleri… O kadar unutmuşuz ki kendimizi, önce yadırgadık… Sonra sonra “Sahiden” diye düşündük, “biz büyük bir milletin çocuklarıyız!”
Derken, Recep Tayyip Erdoğan, daha büyük bir inançla vurguladı tarihsel kimliğimizi: Dikkatimizi kendimize çekti, kendimizle birlikte Süleymaniye’ye, Selimiye’ye, Konstantiniye fethine ve Çanakkale’ye…
“Figüran”lığa razı edilmiş millete liderliğini tekrar hatırlattı. Kimi tutan, kimi tutmayan, ama her biri cesaretimizi, özgüvenimizi yeniden tesis eden adımlar attı. İddialı olmaktan, risk almaktan, süreci yönetmekten, davayı kazanmaktan söz etti.
Krizlerle boğuşan, her kriz sonrasında IMF’ye yüzsuyu döken, her dayatılan şartı mecburen kabul eden “çaresiz Türkiye”den, “çare üreten Türkiye”ye geldik.
Şart koşulan ülke iken, şart koşan ülke olduk!..
Borç alan ülkeden, borç veren ülkeye dönüştük!..
Figüranlıktan kurtulduk, başrol oynamaya çıktık!
Artık krizler bile Türkiye’yi “teğet” geçiyor…
Özgüvenimizi bu olguların üzerine yeniden inşa etti, Başbakan. “Lider” kimliğimizi vurgulaya vurgulaya, lider olduğumuza inandırdı.
“İnanmak” olmaktan daha güçlü, daha dinamik bir duygudur!
Artık Amerika, İsrail ve Batı karşısında eskisi gibi boynu bükük değiliz. Olanları seyretmiyor, yönetmeye, yönlendirmeye çalışıyoruz. Muhalefet sözcüleri istisna tutulursa, çoktan beridir, “biz adam olmayız abi” diyen yok. Muhalefet partileri, tek bildikleri muhalefet anlayışı da ellerinden çıkar diye statükoyu ölesiye korumaya çalışıyorlar. Fanatikler dışında kimse de ciddiye almıyor.
İsrail’in bile dize gelip özür dilediği yerde, onlar hâlâ eski alışkanlıklarını sürdürüyor, “İsrail’in bir bildiği var abi” demeye getiriyorlar.
Hiçbir bildiği yok oysa İsrail’in; sadece bizim muhalefetin okuyamadığı şartları okuyor, Türkiye’nin eski Türkiye olmadığını, ona rağmen Ortadoğu’da hiçbir şey yapılamayacağını görüyorlar.
Tam bu sırada Başbakan, alışkanlıklarımızı tepetakla eden “barış süreci”ni başlattığını açıklıyor.
İyi bir zamanlama: Çünkü bu sürecin arızasız işleyebilmesi, büyük ekseriyetin “özgüven” kazanmasıyla mümkündü.
Yani hiçbir şey hesapsız-kitapsız değil. İzlemeye devam ediyoruz.
Neler yıktık?
Rahatça söyleyebilirim ki, tarihinde övünebileceği çok şey olmasına rağmen, övünmek şöyle dirsin, hatta dövünen başka bir millet yoktur!
Şöyle bir düşünün bakalım, kaç âbide, kaç “âbide insan” hatırlayacaksınız?
Saymakla bitiremeyeceğinizden eminim. Ne çare ki reddettik! Yokmuş gibi yaptık! Türkiye’yi bin yıllık geçmişinden koparıp, doksan seneye hapsettik. Tabiatıyla tökezledik! Özgüvenimizi yitirdik. O kadar ki, “Biz adam olmayız” sözünü dillerimize pelesenk edip kendi kendimizi sürekli aşağıladık.
Kısacası “redd-i miras”(geçmişi reddetmek) bu milletin özgüvenine mal oldu?
Bu öyle bir “redd-i miras”tır ki, alfabeden başlar, kılık kıyafette çıkar…
Ama orada da bitmez: Şehir, hatta köy isimlerini değiştirmeye kadar gider.
Mevsim isimleri, ay isimleri, gün isimleri, saat, takvim, vesaire…
Birinci Dünya Savaşı’nda Almanlardan aldığımız meşhur “Goben” zırhlısının “Yavuz Sultan Selim” olarak değiştirilen ismini, “Cumhuriyet Türkiyesi” bir kez daha değiştirir ve “Sultan Selim”i çıkarıp “Yavuz”u bırakır.
Amaç, hiçbir padişahın hatırlanmaması…
Söyler misiniz bunlar hangi derdimize deva oldu? Meclis kürsüsünden II. Abdülhamid’e ve Sultan Vahideddin’e yapılan hakaretler hangi problemlerimizi çözdü?
Burada izninizle Fransız yazar Claude Ferrere’den konuyla ilgili hayret uyandıran kısa bir değerlendirme aktaracağım:
“Size tuhaf bir şey söyleyeceğim: Günümüzün cumhuriyetçi Türkleri, kendilerini Bayezid’in torunları değil de Timur’un torunları sayıyorlar. Cumhuriyet donanmasında bir zırhlı var: Almanların eski ‘Goben’ Zırhlısı... Bu geminin adını değiştirmek ve millî bir isim vermek gerekti. Çok haklı olarak ‘Yavuz Selim’ adı teklif edildi. Ama Çankaya Hükûmeti buna razı olmadı. Kısaca ‘Yavuz’ denmesini uygun buldu. Osman’ın (Osman Gazinin) kanı, Ankara’daki adamlar için tarihten silinmesi gereken, nefret edilecek bir şey hâline geldi. Tahripkâr ve zalim Cengiz’le Timur; sayısız saraylar yaptıran, mabetler inşa ettiren, yollar açan, bunca eyaleti Türk topraklarına katan hükümdarlara (padişahlara) tercih edilmektedir... Cumhuriyet Türkleri, cetlerinin mirasını hor görmeye başladılar.” (Claude Ferrere, Türklerin Manevî Gücü, s. 1987 v.d.)
Yabancıları bile dehşete düşüren bu “redd-i miras”, sadece kişilere münhasır kalsaydı, belki tahribat bu seviyede olmayacaktı. Hazin ki, aşiretten beylik, beylikten devlet çıkaran ve devleti en az 500 sene cihanın üçte birine hâkim kılan temeller de tahrip edildi.
Âkif’in hicranla dile getirdiği gibi, “inkılâp ümmetinin şanı, yakıp yıkmaktı.” “Eski” adına ne varsa yerle bir edilmeliydi ki, enkazın üzerinde yeni bir devlet kurulabilsin!
Yeni devletin telâkkileri gibi insanları da “modern” olacaktı. Avrupa örnek alınacaktı...
Onun gibi giyinecek, onun yazısıyla yazacak, kendi kültür kaynaklarımıza sırt çevirip tarihimizi inkâr ederek onun kaynaklarına yönelecektik. Papa’nın teklifini kabulle Hıristiyan olmadığı için Fatih’i kınayacak, Yavuz’u “kanlı katil” ilân edecek, Sultan II. Abdülhamid’e “Kızıl Sultan”, Sultan Vahideddin’e “vatan haini” diyecek, bütün tarihi “hanedan tarihi” ilân edip kendimize Etilerden, Sümerlerden, Moğollardan ecdat arayışına çıkacaktık.
Vesikalar, vakıalar önemsizdi. Nazarlarında tarih, bir ilim değil, bir sanattı. Objektif olunmasının önemi yoktu. “Sadece millî olmalı”ydı.
Bunun için de “dinî” unsurlardan ayıklanması gerekiyordu. Yani geçmiş reddediliyor, yok ediliyor, “yok”un üzerine geleceği inşa etmek gibi imkânsız bir hayalin peşinde koşuluyordu.
Bu uğurda neler yapıldığına yarın bakalım...
Tarihi bozmak için neler yapıldı?
Tarihi bozmak için yapılanları bir zamanlar üniversitelerimizde okutulan, Dr. İlter Turan’ın kaleme aldığı bir kitaptan aktarayım:
1. Türk Devleti, kanunlarla ıslahat yapmak yerine, din esaslarına dayanmayan Batı devletleri kanunlarını doğrudan kabul ederek, dinin siyasî hayat üzerindeki etkisini bertaraf etme yoluna gitti. Bu suretle siyasî hayat üzerinde büyük nüfuz sahibi olan din âlimleri [ulema] sınıfının da otorite kaynağını ortadan kaldırdı. Kanunların halk tarafından benimsenmesi için, bu kanunların şu veya bu ülkeden aktarıldığı üzerinde durulmadı, kamuoyuna “uygar ülkelerin kanunları” diye takdim edildi.
2. Millî devlet, tekkeleri kapatarak ve tarikat faaliyetlerini yasaklayarak, bölücü ve devlet otoritesini zayıflatıcı niteliklerini asgariye indirmeye çalıştı.
3. Memlekette kullanılan kıyafetlerin Batı memleketlerinde kullanılanlardan ayrı oluşu, Batılılaşma çabasında olan bir toplumun bu yolu benimsemesine psikolojik bir engel teşkil ediyordu. Ayrıca Batı âdetlerini benimsemiş aydınların Avrupalı kıyafetlerle gezmeleri yanında geleneksel kostümlerin kullanılışı, zaten mevcut olan halk ayırımını kuvvetlendirici ve görülebilir şekle sokacak nitelikteydi.
Millî devlet, sosyal ayırımları görünebilir ve sembolik şekilde ifade eden kıyafetlerin giyilmesini yasaklayarak, yerlerine herkesçe giyilebilecek kıyafetlerin giyilmesini sağlamaya çalışarak, bu ayırımların zayıflamasına çalışmıştır.
4. Millî devrimin bir amacı, Türkiye’yi Asya ve Arap kültüründen çıkararak Batı kültürüne mâl etmekti. Sosyal ve siyasî hayatın her yönüne nüfuz etmiş olan dini bu yerinden çıkararak birey [fert] ile Tanrı arasında bir olay yapmak, Arap kültüründen çıkmanın başlangıcını teşkil ediyordu. Bunu gerçekleştirmek, dinin toplumsal kurumlarını ve görüntülerinin bir kısmını ortadan kaldırmakla mümkün olabilirdi. Devrimlerin izlediği yol da bu oldu. Ancak din gibi, hislere hitap eden bir kurumun zayıflaması, bir “his boşluğu” meydana getiriyordu. Bu boşluğu doldurmak veya diğer bir deyimle “bireysel” hislerin toplumsal hareketler şeklinde ifade edilmesini sağlamak için, millî hislerin geliştirilmesine, milliyetçiliğin yayılmasına çalışıldı. Mustafa Kemal’in kişiliğine yönelen bağlılık, sultan ve halifeye duyulanın yerini aldı. Milleti yüceltmek emel ise hiç olmazsa aydınlara erişilmesi güç, kendilerini vermelerini gerektiren bir ideal verdi. İhdas edilen millî bayramlar, düzenlenen törenler, dinî tören ve bayramlarda duyulan hislerin millî günlerde de duyulmasını sağlamaya çalıştı ve bunda başarıya ulaştı. (Dr. İlter Turan, Cumhuriyet Tarihimiz, s. 82-83).
Şimdi hepimizi uzun uzun düşündüreceğine inandığım konuya geçelim. Aynı ders kitabından aktarıyorum:
“Arap harflerini kullanmanın doğurduğu güçlükler milliyetçilerce düşünülürken, Sovyetler Birliğindeki Türk cumhuriyetlerinde Arap yazısı yerine Lâtin harfleri kabul edildi. Değişikliğin amacı Sovyet Türklerini kültürel bakımdan Türkiye’den ve dinî bağları olan Araplardan ayırmak olmasına rağmen, milliyetçi kadroya Lâtin harflerinin Türkçe için çok daha uygun olacağını gösterdi.
Gelecek yazımızda alfabe değişikliğinin “en önemli amacı”na bakalım…
Harf devriminin en önemli amacı…
H. Ritter şöyle diyor: “Lâtin yazısından beş defa kısa ve harikulâde müsait olan Arap yazısı okuma yazmayı kolaylaştırdığı için İslâm âlimleri sayısız eser vermiştir (Classicisme et Declin culturel dans l’histoire de Islâm, Paris 1957, s. 178-179).
Prof. Osman Turan da aynı konuda şu görüşleri dillendiriyor:
“Gerçekten İslâm harfleri şakulî, ufkî ve inkinaî olduğundan onunla bir metnin yazılması ve okunması, zaman ve emek tasarrufu sağlar; Lâtin harfleri gibi sadece ufkî ve uzun olmadığı için muhakeme mana üzerinde toplanır; Lâtin harfleriyle yazılı bir kelime incelenirken, eski yazı ile bir bakışta bir cümle okunur, hatta bir sahifenin muhtevasına nüfuz edilir... Mimarîde büyük selâtin camileri ve kervansaraylar, musikide Dede Efendiler ne ise, yazı sanat eserleri ile tuğralı fermanlar da aynı ince ve yüce ruhun tecellileridir.” (Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi)”
Dr. İlter Turan ise “işin gerçeği”ni fısıldıyor idrakimize: “Harf devriminin tek amacı ve hatta en önemli amacı, okuma yazmanın yaygınlaşmasını kolaylaştırmak değildir... Devrimin temel gayelerinden biri, yeni nesillere geçmişin kapılarını kapamak, Arap-İslâm dünyasıyla bağları koparmak ve dinin toplum üzerindeki etkisini zayıflatmaktı.” (İsmet İnönü de aşağı yukarı hatıralarında bunları yazıyor).
“Milliyetçiler (yani devleti yönetenler), yeni bir toplum meydana getirmek isteğindeydiler. Toplumun geçmişiyle bağları ne kadar kuvvetli olursa, toplumu değiştirmek o kadar güç olurdu. Yeni nesiller eski yazıyı öğrenmeyecekler, yeni yazıyla çıkan eserlerin muhtevasını ise milliyetçiler denetleyebileceklerdi. Türk yazısı ile Arap yazısı başka olduğundan, Araplarla kültür bağ ve ilişkileri zayıflayacak ve Türkiye Batıya yönelecekti. Din eserleri eski yazıyla yazılmış olduğundan okunmayacak, dinin toplum üzerindeki etkisi azalacaktı.”
“Dinin toplum üzerindeki etkisi” azaldı. Millet, Batı istikametinde yıllar boyu ite-kaka yürütüldü. Sonuç: Kültürden kaçan, kütüphanelere mezarlık gözüyle bakan, günde sadece iki buçuk-üç milyon gazete okuyan bir toplum... Şark’ı küstüren, Garp tarafından da reddedilen az gelişmiş bir ülke ve boşlukta bırakılan nesillerin Batı’nın “izm”leriyle birbirlerini vurması...
İşin en acı tarafı ise, bu tablonun sorumlularının hâlâ alkışlanması...
Toplumlar bir kere şaşırtıldıktan ve bir fikrin güdümüne sokulduktan sonra, demek ki, kolay toparlanamıyor; kurbanlar verme pahasına, alıştırıldığı yolda yürümeyi sürdürüyor.
Tarih de aynı görüşe verilmiş bir başka kurban. Zaten hepsi öylesine iç içe ki, birbirinden ayırmak mümkün değil.
Yeniler, eskiyi “hanedan tarihi” saydığından ve yeni devlet “redd-i miras” üstüne bina edildiğinden, millete yeni bir tarih gerekliydi. 1930’da bir “Tarih Tetkik Heyeti” kurularak işe başlandı. 1933’te ise Türk Tarih Kurumu, bu heyetin yerini aldı.
Aynı tarih kitabından olayı takip edelim:
“Yeni bir tarih tezi ileri sürüldü. Bu teze göre medeniyetin ilk kurucuları Orta Asya’daki Türkler, Orta Asya’dan göç ederek medeniyeti dünyanın diğer bölgelerine yaymışlardı (Meşhur “Güneş Dil Teorisi”nin tarihe yansıması)… Bugünkü Avrupa medeniyetinin öncüleri de Türklerdi. O hâlde Türklerin Batılılaşmak istemesi, doğmasında kendilerinin büyük payı olan bir uygarlığa tekrar dönmelerinden ibaretti. ‘Batılılaşmak’ demek, kendilerinin de bir parçası olduğu uygarlığı yeniden benimsemek demektir.
Devam etmemiz şart…
Harf devriminin en önemli amacı 2
Dünden devam ediyoruz, birleştirip tekrar okursunuz artık… “İkinci olarak, Anadolu’da tarih boyunca kurulan uygarlıklar incelenerek, bunların Türk uygarlıkları olduğunun gösterilmesine çalışıldı. Anadolu uygarlıkları arasında, özellikle Sümerler ve Etiler üzerinde duruldu. Sümerler ve Etilerin tercih edilmiş olması sebepsiz değildir. Osmanlı Devletinin kalıntılarının yıkılmak istendiği bir devrede, Osmanlı tarihi incelenemezdi. Sonra gerek Selçuklu, gerek Osmanlı tarihinin araştırılması, Türklerin İslâm’a olan yakın ilgisini de belirtmek zorundaydı. Lâikleşme döneminde İslâm’ın bir araştırma konusu edilmesi uygun düşmezdi. Hâlbuki Sümerler ve Etiler, Anadolu’da yaşamış oldukları gibi, Selçuklu ve Osmanlıların ortaya çıkardığı sakıncalar (yani Müslümanlık) onlar için varit değildi (çünkü onlar Müslüman değildi). Dolayısıyla onların pek de kesin olmayan Türklükleri—ki, bugün Etilerle Sümerlerin Türk olmadığı konusundaki deliller kesindir—üzerinde duruldu, kurdukları uygarlıkların “Anadolu Türk uygarlığı” olduğu ve Türklerin Anadolu’da uzun bir tarihe sahip olduğu gösterilmeye çalışıldı.
“Çalışmalar belirli bir gayeye hizmet etmek için yapıldığından zaman zaman bilimsellik dışına çıkmışlardır” (s. 93-94).
“Belirli bir gaye”den muradın ne olduğunu bugün hepimiz biliyoruz. Kitleleri dininden, dilinden, kültüründen, medeniyetinden, tarihinden koparıp Batılılaştırma gayesidir bu. Hatta bu “gaye”nin gerçekleşmesi için isyanlar tertiplenmiş, sehpalar kurulmuş, kelleler alınmış, arkada kandan bir iz bırakılmıştır.
Ama acaba umulan elde edilmiş midir?
Eğer bir türlü belini doğrultamayan, kendi ayakları üzerinde duramayan, bir asra dünya çapında birkaç deha oturtamayan fukara, ilmî gelişmelerin dışında, kabuğuna büzülmüş bir Türkiye murat ediliyordu ise, evet, umduklarını elde etmiş sayılabilirler.
Yok, kültürlü, dünyada sözü geçen ve ilim, fen, edebiyat, teknik sahalarında söz sahibi bir Türkiye murat ediliyordu ise, bunun hâlâ çok uzağındayız.
Zaten o yoldan yürüyüp parıltılı bir noktaya gelmek, geçmişi inkâr zeminine sağlam bir gelecek inşa etmek imkânsızdı. Gele gele inkârcıların gelebileceği bir noktaya gelmişiz: Hüsran noktası...
Bu noktadan geçmişi tahlile çalışırken, kahırlanmamak elden gelmiyor. Ancak kahırlanıp kalmak da çare olarak gözükmüyor. Öyleyse çare nedir? Bizce ilk çare, kaybettiğimiz değerleri, kaybettiğimiz yerlerde aramaya başlamaktır. İşte bu sebeple “tahlilî tarih”lere ve biyografilere ihtiyaç var. Böylece, elinizdeki kitabın hangi maksatla ve hangi tarz içinde kaleme alındığını da açıklamış oluyoruz.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder