ROMANYA TÜRKLERİNDE KÜLTÜREL DURUM VE MEKTEP VE AİLE MECMUASI
Ali AKSU*
Özet
Bu makalede Romanya’da yaşayan Türklerin, Osmanlı dönemi, komünist dönem öncesi, komünist dönem ve sonrasındaki kültürel durum ile 1915 yılında yayınlanmış olan Mektep ve Aile Mecmuası’nın kısaca tanıtımı ele alınmaktadır.
Giriş
Selçuklular döneminden itibaren Sarı Saltuk ile birlikte Dobruca’ya gelen Türkler, daha sonra Osmanlıların bu bölgeyi ele geçirmesiyle, burada, nüfus olarak çoğunluk oldular. Anadolu’dan gelen Türklerin dışında, Kırım Savaşı sonrasında buraya gelen Tatar Türkleri ile Dobruca, bir Türk bölgesi hâline geldi. XIV. yüzyılın sonları ile XV. yüzyılın başlarından itibaren başlayan Osmanlı hakimiyeti, 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı’na kadar devam etti. Osmanlı, Dobruca bölgesine bu dönemde dînî ve kültürel alanda olduğu gibi târihî yapılarıyla da damgasını vurdu. Câmiler, hanlar, hamamlar, çeşmeler vs. yaptırdı1.
1878 yılından sonra, Dobruca’da iktidar değişimi ile birlikte, bu bölgede yaşayan Türklerin kaderi de değişti. Bir zamanlar bölgenin sahibi ve efendisi olan Türkler, o tarihten itibaren artık azınlık konumuna düştüler. Çoğu bunu kabullenemediği için, anavatana göçmek zorunda kaldı. Geride kalanlar ise, zorluk, sıkıntı ve acı içerisinde kimliklerini koruma mücadelesi verdi. Bu bölgede, her alanda, tam bir kargaşa yaşanmaya başlandı. Burada kalmayı tercih eden Türkler, bilmedikleri ve alışkın olmadıkları, farklı bir kültür ve toplum ile birlikte yaşamanın zorluklarını çektiler. Buna rağmen, bulundukları ülkenin sadık birer vatandaşı olarak yaşadılar ve hâlen de bu tarzda yaşamaya devam etmektedirler.
Dobruca bölgesi Romenlerin eline geçince, burada kalan Türklere iyi davrandılar. Kadirşinaslık örneği sergilediler. Tamamen bir boşluk içerisinde kalan Türklere kucak açtılar. Bu durum, komünist yönetimin iktidarına kadar bu şekilde devam etti.
Komünist dönemde daha önceden başlayan ve ardı arkası kesilmeyen göçlerle bölgede yaşayan Türkler sayısal olarak azaldılar. Söz konusu dönemde, başta eğitim olmak üzere Türklerin temel hak ve hürriyetleri her alanda kısıtlandı.
1989 yılında Romanya’nın demokrasiye geçmesiyle birlikte başta Romen halkı olmak üzere bölgede yaşayan Türkler de rahat nefes aldılar. Eski özgürlüklerine yeniden kavuştular. Bugün yaklaşık 80.000 kadar2 Türk’ün yaşadığı Romanya’da yasalar çerçevesinde her tür kültürel, dini ve eğitim faaliyetleri yapılmaktadır3.
A- KÜLTÜREL DURUM
Dobruca Türkleri’nin tarihini üç devreye ayırmak mümkündür:
1- Osmanlı İmparatorluğu’ndan önceki dönem: Bu dönem, XI ve XIV.
yüzyılları kapsamaktadır. Bu dönemde, burada sadece bölgeye daha
önceden gelmiş olan Sarı Saltuk4 ve beraberindekiler bulunmaktaydı.
Dolayısıyla, Sarı Saltuk ve beraberindekiler tarafından Türk-İslam tasavvuf
kültürü burada yayılmaya başladı.
2- Osmanlı İmparatorluğu dönemi: Bu dönem, XV ve XIX. yüzyılları
kapsamaktadır. Yukarıda belirtildiği gibi, bu devirde bölgeye Anadolu Türkleri
yerleşti. Bu Türklerin burada ne tür kültürel faaliyetlerde bulundukları
bilinmemektedir. Rahat bir dönemde yaşadıkları için, kimlik ve kültürlerini
korumak gibi bir endişeleri olmadı. Daha çok, Türk-İslam kültürü ve
geleneğini yaşadı ve yaşattılar.
3- Romen hakimiyeti dönemi: Bu dönem, 1878 Osmanlı-Rus
Savaşı’nda, Osmanlı Devleti’nin Dobruca’yı terk etmesiyle başlayıp
günümüze kadar devam eden bir dönemdir.
Bu dönemi de kendi içinde üçe ayırabiliriz:
1- 1878 Yılından Komünist Yönetime Kadarki Dönemde Kültürel Durum
Türklerin, Dobruca’nın Osmanlı hâkimiyetinde olduğu dönemdeki –
hatta, 1900’lü yıllara kadarki- kültürel faaliyetleri ve genel durumları çok iyi
bilinmemektedir. 1900’lü yılların başlarından itibaren, kültürel canlanmanın
olduğu görülmektedir. Bu canlanma da, bölgeye matbaanın girmesi sonucu,
gazete ve dergilerin bölgede çoğalmasıyla başladı. Romen hâkimiyeti ile
birlikte, bu bölgede her alanda olduğu gibi kültürel alanda da gözle görülür bir
gerileme yaşandı.
Müstecip Ülküsal’a göre, buradaki Türklerin yaşadıkları memleketlerin
yüksek ilim çevrelerine girememeleri, hurafeler telkin eden din adamlarının
etkilerinden kurtulamamaları ve kültürel, siyasi ve ekonomik kuruluşlardan
yoksun olmaları bu gerilemenin başlıca sebepleridir5.
Mehmet Niyazi’ye göre ise, Türklerin ilme gereken önemi vermemiş
olmaları gerilemenin en önemli sebebidir. Bundan dolayıdır ki, çağdaş, akılcı
ve bilimsel düşüncenin yayılmasında temel araç olan matbaa bölgeye çok
geç girmiştir.
Bu durumu, Mehmet Niyazi şu şekilde değerlendirmektedir: “Her
hususta eksik kalmamızın başlıca sebebinin, ilimsizlik olduğunu kabul
edersek ilmin vasıta-i intişarı olan matbuatın memleketimize ne kadar geç
girdiğini anlamak pek o kadar güç bir şey olmaz. 1895 senelerine kadar biz
Dobruca Müslümanları için gazete ve gazetecilik tamamen meçhuldü. O
vaktin meclislerinde, ziyafetlerinde, ailelerin gece hayatlarında sesi güzel
çocuklara, mollalara, molla hanımlara mevlit, Muhammediye, Ahmediye gibi
menkıbevî şeyler okutulur, bunların tesirleriyle göz yaşları akıtılırdı. Buna
binaen İstanbul’a yalnız medrese tahsili görmek maksadıyla giden talebe
döndüklerinde heybe ve zembillerini bu gibi kitap ve risalelerle doldurarak
döner ve menfaatlerini temine çalışırlardı...”6. Mehmet Niyazi’nin bu
ifadelerinden Türklerin her yerde olduğu gibi Dobruca’da da geri kalmalarının
tek sebebinin eğitimsizlik veya yanlış amaçla kullanılan dini eğitim olduğu
açıkça anlaşılmaktadır.
1a- Dönemin Basın-Yayın Hayatı
Dobruca'da basın faaliyeti, 1900’lü yıllarla başladı. Osmanlı
Devleti’nin hâkim olduğu dönem boyunca, Dobruca bölgesinde Türkçe
gazete veya derginin çıkarılıp çıkarılmadığı belli değildir; çünkü, bu konuda
herhangi bir belge bulunmamaktadır. Ancak İstanbul’da yayınlanan gazeteler
diğer yerlere olduğu gibi Dobruca’ya da gönderilmeye çalışıldı.
Dobruca bölgesinde Türkçe gazete ve dergiler, ancak Osmanlı’nın
bölgeden çekilmesinden sonra, yani 1880’li yıllarda yayınlanmaya başladı.
Bu diğer ulusların matbuât hayatı göz önünde bulundurulduğunda çok geç bir
zamandır. Bunun sebebi, -muhtemelen- yukarıda da belirttiğimiz gibi,
Dobruca, Osmanlı hakimiyetinde olduğu için, İstanbul’da çıkan gazeteler ve
dergiler buraya da geliyordu. Bu nedenle, ayrıca gazete ve dergi çıkarmaya
ihtiyaç duyulmamış olabilir. Mehmet Niyazi’nin de belirttiği gibi, Dobruca’da
matbaanın bulunmaması da, bunun nedeni olabilir.
Aslında, bunlar tam bir gerekçe değildir. Bizce asıl sebep,
Dobruca’nın Osmanlı Devleti’nden ayrılmasıyla birlikte, eskiye oranla İstanbul
ile olan ilişkilerindeki kopukluktur. Bu kopukluğun sonucu olarak Türkler,
matbaa ve basın-yayın organlarını, İstanbul’dan yardım almaksızın
oluşturmak zorunlu kaldı. Türklerin tecrübelerinden yararlanmakta güçlük
çekildiği için de matbuât hayatı burada geç bir dönemde başladı. Farklı bir
kültüre sahip devlette azınlık olarak yaşamak, bunun gibi başka zorlukları da
beraberinde getirdi. Bu bağlamda bölgede ilk Türkçe gazete 1888 yılında
çıktı. Dobruca Gazetesi olarak yayın hayatına atılan gazete, 1894 yılına
kadar devam etti. Söz konusu gazete bir sütunda Türkçe bir sütunda
Romence olarak yayınlandı. Gazetenin daha çok Romen hükümeti tarafından
Türklerin sevgi ve güvenlerini elde etmek amacıyla çıkarıldığı
anlaşılmaktadır.
Dobruca Gazetesi dışında Hareket7, Sadâkât8 Şark9, Sadây-ı Millet10,
Dobruca11, Çolpan12, Tonguç13, Dobruca Sadâsı14 Teşvik15, Işık16, Mektep ve
Aile17, Hayat18, Haber19, Tan20, Tuna21, Gümüş Sahil22 Bizim Sözümüz23, Hak
Söz24, Emel25, Türk Birliği 26, Bora27 gibi gazete ve dergi çıkarılmıştır. Bu
yayınların çoğunu, dergiye oranla gazeteler oluşturmaktadır.
Dobruca'da yayınlanan Türkçe gazetelerin en uzun ömürlüleri, Hak
Söz, Emel ve Türk Birliği gazeteleridir. Söz konusu üç gazete de siyasi,
sosyal ve kültürel yazılara ağırlık verdi28.
1b- Dönemin Kültürel Teşkilâtları:
Dobruca’nın Romen hakimiyetine geçmesiyle birlikte, Romanya
Türkleri, varlıklarını -özellikle de kültürel varlıklarını- koruyabilmek için,
birtakım kültürel teşkilâtlar kurdular. 1900’lü yıllardan itibaren kurulmuş olan
teşkilâtlardan en önemlilerini kısaca tanıtmak istiyoruz:
Dobruca bölgesinde gerçekleştirilen ilk kültürel teşkilât, şair Mehmet
Niyazi'nin de üyesi olduğu ve çoğunluğunu Dobruca Jön Türklerinin
oluşturduğu "Dobruca Tamîm-i Maarîf Cemiyeti"dir (Societatea Generala de
Invatamant din Dobrogea). 1909 yılında açılan teşkilâtın Mecidiye ve
Hırşova'da şubeleri vardı. Yaklaşık 250 kadar da üyesi bulunuyordu. Teşkilât,
bir de Dobruca Sadâsı isminde gazete çıkardı. Ne var ki teşkilât, şahsî
ihtiraslar yüzünden sadece bir buçuk yıl devam ettikten sonra kapandı29.
1911 yılında kurulan önemli teşkilâtlardan bir diğeri ise, "Mecidiye
Müslüman Seminarı Mezunları Cemiyeti"dir (Asociatia Absolventilor
Seminarului Musulman din Medgidia). Teşkilâtın tüzüğünde kuruluş amacı
olarak, Mecidiye Seminarı’ndan mezun olanların haklarını korumak ve
savunmak, bölgede yaşayan Türklerin uyanışını sağlamak ve ileri düzeye
ulaşmaları için gazete, dergi ve kitaplar çıkarmak, halkı bilgilendirmek için
konferanslar yapmak olduğu belirtilmektedir; ne yazık ki, tüzükte belirtilenler
yerine getirilemedi. Teşkilâtın üye sayısı, başta müftüler ve Seminar
mezunları olmak üzere yaklaşık 200 kadardı. Teşkilata öğretmenlerden de
üye olanlar vardı30.
Müstecip Hacı Fazıl, Bükreş Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde
okurken doğduğu köy olan Azaplar’da Romen okullarında ve Mecidiye
Seminarı’nda okuyan öğrencilerden oluşturduğu bir grupla "Azaplar Tonguç
Kültür Cemiyeti"ni kurdu. Teşkilat, özellikle Noel ve Paskalya tatillerinde köy
gençlerini bilgilendirmeyi amaçladı. Bugünkü Türkiye'de bulunan kültür ve
yardımlaşma derneklerine benzetebiliriz. Teşkilât, 1929 yılında üyelerinin
dağılmasıyla işlemez hale geldi; ancak, tam bir aydın ve kültür adamı olan
Hacı Fazıl, yılmadı ve yoluna devam etti. 1930 yılında o teşkilatın bir devamı
olarak "Dobruca Türk Kültür Birliği" teşkilatını kurdu31. 1933 yılında Emel
dergisi mensuplarının girişimiyle kurulmuş olan söz konusu teşkilat, bölge
Türkleri’ne gerçekten büyük hizmetlerde bulundu. Teşkilatın tüzüğünde de
belirtildiği üzere, kuruluş amacı, halkın dinî inancını ve şuurunu geliştirmek,
toplumun milli ideal etrafında birlik ve beraberliğini sağlamak ve halkı siyasi
partilerin oyunlarına alet olmamalarını sağlamaktır32.
2-KOMÜNİST YÖNETİM DÖNEMİ KÜLTÜREL DURUM
Romenlerin Dobruca’ya hakim olmalarından sonra, Türklerin basın
hayatına önem verdiklerini, Romen yönetiminin ise bunu desteklediğini
belirtmiştik. Bu durum, komünist yönetimin iktidara gelmesine kadar aynı
şekilde devam etti. Ne var ki, komünist rejim döneminde Türkçe basında da,
Türkçe eğitimde olduğu gibi, aynı baskıcı politika sürdürüldü. Yukarıda
isimlerini verdiğimiz gazete ve dergilere baktığımızda da, bunların hemen
hemen tamamının komünist yönetimden önce çıkarıldığını görmekteyiz. Bu
da komünist dönem öncesi ve komünist dönemdeki farkı açıkça ortaya
koymaktadır. Komünist rejim döneminde Türkçe gazete ve dergi
yayımlanmasına izin verilmediği gözlenmektedir. Komünist yönetimin yaptığı
bu uygulama, Türkleri eritme politikalarının bir parçasıydı. Bu nedenle
bölgedeki Türkler, kısmen de olsa benliklerini kaybettiler. Bugün bile, o
dönemde yaşanan olumsuzlukların etkilerini görmemiz mümkündür.
3-1990 SONRASI KÜLTÜREL DURUM
Romanya 1989 yılında komünist yönetimden demokrasiye geçince,
Türkler eski hak ve özgürlüklerini yeniden elde ettiler. Basın ve kültür
haklarına tekrar kavuştular. Bugün Köstence’de gerek Tatar Birliği gerekse
Türk Birliği tarafından aylık gazete ve dergiler yayınlanmaktadır.
Aralık 1989 yılında Romanya’da yaşayan Türkler ve Tatarlar birlikte
Bükreş’te “Romanya Müslüman Türk Demokrat Birliği”ni kurduklarında yayın
organları olan Karadeniz Gazetesi’ni çıkardılar. Daha sonra, Karadeniz
Gazetesi, bu birliğin Türk ve Tatar olarak ayrılmasından sonra Tatar
Birliği’nin gazetesi oldu.
Şimdi her iki birliğin çıkardığı gazete ve dergiler hakkında bilgiler
vermeye çalışalım:
1- Tatar Birliği Yayın Organları:
Tatar Birliği bugün iki gazete çıkarmaktadır. Bunlardan birincisi
Karadeniz Gazetesi, diğeri de Caş Gazetesi’dir.
a-Karadeniz Gazetesi:
Yukarıda belirtildiği gibi, Karadeniz gazetesi, Romanya Türklerinin
Romanya’nın demokrasiye geçmesinden sonra Anadolu’dan gelen Türkler ile
Tatarların ortak çıkardıkları ilk gazetedir. İlk defa Bükreş’te yayın hayatına
atılan gazete, yaklaşık birkaç ay sürdü; parçalanmadan sonra ise, söz
konusu birlik tarafından Köstence’de çıkarılmaya devam etti. Karadeniz
Gazetesi, 2003 yılı itibariyle ondördüncü yılına girdi. Büyük ebatta, sekiz
sayfa olarak çıkmaktadır. Romanya’da Türkler tarafından çıkarılan bütün
gazete ve dergiler gibi, o da aylıktır. Gazetenin sol üst köşesinde, İsmail
Gaspıralı’nın “Dilde, fikirde, işte birlik” sözü yer almaktadır. Sağ köşesinde
ise, birliğin amblemi, gazetenin sayı ve yılı gösterilmektedir. Orta kısımda ise,
“Romanya Müslüman Tatar Türkleri Demokrat Birliği’nin Yayın Organı”
Karadeniz, “Marea Neagra” yazısı ile Romanya, Tatar ve Türk bayraklarına
yer verilmektedir.
Gazetenin yayın müdürü/sahibi olarak birliğin başkanı, 2003’teki
başkan mühendis Timuçin Yusuf’tur. Her başkan, gazetenin sahibi olarak
kabul edilmektedir. Baş redaktör ise, Nihat S. Osman, genel yayın sekreteri
Yaşar Memedemin, redaktör Sezgin Nurla’dır.
Burada yayınlanan gazetelere baktığımızda, daha çok azınlıkların
faaliyetlerine yer verildiğini görmekteyiz. Onun dışında gözlemlediğimiz
kadarıyla gazetelerin belli bir programı ve yayın politikası bulunmamaktadır.
Gazete ilk başlarda daha çok Türkiye Türkçe’si ve Tatar lehçesiyle
yayınlanmış, bazen de Romence’ye yer vermiştir. Ancak, son zamanlarda
hızlanan Tatarca eğitimi ve Türk-Tatar ayrımı sonucunda gazete, daha çok
Romence ve Tatar lehçesiyle çıkmaya başlamıştır. Gazetede zaman zaman
Tatar edebiyatı, kültürü ve gelenekleri ile ilgili yazılara da yer verilmektedir.
b- Caş Gazetesi
Gazete 1998 yılında Romanya’da yaşayan Tatar gençlerin yayın
organı olarak yayın hayatına başlamıştır. Gazetenin ilk sayfasının üst
kısmında Karadeniz Gazetesi gibi Gaspıralı’nın sözü, üç bayrak ve birliğin
amblemi yer almaktadır. Ocak 2003 itibariyle 53. sayısını çıkardı. Bu da,
Karadeniz gibi sekiz sayfadır. Tamamen derleme haber veya bilgilerden
oluşmaktadır.
2- Türk Birliği Yayın Organları
Türk Birliği’nin yayın organları, aylık Hakses ve Genç Nesil
gazeteleridir. Gazeteler hakkında bilgi vermeden önce, burada müşahede
ettiğim bir gerçeği ifade etmek istiyorum. Dobruca’nın Romenlere geçişinden
günümüze kadar burada yaşayan Türklere baktığımızda, Mecidiye
Seminarı’ndan mezun olanlar, müftüler, imamlar, Türkçe ve din dersi
öğretmenleri gibi eğitim ve kültür alanında daha çok Tatar Türkleri’nin
etkinliğini görmekteyiz. Dolayısıyla, bölgede Türk kimliğini, dinini, örf ve
adetlerini muhafaza etmede Tatar Türkleri’nin çok önemli bir rol oynadıklarını
vurgulamada yarar vardır. Şu an bu durum aynen devam etmektedir.
Kanaatimizce, durumun bu şekilde olmasının birtakım nedenleri
vardır. Tespit edebildiğimiz kadarıyla bunların en önemlisi, Tatar Türkleri’nde
Dobruca’ya geldikleri andan itibaren oluşmuş bir gelenek vardı. O da
Osmanlı geleneği olan aile tarafından dini eğitim ve terbiyenin verilmesi,
çocukların bu yönde yetiştirilmesi geleneğidir. Aslında -bazı yerlerde
sonraları yok olma tehlikesiyle karşı karşıya gelmiş olmasına rağmen- bu
gelenek, Osmanlı’nın hakim olduğu her yerde bulunmaktadır. Dolayısıyla
Dobruca, Romanya hâkimiyetine geçtikten sonra, bölgede–özellikle Tuna
boylarında- azınlıkta kalan ve dağınık şekilde yaşayan Anadolu Türkleri’nde
bu geleneğin pek fazla devam etmediğini söyleyebiliriz. Bir başka neden ise,
Tatar Türkleri’nin mümkün olduğunca Dobruca bölgesinde bir arada
yaşamalarıdır. Örneğin, bir köyde birkaç Tatar Türk’ü kalmışsa, onlar da
çoğunlukla Tatar Türkleri’nin yaşadıkları yere veya yerlere taşınmışlardır.
Böylelikle yok olup gitmekten kendilerini korumuşlardır. Bugün baktığımızda
Tatar Türkleri’nin Köstence, Mecidiye, Mangalya, Hasança ve Kara Murat’ta
çoğunlukta olmaları da bu gerçeği ortaya koymaktadır. Hatta aynı yerde, aynı
mahallelerde yaşamaya özen ve gayret göstermişlerdir. Dine ve geleneklere
bağlılıklarından dolayı da bayram, cuma ve bazen vakit namazlarında,
dualarda, cenazelerde ve düğünlerde birlikte olmaya çalışmış ve bunu adet
haline getirmişlerdir. Tuna boylarında ve Dobruca’da yaşayan Anadolu
Türkleri ise, dağınık yerlerde yaşadıkları için her alanda pasif kalmış ve
kalmaktadırlar.
Tatar Türkleri’nin birbirlerine bu kadar bağlı olmaları ve kimlik ve
kültürlerini koruma gayretlerinin en önemli sebebi, yurtlarından buralara
sürgün gelmiş ve bu yüzden pek çok zorluk çekmiş olmalarıdır. Halbuki, daha
önce de belirttiğimiz gibi, Tuna boylarına yerleşen Türkler, buraya sürgün
olarak gelmemişlerdir. Osmanlı Devleti’nin iskan politikası gereği
Anadolu’dan getirilip buralara yerleştirilmişlerdir. Bunun siyasi ve sosyal
açıdan çok daha geniş bir şekilde tahlil edilmesi gereken önemli bir etken
olduğu kanaatindeyiz.
Bütün bu söylediklerimizden sonra, Türk Birliği’nin basın-yayın
faaliyetine baktığımızda yetişmiş, kaliteli ve okumuş elemanın çok az
olduğunu, olanların ise, bu işe yanaşmadıklarını görmekteyiz. Gazetede
çalışanlar birkaç üniversite öğrencisinden ibarettir. Onlar bilgisayardan veya
başka kitaplardan aldıkları yazıları gazeteye iktibas etmektedirler. Bükreş’te
meşhur tarihçi Mustafa Ali Memet gibi birkaç Türk aydını var. Ama onları bu
tür faaliyetlerde göremiyoruz.
Şimdi Türk Birliği’nin gazetelerine geçebiliriz.
a- Hakses Gazetesi
Tatar Birliği’nin olsun Türk Birliği’nin olsun, gazete ve dergilerinin
hepsi Köstence’de çıkmaktadır. Hakses gazetesi, 1998 yılında çıkmaya
başlamıştır. Gazetenin sahibi veya müdürü, birlik başkanlarıdır. Büyük ebatta
olup yaklaşık on sayfa kadardır. Daha çok, gazetede birliğin faaliyetleri yer
almaktadır. Bunun dışında da değişik konularda çoğunlukla iktibas türü
yazılar ve haberler bulunmaktadır. Genelde birlik başkanının konuşmalarına
ve yazılarına ağırlık verilmektedir.
b- Genç Nesil Gazetesi
Muhtemelen iki birlik arasındaki rekabet, gazete tiplerine de
yansımıştır. Tatar Birliği’nin Caş (Gençler) Gazetesi’ne karşılık Türk Birliği de
Genç Nesil Gazetesi’ni çıkarmaya başlamıştır. Gazete, beşinci yılına
girmiştir. O da Hakses gibi 1998 yılında yayımlanmaya başlamış olup sekiz
sayfadan ibarettir. Fakat, Hakses gibi büyük ebatta çıkmamaktadır. Aslında,
Hakses Gazetesi’nin bir devamıdır. Her iki gazete de, aynı gençler tarafından
hazırlanmaktadır. Gazetelerin sahipleri, yine birlik başkanlarıdır.
c- Tuna Mektupları
Tuna Mektupları, aylık bir dergidir. Kendi deyimiyle kültür, sanat ve
fikir dergisidir. Türk Birliği’nin Galati şubesinin bir yayını olarak 2000 yılında
çıkmaya başlamıştır. Derginin sahibi, “Aşağı Tuna Araştırma, Geliştirme,
Eğitim ve Kültür Merkezi Romanya Demokrat Türk Birliği”-Galati bölgesi
adına Gülten Abdula’dır. Dergi, hakemlidir. Yaklaşık, 30 sayfadır. Derginin de
gazeteler gibi belirli bir yayın politikasının olmadığını söyleyebiliriz. Daha çok
Türkiye’de çıkan kitap, dergi ve gazetelerden alınan yazılara yer vermektedir.
Değişik yerlerden gelen yazı ve röportajlarla da dergi zenginleştirilmektedir.
Bazı yazıların Romence’si verilmektedir. Yine de, Tuna Mektupları, Türk
Birliği’nin görsel basın alanındaki en kaliteli yayınıdır diyebiliriz.
Aslında, yayın politikası belirlenmiş, şekil ve mizanpajına daha önem
verilmiş olsa, bölge için güzel bir dergi olacağı kanaatindeyiz. Örneğin ileriki
sayılarda hangi konulara ağırlık verileceği belirtilse ve bu bağlamda gelecek
olan yazılar yayınlansa, o zaman hem konunun bütünsel olarak anlaşılması
hem de derginin gerçek anlamda uluslararası bir dergi olması sağlanacaktır.
Bunların dışında bölgede yapılan uluslararası sempozyumlar
kitaplaştırılarak Renkler adıyla yayınlanmıştır. Mevlana, Yunus Emre ve Sarı
Saltuk gibi önemli şahsiyetleri ele alan konularda yapılan konuşmalar da
kültürel faaliyetler kapsamındadır. Her iki birlik tarafından maddi imkanları
çerçevesinde pek çok kültürel faaliyet düzenlenmektedir.
Romanya Türkleri’nin kültürel durumu hakkında bilgi verdikten sonra,
1915-1916 yıllarında, bölgede yayınlanmış olan Mektep ve Aile
Mecmuası’nın tanıtımına geçebiliriz.
B-MEKTEP VE AİLE MECMUASI
Mektep ve Aile Mecmuası, 1915 yılında Romanya’da yaşayan Türkler
tarafından Osmanlıca olarak yayınlanmış olan dergilerden sadece biridir.
Yukarıda da belirtildiği gibi, o dönemlerde bölgede pek çok dergi ve gazete
çıkarılmıştır. Bunlardan bir kısmının yayın hayatı çok kısa, bir kısmınınki ise
uzun süre devam etmiştir. Ama, şurası bir gerçek ki, o dönemde bölge
Türkleri dergisiz ve gazetesiz kalmamıştır. Bu durum, Romanya’da komünist
yönetimin iktidara gelmesine kadar devam etmiştir.
Burada kısaca tanıtımını yapacağımız Mektep ve Aile Mecmuası Yrd.
Doç. Dr. Erol Ülgen ile birlikte tarafımızdan Lâtin harflerine çevrilmiş, Tatar
Birliği tarafından da basılmıştır. Dergi, bölgede yaşayan Türklerin tarihine her
yönüyle ışık tutması açısından oldukça önemlidir.
1- Derginin Şekil Özellikleri
Mektep ve Aile Mecmuası, Mehmet Niyazi’nin editörlüğünde 1915
yılında yayınlanmış; on sekiz sayı çıktıktan sonra kapanmıştır. Aylık bir
mecmuadır. Birinci sayfada, büyük punto ile kapaktakinin aynısı olan
Osmanlıca “Mektep ve Aile” yazısı bulunmaktadır. Bunun sol tarafında
derginin yılı, sayısı ve ebadı yer almaktadır. Örneğin ilk sayısında “Birinci
sene, adet 1, nüshası 25 santimdir” yazısını görmekteyiz. Sağ tarafta ise,
tarih, derginin fiyatı ve öğrencilere yapılacak olan indirim ibareleri yer
almaktadır. Yine ilk sayıyı örnek olarak verecek olursak “1 nisan 1915, abone
bedeli senelik 7 franktır. Talebe için mensup olduğu mektepten vesika
göndermek şartıyla 5 franktır” ifadesi yer almaktadır. Bu yazıların altında
“İlmî, fennî, ictimaî, edebî, on beş günde bir çıkar mecmuadır” ifadesini
görmekteyiz. Bunun da altında “Sahibi ve naşiri: Medrese-i Resmiye Türkçe
muallimi ve ışık muharriri Mehmet Niyazi” ifadesi bulunmaktadır. Bundan
sonra içindekiler verilmektedir. Derginin en altında ise “Adres: Mektep ve
Aile, Tipografia (matba demek) “Işık”, Medgidia (Mecidiye), Romanıa”
yazısını görüyoruz. Bu şekil, derginin bütün sayılarında aynıdır. Mecmua
küçük boydadır.
2- Derginin Muhteva Özellikleri:
Mektep ve Aile Mecmuası’nda ele alınan önemli konuları şu şekilde sıralayabiliriz:
1- İslam dünyasının geri kalış sebebi:
Mehmet Niyazi ve İbrahim Temo gibi yazarlar tarafından işlenen bu
konu, aslında İslam’ın ilerlemeye engel olmadığı ve geriliğin sebenin
İslamiyete uygun olarak yaşanmamasından kaynaklandığı fikirleri üzerine
temellendirilmektedir. Ayrıca, bu konulu yazılarda, hurafelerin etkisinde
kalındığı ve ilerlemek için bu hurafelerin atılarak İslam’ın özüne dönülmesi
gerektiği vurgulanmış; müslümanların bulunduğu durum sert bir dille
eleştirilerek ıslahat hareketlerine önem verilmesi istenmiştir.
2- Bölgedeki eğitim ve öğretime önem verilmesi, cahilliğe karşı savaş
açılması:
Mektep ve Aile Mecmuası, 1 Nisan 1915 tarihinde Mecidiye
Medresesi Türkçe öğretmeni ve Işık gazetesi yazarı Mehmed Niyazi’nin
sahipliğinde Dobruca’da yaşayan Türk toplumunu politikanın dışında her
alanda bilgilendirmek, aydınlatmak ve problemlere çözüm bulmak üzere
yayın hayatına başlamıştır.
Mecmuanın daha ilk sayısında derginin yayımlanış amacının, aile ve
eğitime verilen önem vurgulamak olmuştur. Mecmuanın yazarları,
yazılarında, bölgede yaşayan Türk ve Tatar Türklerinin eğitimi üzerinde
ısrarla durmuşlardır. Mecmuanın isminin “mektep” ve “aile” olarak seçilmesi -
devrin tarihî sıkıntıları içinde- çok anlamlı ve önemlidir. Ayrıca mecmuada yer
alan yazılar arasına serpiştirilen ve bölgede o dönemde yaşayan insanlar için
önem arzeden özellikle günümüzde de ihtiyaç duyulan birlik ve beraberlik
mesajları da dikkati çekmektedir. Bütün bunların dışında yazarlar, bölgede
geçimini çiftçilikle sağlayan insanların her türlü ziraat usullerini öğrenmelerini
ve gelirlerini artırmalarını da telkin etmişlerdir.
Mektep ve Aile Mecmuası, yayın ilkesine uyarak sayfalarını edebiyat,
fen ve sosyal konulara ayırmıştır. Mecmuada şiirler ve hikâyelerin yanısıra,
eğitim, sağlık, ziraat, tarih, coğrafya, musikî ve ilâhiyatla ilgili makaleler,
bölgedeki kültür hayatıyla ilgili haberler ve ilânlar yer almaktadır.
Mecmuanın önemli yazarları arasında bulunan ve o dönemde
bölgede siyasî yönüyle hayli etkili olduğu bilinen İttihad ve Terakki mensubu
doktor İbrahim Temo, mesleği gereği okuyucuları sağlık konusunda
bilgilendirmektedir. Temo yazılarında, özellikle devrinin en kötü hastalıkları
arasında yer alan verem ve tifonun oluşum sebepleri ve tedavi yöntemlerini
anlatmaktadır. Onun yazılarını devrinin eğitim ve sağlık durumunu tespit
etmek açısından önemli görmekteyiz.
3- Dergide Yer Alan Önemli Yazarlar ve Yazıları
Mecmua başta sahibi ve başyazarı Mehmet Niyazi33 olmak üzere
idealist eğitimci bir kadro tarafından çıkarılmıştır. Mecmuanın önemli
yazarları arasında İbrahim Temo, Osman Bektaş, Halim İsa, Rif’at İslâm,
Eyüb Ahmedî gibi yazarlar vardır. Daha sonra yayımlanan gazete ve
mecmuaların koleksiyonlarına baktığımızda, Dobruca’daki kültür hayatının
tanziminde Mektep ve Aile mecmuasında yazı hayatına başlayan genç
yazarların rolünü görmek mümkündür.
Mektep ve Aile mecmuası yazarlarının yazılarına baktığımızda,
derginin bölge insanı ile ilgili her konuda yazıların yer aldığını söyleyebiliriz.
Birinci sayıda ilk yazı “Maksat ve Meslek Hakkında Birkaç Söz”
başlığı ile Mehmet Niyazi’ye aittir. Niyazi yazısında Dobruca’da yaşayan
Türkler’in, bölgenin Romenlerin hakimiyetine geçişi ile içeirisinde
bulundukları sıkıntıları –özellikle eğitim ile ilgili sıkıntıları- dile getirmekte
ardından da neden böyle bir mecmua çıkardıklarını açıklamaktadır:
....Dobrucamızda İslâm maarifi bunu bütün hakikatleriyle,
çirkinlikleriyle ispat ediyor. Bizde maarif kadimdir. Bu, inkâr edilmez. Her bir
câmi-i şerîfin, her bir mescidin yanıbaşında bir mektep inşaası düşünen ve
unutmayan ecdâdımız şüphesiz maarifin kadrini takdir etmişler. Fakat o
küçük ve sıhhate, terbiyeye muvâfık olmayan mektebi daha âlî, her nev
ihtiyaca muvafık bir surette yapacak dimağlar yetiştirecek de muallimler idi.
Demek ki cemaat, İslâmiyet feyziyle câmi-i şerîf ittisâline mektep bina ederek
çocuklarını okutmağı düşünmüş de o devrin muallimleri daha güzel daha
feyz-nâk mektepler inşa etmeğe müstaid adamlar yetiştirmeğe muvaffak
olamamışlar. Bize esas, bir ana yolu lâzımsa o da mekteplerimizdir.
Mekteplerimize ne kadar dikkat ve itina edersek o nispette terakki eder ve
çocuklarımızı o kadar sevmiş ve acımış oluruz. O şart ile ki, muallimlerimiz
çalışmanın yolunu bilmeli, öğrenmelidir. Hatt-ı hareket muayyen olmazsa,
muallimlerde vahdet-i efkâr bulunmazsa gaye-i maksûda vuslat kabil olmaz.
Binâenaleyh, umum Dobrucamız muallimlerinin hedefi olmadıkça, aynı
emele, aynı gayretle çalışmadıkça yine hiçbir şeye muvaffak
olamayacağımızdan emin olmalıyız.
Köstence'de, Pazarcık'ta, Silistre'de, Balçık'ta, Tutrakan'da birer
rüştiye mektebimiz olduğu(nu) biliyoruz. Bu mekteplerin tatbik ettikleri
programların ayrı ayrı olduğunu da biliyoruz.
Her bir İslâm köyünde iyi fena bir ibtidâî mektebi vardır. Fakat bu
mektepler, ne bir programa mâliktir, ne de güzel bir idareye tâbidir. İşte bu
mevcutlardan istifade etmek için onları ıslâh etmek kâfidir. Bunu yapacak
yine muallimlerdir.
Hele ailevî hayatımız ne kadar merhamete şâyândır. Köylerde, hatta
kasabalarda öyle islâm ailelerine tesadüf edilir ki, insan kendini onların
arasında görünce, binlerce sene evvelki hayatımıza intikal etmiş olur, bu
ibtidâî hâlete nazar-ı istiğrâb değil, nazar-ı merhamet atfetmeliyiz. Bu zavallı
aile her türlü mânâsıyla mahkum bir valide, pek mahdut bir fikr ü zekâ
zebûnu bir kızcağız muhitinde tâbi olduğu görenekten mâadâ bir terbiye ile
müteallim olmayan birkaç küçük yavru daha bîçâre bir pederden
müteşekkildir.
İhtimal o kızcağız, mektebe de gönderilmiş, fakat evden mektebe
gittiği zamandaki ciyâdet-i zihniyyesini zâyî ederek mektepten avdet etmiş, o
günden itibaren ziyâsız ve rutubetli bir köşede iğne ile iplik saymağa mahkum
olmuştur. O bir gün valide olacak; kim bilir nasıl bir cehl numûnesiyle bir aile
teşkil edecekler?! Bunların çocukları da aynı göreneğe esir olup gitmeyecek
midir?
O bî-günah kız mektepte geçirdiği beş altı sene zarfında bir ev ...
idaresine dair oldukça güzel bir fikir telkîh edilebilirdi. Bundan yine muallimler
mesuldür.
Ne fena âdetlerimiz vardır ki binlerce seneden beri sürükleyerek
bugüne kadar getirmişiz. Onları - ne kadar çirkin olsa bile - muhafaza
etmekten bir haz duyarız. Kezâ milliyetimizin tarihi an'ânâtına, şanına,
şerâfâtına delalet eden âdetlerimiz de vardır ki terketmişiz. Müstahsen
olanları metruk müstekrehleri de mahfuz kalmış. Bizi bir cihetten kemiren
bunlardır.
"Mektep ve Aile" mecmuası bu gibi ilmî, ictimâî hayatımızı teşrîh
edecek, noksanlarımızı, elemlerimizi açık bir lisanla anlatmağa çalışacaktır.
Bu hususta usulü dairesinde yazılan - politikadan mâadâ - her nevî
münâkaşâta, mübâhasâta sahifeleri açıktır.
Yeter ki, Dobrucamız hayât-ı İslâmiyyesine tenvire bâis olsun.
Milletini seven ve fikren, kalemen, hizmetini esirgemeyen, evlâdına acıyan,
istikbalini düşünen erbâb-ı hamiyyetin dest-i muâvenetlerini uzatacaklarından
eminim.
Hemen Cenâb-ı feyyaz-ı mutlak tevfîkini refîk etsin”.34
Yine derginin yazarlarından Osman Bektaş ta eğitim sorununa
değindiği “Mektep ve Millet” başlıklı yazısında okul ve öğretimi ele
almaktadır. Millet olarak cehaletten kurtuluşun, okulların ıslahı, çocukların
okullara gönderilmesi ve muallimlerin üzerlerine düşen görevleri yerine
getirmeleri ile gerçekleşebileceğini vurgulamaktadır:
.”......Evet, eğer bizde mektepler rağbet-i umumiyyeye mazhar
olsaydılar şimdi o feyz-nâk mahaller haşarı çocuklara mecmâ gibi
tanınmazdı. Evet, analar, babalar eğer mektepleri sevselerdi, çocuklarını
oraya gündüzleri gürültülerinden kurtulmak için değil, talim ve terbiye
maksadıyla göndermezmiydiler. İtiraf edelim: Hâr ü samimiyetle mekteplere
sarılmak lâzım gelirken onlar maateessüf nazarımızda çirkin görünmüş ve
hâlâ bu çirkin vaziyette milletin omuzunda bir bela kesilip kalmıştırlar. Hayat,
ümmetle mektep arasında pek sıkı ve dayanıklı bir rabıta tesis olunursa o
vakit mektebin vücûdu millet üzerinde damar atacağı, kök salacağı bedîdâr
olduğundan, artık bu ciheti muallimîn-i kirâmın ihmal etmeleri elbette tecvîz
olunamaz. Milletle mektep arasını bulmak, ahenk ve rabıta tesis etmek bir
emr-i mühimdir. Pek nazik bir sanattır. Bunun içindir ki, biz Müslüman
muallimlerinin son derece gayretli olmaları ve bu hususta bütün maharetlerini
sarfetmeleri iktiza eder.
Mektebe ait menâfiin birçoğu bundan çıkar. Yani muallimin mektep
haricinde vuku bulan faaliyet-i müctehidânesinden milletle mektep arası
bulunacağı gibi, yalnız mektebe mahsus birçok menâfi de hâsıl olacaktır.
Ciddiyetle iş görülmek için muallimin hariçte ahali ve cemaat ile daimi
denecek surette münasebette bulunması birinci derecede şart olsa da asıl
maksat ve gayeye vusûl için, ancak bu temas ve münasebet kâfi görülemez.
Çalışmak, mukavemet etmek, uğraşmak lâzımdır. Çünkü hayat; daimi bir
mübârezeden başka bir şey değildir. Çünkü pençeleşmek hayatın,
yaşamanın özlü bir zübdesidir ve buna galip olmak ise keskin zeka, dirayet
ve fetânet sahiplerinin yani akıllı kafaların zûr-ı bâzû-yi himmetleriyle
olacaktır. Buna nazaran "Hem karnım tok olsun, hem çöreğim dursun"
tarzında hareket etmek bilmem doğru olabilir mi? Bize kalırsa en mühim
mesele budur. Bu meseleyi anlatacak, milletin kalbine sokacak yer,
mekteptir. Çocukları nurlatacak, parlatacak, zihinlerini açacak, fikirlerini
düzeltecek, mübâreze-i hayata alıştıracak, azîmperver ve iradet-mend
kılacak eller de muallimlerdir. Bunun içindir her âlî maksada vusûl uğrunda
nefesini, hayalât ve cehdini kâmilen verecek bir batn-ı müstakbelin
hazırlanmasına mahsûs olan mekteplere ahalinin bî-kayd gibi kalmalarından
en ziyade müteessir olacakların yine muallimîn sınıfı olduğundan hiç şüphe
etmiyoruz. Her yer, kainat bütün mekteple ve mektepler sayesinde
aydınlanmış, tenevvür etmiş olduğundan biz de muamma-yı ictimaiyyemizi
mektepte ve mekteple halletmek istiyoruz. Çocuklara verilmesi lâzım gelen
gıda-i ruhiyyenin ehemmiyeti de âşikârdır. Binaenaleyh onlara yaşadıkları
muhitte yabancısı gibi muamele edilmemelidir. Husûsen "Türk" çocukları
nam ve unvanı olan büyük ve muazzam bir millet, necip ve muhterem bir
neslin mahsûlü olduğundan kendileriyle beraber yaşayan unsurlardan pek âlî
bir zekâ ve fetânetle mümtazdırlar. Kendilerine daima söz söylemek ve
araştırmak istidâdıyla dünyayı, kainatı anlamak, keşfetmek hassası
mevcuttur. Nâzım, tâli’-i millet olan muallimler işte bir taraftan mekteple ahali
arasında münasebet tesis edecek, diğer taraftan da zekâ ve mümtaziyet-i
fikriyyesini söylediğimiz Türk çocuklarına hayat ve nur veren fenn-i terbiyye
dairesinde talim ve tedris ederek mensup oldukları unsura müfit ve demirden
eller meydana getirmek için mütemadiyen çalışacaktırlar. Yoksa milletin
hayatına vâkıf olmayan tembel ve muhtac-ı himmet kimselerle yaşamak gibi
bir muamma-yı kebîrin halledileceği kestirilemez.
Türk muallimi nâm-ı celîlini taşımak için Romanya vatanımızla Türk
milletini sevmek ve bu uğurda çalışmalı behemehal borcumuzdur”.35
Mecmuada zaman zaman edebiyata dair yazılar ve şiirler de
bulunmaktadır. Örneğin Niyazi’nin ilk sayıda “Vatan Yavrularına” adlı çok
güzel bir şiiri yer almaktadır36.
Dergide dikkatimizi çeken yazılardan bir çğu da aile hayatı ile ilgili
olmasıdır. Bu konuda daha çok Osman Bektaş’ın yazılarını görmekteyiz.
Bektaş, yazılarında Romen toplumu içerisinde varlıklarını ve kimliklerini
korumanın tek yolunun, aile hayatına önem verilmesi ve çocukların terbiye
edilmesinden geçtiğini ifade etmektedir.
“......Heyet-i ictimaiyyenin devam ve bekası şart olup bunun da
esasını aile hayatı teşkil ettiğini geçen nüshada yazmış idik.
Bu defa da insanların nev ve cinsini idameye vesile olan emr-i zevâca
dair birkaç söz söylemek istiyoruz. Malûmdur ki, insan tek bir fert olarak
yaşayamaz. Yaşarsa az bir zaman içinde ölür gider. Halbuki nev-i beşerin
bekası, nema ve tecdîdi maksud olup bunun da kavânîn-i mahsusaya
müstenid olduğu şahsiyet ve ferdiyet itibariyle oynayamadığı mühim bir rolü
bir insanın işbu kavânîn-i mahsusaya riayetle îfâ ve icrâ edeceği bedîdardır.
Emr-i zevâc her halde heyet-i ictimaiyyenin temeli ve mevkufün aleyhidir.
Zât-ı şahsiyye üzerine mütefevvik emr-i zevâc heyet-i beşeriyyenin terakkisini
bâdîdir. Bunun için insanlar gibi sair hayvanda tabiatın, kudretin tesiriyle
beka-yı nev'ini mütekeffil umûr ve mesâil-i esbâbını ihzar etmekten geri
kalmaz. "Aile hayatı" düstûr-ı celîline riayet etmekteki menâfiin bilahare
heyet-i ictimaiyyeye avdet edeceğini de düşünenler taksim ve tevzi-i imale
kail olmuşlardır. Beka-yı nev'inin muhafazasına çalışan bir hayvan: Meselâ
kedi doğar neşv ü neması birkaç vakte müteallik gibidir. Bunun için dişisi bir
defada birçok evlât yapar. İnek, beygir gibi hayvanlarda keyfiyet ve hal bunun
aksinedir. Dişileri az doğurur. Fakat çok yaşarlar. Zira doğurmak kuvveti
hayat-ı şahsiyye kuvvetini zayıflaştırır. Buna binaen az doğuranların çok
yaşamaları tabiîdir. Emr-i tevlîd meşakkatli ve son derece ehemmiyetli ise de
terbiye-i evlâd meselesi ehemmiyet ve meşakkatçe ondan dûn değildir. Lütf-i
muamele ederek adalet-i tâmmeden ayrılmamak, çocukların terbiye ve
meşakkatine katlanmak bir peder ve bir validenin yapacağı en mühim
muvazenelerdendir. Feylesof Herbart diyor:
"....Az vakitte çok doğurup evlâdına bakmayan, terbiyelerine ihtimam
etmeyen hayvanlarla çok zamanda az doğurup evlâtlarına şefik ve rahim ve
emr-i terbiyelerine pek çok vakit itina eden hayvanlar mukayese edilecek
olursa çocuklarımızı talim ve terbiye hususunda ne yolda ve nasıl hareket
etmemiz lâzım geleceği tezahür edecektir". Buna binaen aile hayatı heyet-i
ictimaiyye esbabına ve onun terakkisi esbâbı ise, bekâ-yı nev'in esasını teşkil
ettiği âşikârdır. Heyet-i ictimaiyye nizamının takririnde ancak erkek ile kadının
yekdiğerine olan alakası nazar-ı itibara alınmaz. Burada en mühim cihet bu
alâkanın husule getirdiği gaye, sâir cemiyetlere karşı bekâ-yı cinsinin sebat
ve mukavemeti, aile efrâdının salahiyetidir ki, heyet-i ictimaiyye hayatı daima
bu gayeden neşet ve bu sebat ve mukavemetten teessüs etmiştir. Yoksa
sıhhat-i beden ve selâmet-i akl ile techiz edilmeyen bir aileden terbiyeli ve
mühezzeb bir insan beklemek muvâfık-ı mantık olamaz. Bu hususta en
mütekaddim ve en müterakki Alman milletini düşünelim. Onlar bu derece-i
kemale nasıl vasıl olmuşlardır? Aile hayatı nizamını muhafaza ettiklerinden
değil midir? İngilizler de böyle. Cihangir olmak fikrini taşıyorlar. Fakat
Fransızlar! Aile hayatını takdir etmediklerinden akibetlerinin pek vahim
olmasından Âd ve Semud gibi nam ve nişanlarının kalmamasından endişe
edilir. Demek ki insanlar, cins-i beşeriyyetin devam ve bekası ve milliyetinin
terakkî ve teâlisi için ailelerinin terbiye ve ıslahı hususunda eslem tarîka
müracaat etmelidirler. Evlâtları ana kucağında mükemmel yetişmeyen
milletler terakki ve saadetten kat-ı ümid etseler sezâdır”.37
Mecmuada sağlık ile ilgili konular ise, doktor İbrahim Temo tarafından
ele alınmaktadır. O dönemde yaygın olan verem hastalığını gindeme
getirmekte ve çareleri sunmaktadır. Ayrıca “Herkes” için adını verdiği başlıkta
hayvanlardan insanlara bulaşan hastalıklar ve mikroplar hakkında halkı
bilgilendirmekte ve alacakları önlemleri açıklamaktadır38. Bütün yazarların
yazılarını burada teker teker ele almamız mümkün eğildir. Zaten önemli
olanlardan bir kaçını burada sunmuş olduk.
SONUÇ
Türkler, Dobruca bölgesini ilk defa Selçuklular zamanında Sarı
Saltuk ve beraberindekilerin İslam’ı yaymak amacıyla buraya gelmeleriyle
tanıdılar. Osmanlı Devleti, Dobruca’yı ele geçirince iskan politikasının sonucu
olarak Anadolu’dan buraya Türkleri yerleştirdi. Kırım Türkleri’nin de
gelmesiyle Dobruca bir Türk bölgesi halini aldı.
Osmanlı Devleti, ele geçirdiği her bölgede olduğu gibi burada da
camiiler, hanlar, hamamlar, türbeler, çeşmeler yaptırdı. Bölgede yaşayan
Türkler, Osmanlı Devleti’nin hakimiyeti boyunca rahat bir hayat sürdüler.
Osmanlı Devleti’nin 1878 Plevne Savaşı’ndan yenik çıkmasıyla birlikte
buradaki Türklerin durumu değişti. Anadolu’ya göçler başladı. Dobruca’da
kalan Türkler de kimliklerini korumak için dini, siyasi, sosyal ve kültürel
alanda faaliyetlerde bulundular. Osmanlı Devleti’nin bölgeden çekilmesinden
Romanya’nın komünist yönetime geçişine kadar Türkler, pek çok gazete ve
dergiler çıkardılar. Bunların bir kısmı uzun sürerken çoğunluğu kısa süre
sonda kapandı. Siyasi ve sosyal haklarını almak ve kendilerini korumak için
teşkilatlar kurdular. Komünist yönetimin iktidara gelmesiyle Türkler, her
alanda olduğu gibi kültürel alanda da haklarından mahrum bırakıldılar. 1989
yılında Romanya’nın komünist yönetimin devrilip demokrasiye geçmesiyle
bölgede yaşayan yaklaşık seksen bin kadar Anadolu ve Tatar Türkleri
yeniden özgürlüklerine kavuştular. Siyasi birliklerini kurdular, gazetelerini ve
dergilerini çıkardılar. Eğitim ve kültürel faaliyetlerine kaldıkları yerden devam
ettiler. Eskiden olduğu gibi şimdi de Romen Devleti’nin birer sadık
vatandaşları olarak hayatlarını sürdürmektedirler.
Dipnotlar
* Doç. Dr. Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fak. Öğretim Üyesi
1 Romanya’daki İslamî tarihî yapılar hakkında geniş bilgi için bkz. Ekrem Hakkı Ayverdi,
Avrupa’da Osmanlı Mimari Eserleri, İstanbul 2000, I, 8-9; Yakup Memet, Prezente
Musulmane ın Romanıa, by 1976; Ali Aksu, Romanya Müslüman Türkleri’nin Dünü-Bugünü,
Constanta 2003 (I. Baskı), s. 42-79.
2 Her ne kadar Romen resmi makamları burada yaşayan Türklerin sayısını 80 bin olarak
verseler de bölgede yaşayan birlik başkanları sayılarının bundan fazla olduğunu
belirtmektedirler. Bkz. İbram Nuredin, Dobruca’daki Müslüman Topluluğun Manevi
Hayatından Sayfalar, çev., Belghiuzar Cartali Bulıga, Namık Kemal Yıldız, Constanta 1999, s.
27-31.
3 Romanya Türklerinin siyasi ve kültürel durumları hakkında geniş bilgi için bkz. Aksu, Age.
4 Balkanlarda İslam’ı yayan ünlü Türk düşünürü Sarı Saltuk’un gerçek isminin Muhammed
Buhari olduğu belirtilmektedir. Kabri, Romanya’nın bir Türk şehri olan Babadağ’da
bulunmaktadır. Bununla birlikte başka yerlerde de kabrinin bulunduğu ileri sürülmektedir.
Örneğin, Arnavutluk’ta, Kroya’da, Ohri Gölü kenarındaki Sveti manum Manastırında,
Kosova’da Altınelin’de, Bosna’da Mostar civarında, Hersek’e bağlı Blagay köyünde,
Anadolu’da Niğde’ye bağlı Bor ilçesinde ve Babaeski’de de türbesinin bulunduğu
söylenmektedir. Ancak kabrinin Romanya’nın Babadağ şehrinde olduğu tezi, tarihçiler
tarafından genel kabul görmüştür. Hayatı, Dobruca’ya gelişi ve mezhebi gib konularda geniş
bilgi için bkz., Şükrü Haluk Akalın, Saltuk-name (Basılmamış Doktora Tezi), İstanbul
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul 1987, s. 7vd.; Kemal Yüce, Saltuk-name’de
Tarihi, Dini ve Efsanevi Unsurlar, Ankara 1987, s. 20-100; İbrahim Agah Çubukçu, “Sarı
Saltuk’un Türk-İslam kültüründeki Yeri”, Renkler, Bükreş 1995, s. 149 vd.; Nimetullah Hafız,
“Yugoslovya’da Sarı Saltuk”, Renkler, Bükreş 1995, s. 212-217; Tacida hafız, “Blagay’da Sarı
Saltuk Türbesi” Renkler, Bükreş 1995, s. 218-220; Aksu, Romanya Müslüman Türklerinin
Dünü-Bugünü, s. 68-73.
5 Müstecib Ülküsal, Kırım Yolunda Bir Ömür, Ankara 1995, s. 273.
6 Müstecib Ülküsal, Dobruca ve Türkler, Ankara 1987, s. 155-156.
7 1896 yılında İbrahim Temo tarafından çıkartılmıştır.
8 1897 yılında çıkmış dört ay devam etmiştir.
9 1898 yılında Bükreş’te çıkmıştır.
10 İbrahim Temo tarafından Bükreş’te çıkarılmış; ancak, birkaç ay sonra kapanmıştır.
11 1901 yılında Köstence’de çıkmış, ilk sayıdan sonra kapanmıştır.
12 1909 yılında yayına başlamış, İstanbul’da iki haftada bir yayınlanmıştır.
13 Bu da 1909 yılında İstanbul’da günlük çıkmıştır.
14 1910 yılında Mehmet Niyazi tarafından İstanbul’da yayın hayatına sokulmuştur. Ancak
idareciler arasında çıkan anlaşmazlık yüzünden kısa bir süre sonra kapanmıştır.
15 1910 yılında Mehmet Niyazi ve arkadaşları tarafından çıkartılan gazete 1911 yılının
ortalarında yayın hayatına son vermiştir.
16 1914 yılında Mehmet Niyazi’nin başyazarlığını yaparak çıkardığı gazete, ilk defa
Mecidiye’de bulunan Işık matbaasında basılmıştır.
17 Mehmet Niyazi’nin editörlüğünde 1915 yılında yayınlanmış on sekiz sayı sonunda
kapanmıştır. Erol Ülgen ile birlikte tarafımızdan Latin harflerine çevrilerek yayımlanmıştır.
18 1921’de çıkmış, iki veya üç sayıdan sonra kapanmıştır.
19 1922 yılında emekli öğretmen Mustafa Lütfi tarafından çıkarılmıştır. Ancak bu da diğerleri gibi
uzun süreli devam etmemiştir.
20 Bu da Tan Gazetesi ile birlikte çıkmış, birlikte kapanmıştır
21 1924 yılında Mecidiye Müslüman Seminarı öğretmenlerinden İbrahim Kadri Efendi tarafından
Silistre’de çıkmıştır. Ne kadar süre sonra kapandığı belli değildir.
22 1928 yılında Octavian Moşescu, Romence, Türkçe ve Bulgarca olmak üzere üç dilde
yayınlanmıştır. Türkçe kısmını öğretmen Süleyman Faik hazırlamıştır.
23 15 Temmuz 1929 yılında emekli ilkokul öğretmeni Regep Mustafa tarafından çıkarılmıştır. İlk
sayıdan sonra gazete hem Türkçe, hem de Romence olarak çıkmaya başlamıştır. Yayın
hayatı fazla uzun sürmemiştir.
24 Yine Mecidiye Müslüman Seminarı’nın Türkçe öğretmenlerinden Habib Hilmi tarafından 1929
yılında çıkarılmış ve 1941 yılına kadar da devam etmiştir. Başlangıçta Osmanlıca
yayımlanmış, ancak daha sonraları Latin harfleriyle çıkmaya başlamıştır. Söz konusu gazete,
Dobruca Türklerinin modernleşmesinde önemli bir rol oynamıştır. Çünkü Hak Söz, Atatürk'ün
ekonomik, sosyal ve kültürel reformlarından çokça etkilenmiştir.
25 Müstecib Ülküsal ve arkadaşları tarafından 1930 yılında yayın hayatına giren gazete, bölgede
çıkan en uzun süreli gazetelerden biridir. Daha sonra Türkiye’de dergi olarak çıkmaya
başlamış, fakat son zamanlarda kapanmıştır.
26 1930 ile 1940 yılları arasında Dobruca'daki genç Türkler tarafından çıkarılmıştır. Gazetenin
yönetimini, dönemin Bükreş Büyükelçisi Suphi Tanrıöver üstlenmiştir. Dolayısıyla merkezi de
Türkiye'nin Bükreş Büyükelçiliği olmuştur. Gazete, Romanya ile Türkiye'nin ilişkileri
geliştirmesinde olumlu yönde önemli rol oynamıştır.
27 1938 yılında çıkmış, dokuz sayı sonra kapanmıştır.
28 Ülküsal, Dobruca, s. 155-163; M. Ali Ekrem, Din Istorıa Turcilor Dobrogeni, Bucureşti 1994, s.
182-187; Altay Kerim, "Romanya'da Kitap, Gazete, Dergi ve Radyo Yayın Hayatı", Balkan
Ülkelerinde Türkçe Eğitim ve Yayın Hayatı Bilgi Şöleni, Ankara 1999, s. 328-330.
29 Ekrem, Age., s. 155.
30 Ekrem., Age., s. 155; Ülküsal, Dobruca, s. 166.
31 Ekrem, Age., s. 156; Ülküsal, Dobruca, s. 167-168.
32 Ülküsal, Dobruca, s. 214.
33 Şair, yazar ve öğretmen olan Mehmet Niyazi, 1878 Plevne Savaşı olarak tarihe geçen
Osmanlı-Rus Savaşı sona erdiği dönemlerde Dobruca’da Mangayla kasabasına bağlı Aşçılar
köyünde doğdu. Çocukluk yıllarını köyde geçirdi. İlköğretimini köyde tamamladı. 11 yaşına
geldiğinde İstanbul’a gitti ve öğretmen okuluna girdi. Burada öğrenimini tamamladıktan sonra
1898 yılında öğretmen olarak Kırım’a geçti ve ilk öğretmenliğini orada yaptı. Ancak Çar
yönetiminin kendisini takip etmesi üzerine bir yıl sonra İstanbul’a döndü. 1904 yılında
babasını kaybetti. Bunun üzerine Niyazi, doğduğu yer olan Dobruca’ya, Köstence’ye döndü.
Buradaki Türk Rüştiye Okulu’na öğretmen olarak kısa bir süre sonra da buraya müdür olarak
atandı. 1914 yılına kadar bu görevini sürdürdü. 1914 yılında ise, Mecidiye’de bulunan
Müslüman Seminarı’na Türk Dili ve Edebiyatı öğretmeni olarak atandı. 1917 yılında Bolşevik
ihtilali olduğunda, Kırım Türkleri’nin kurduğu milli hükümetin çağrısı üzerine Niyazi, 1918
yılında Kırım’a gitti. O dönemde Kırım’da Akmescit’te yayınlanmakta olan Hakses
Gazetesi’nde başyazarlık yaptı. Pek çok makaleleri yayınlandı. Bir ara burada Bahçesaray
Milli Eğitim Müdürlüğü yaptı. 1920 yılında Kırım Milli Hükümeti’nin dağılması üzerine Niyazi,
tekrar Romanya’ya Mecidiye’ye döndü ve eski öğretmenlik görevini devam ettirdi. Mehmet
Niyazi, bu görevini 29 Kasım 1931’de vefat edinceye kadar sürdürdü. Kabri, Köstence’nin
Mecidiye kazasındaki müslüman mezarlığındadır. Hakkında geniş bilgi için bkz. Ali Aksu,
“Mehmet Niyazi”, Mektep ve Aile Dergisi, (Yayına hazırlayanlar Ali Aksu-Erol Ülgen),
Constanta, Romanıa 2003, s. 6-9.
34 Mehmet Niyazi, “Maksat ve Meslek Hakkında Birkaç Söz”, Mektep ve Aile Mecmuası, s. 12.
35 Osman Bektaş, “Mektep ve Millet”, Mektep ve Aile Mecmuası, s. 13-14.
36 Mehmet Niyazi, “Vatan Yavrularına”, Mektep ve Aile Mecmuası, s. 16-17. Diğer şiirler için bkz.
Aynı yer, s. 27-28, 49-50, 55, 70-71, 101.
37 Osman Bektaş, “Aile Hayatı”, Mektep ve Aile Mecmuası, s. 17-18; 23-24; 32
38 İbrahim Temo, “Herkes İçin”, Mektep ve Aile Mecmuası, s. 102-103, 113, 122-123, 130-132
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder