Siyaset tartışmasını, karşı tarafa “çakmak” ve “gol atmak”tan ibaret sayan yaygın bir kültür var Türkiye’de. Bu, kuşkusuz bizi eğlendiriyor, ama, tam da bu “eğlenme” kavramının ikincil manasında olduğu gibi, bizi aslında oyalıyor, olduğumuz yerde saydırıyor. Çünkü kafanızın sadece karşı tarafı eleştirmeye çalışması demek, öz eleştiriye çalışmaması demek. Öz eleştirin olmadığı yerde de gelişme çok zor.
Bu problemin kendini sürekli yeniden üreten bir tabiatı da var: Biliyorsunuz ki, kendi cenahınızı eleştirmeye kalksanız, karşı taraf bunu fırsat bilip sizinkilere “çakacak”. O yüzden de bir sorun görseniz bile bunu yüksek sesle ifade etmeye çekiniyorsunuz. “Karşı tarafa hizmet”le suçlanmak istemiyorsunuz çünkü.
Bundan 15 sene önce yaşanan Sivas Katliamı hakkında süregiden tartışmalar, bu kör çekişmenin sahnelerinden biri.
Bir tarafta, bu trajik olayın faturasını tüm bir “İslamcı kesim”e çıkaran, hatta Sivas davasının normal hukuki prosedür sonucu zaman aşımına uğramasını dahi bugünkü “İslamcı iktidar”a bağlayan kimi “laikçiler” var. Bunların söylemi, sadece bir kaç yüz insanın suçunu milyonlarca muhafazakara teşmil etme haksızlığıyla kalmıyor, 28 Şubat zihniyetini ve onu hortlatma girişimlerini de besliyor.
Provoke olanlar
Diğer tarafta da bazı muhafazakar yorumcular var ki, bunlar, söz konusu itham karşısında, olaydaki “derin devlet rolü”nden başka bir şey görmemeyi seçiyorlar. Suçun, o gün Madımak Oteli önünde toplanan kitlede değil, sırf onları galeyana getiren “provokatörler”de olduğunda ısrar ediyorlar.
Oysa eğri oturup doğru konuşmak ve Gülay Göktürk’ün köşesinde sorduğu soruyla yüzleşmek lazım:
“Galeyana gelenin hiç mi suçu yok?”
Gerçekten de, “provokatörler” bir yana, Aziz Nesin’in Şeytan Ayetleri kitabını yayınlamaya kalkması (yani “dine dil uzatılması”) üzerine provoke olan, bu öfkeyle o gün önce hükümet konağını taşlayan, ardından Madımak Oteli’ni kuşatan, sonra da yangına alkış tutan öfkeli kalabalık hiç mi suçlu değil?
Dahası, o zaman bu kitleyi “ağır tahrik var” diye savunanlar, ya da bugün bu katliamı “yolda yürürken bir taşa takılıp düşme” derecesine indirenler, hiç bir sorumluluk taşımıyor mu?
Uzatılan diller
Bu sorularla yüzleşmek, sadece dürüstlüğün gereği değildir. Aynı zamanda, muhafazakar kesimin giderek daha fazla ihtiyaç duyacağı bir tartışmanın da zeminidir: “Dinimize dil uzatanlara ne yapacağız?”
Öyle ya, Türkiye demokratikleşiyor, açılıyor. İslamiyet’e güçlü bir imanla bağlı mütedeyyinler kadar, ateistler de, başka dinlerin mensupları da kendilerini ifade edecek. Ağzı olan konuşacak. Bu konuşmaların bazıları da mütedeyyin kulaklara “ağır tahrik” gibi gelecek.
Ne yapmak lazım gelecek bu durumda?
Bu soruya “öyle densizleri tabii ki susturmak gerek” diye cevap vermeye hazır bazı “İslamcılar” var Türkiye’de. Ama bu, onlara özgü bir tutum değil. Çünkü kutsal bildiklerini dayatmak, tehdit ve şiddetle savunmak, her kesimden çok sayıda Türk’ün ortak refleksidir. (“...’ye uzanan eller kırılsın!” sloganındaki noktalı kısma pek çok şey koyabilirsiniz; Türklük, Bayrak, Atatürk, Cumhuriyet, Ordu, vs.)
Oysa kutsal değerler, baskı ve tehditle değil, sakin, olgun, medeni bir dille de savunulabilir pekâlâ. Bunu görmek içinse, bu değerlere “kimlik”ten önce “iman”la bağlı olmak ve bu imanın özgüvenini taşımak gerekir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder