Bir ay aradan sonra tekrar Endülüs'teyim. Sevilla'nın Kurtuba'nın sokakları, tarih taşan yapıları arasında geçmişe yolculuktan çok sanki geleceğin ayak izlerini bulduğumu hissediyorum.
Tam bunları düşünürken, elime uzatılan İspanyolca kitabın başlığı sanki içinde bulunduğum durumla örtüşür gibiydi: Moriskoların İzi. Üniversite öğretim üyesi olan Antonio Manuel heyecanlı bir muhalif. İspanyol resmi tarih söylemini sorgulayan entelektüellerin başında geliyor. Endülüs milliyetçiliğine sempatiyle bakan bir aktivist, aynı zamanda. Bask ayrılıkçı terörüyle İspanya'nın nasıl baş ettiğine bakarak model çıkarmaya çalışan zavallı bürokratik aydınlar ne Türkiye'nin dinamiklerinden ne de bu yaklaşımın zaafından haberdar... Milliyetçiliği icat ederek evrensel dışlayıcı bir ideolojiye dönüştüren Batıyı izleyenler çözümü yine orada arıyor. Üstelik de ne kendini ne de Batıyı anlamış olarak... Akim kalmaya mahkum bir heves...
Endülüs milliyetçiliği Türk aydınları tarafından hemen hiç bilinmez. Ne ayrılıkçı milliyetçi teröre karşı İspanyol modelinden ilham almaya kalkışan ve kendi gerçeğine körleşen bürokratik aydınlar ne de Endülüs nostaljisini bugüne taşıma cesaretini gösteremeyen Endülüs sevdalıları...
Milliyetçiliğin her türlüsünün parçalayıcı, dışlayıcı karakterine rağmen Endülüs milliyetçileri kendi milliyetçiliklerinin bütünleştirici evrensel bir model olduğunu savunuyor. Bu durum, hele İspanya gibi birden fazla ayrılıkçı milliyetçi akımın olduğu bir ülkede son derece ilginç geldi bana.
Endülüs milliyetçiliği ile Moriskoların sürgünü arasında tarihsel olduğu kadar sosyal psikoloji açısından da doğrudan bağlantı kuruyor, bu akımın savunucuları. Zorla Hıristiyanlaştırılmaya çalışılan, engizisyonlarda işkence gören Müslümanların 1609 yılında topluca sürülmeleri İspanyol toplumunda bir travma etkisi yapmış. Bu travma İspanyol resmi tarih söyleminde olayın yok sayılması şeklinde tezahür ediyor.
İspanyol resmi tarihine göre sekiz yüz yıl burada bir medeniyeti yaşatan Araplar geldikleri gibi geri gittiler. Buna göre Moriskolar da Arapların son kalıntılarıydı, üstelik Osmanlılarla gizli işbirliği yaptıkları da söyleniyordu. Yüz binlerce insanın sürülmesinde vicdani bir sorun olamazdı.
Endülüs milliyetçileri ve pek çok muhalif aydın açısından durum tam tersi. Bir kere Endülüs Müslümanları sadece Araplardan ibret değildi, hatta Arap asıllı Müslümanlar azınlıktı. Dolayısıyla en son 1609'da topluca sürülenler sadece Araplar değildi. "Arapları geldikleri yere gönderdik" denilerek (kaldı ki 800 yıllık bir yurt edinmişlikten bahsediyoruz) işin içinden çıkılamaz. Arapların dışında sürülen Müslüman Endülüslülerin büyük çoğunluğu Müslüman olmuş İberyalılardı da.
Savunucularının önemli kısmı Hıristiyanlardan oluşan Endülüs milliyetçiliği akımı, buradan hareketle Moriskolara sahip çıkmak, tarihle yüzleşmek için adım atılması gerektiğini savunuyor. Bunun aynı zamanda Müslüman olduğu için ötekileştirilen, sürgüne gönderilen kendi insanlarıyla barışmak anlamına geldiğini savunuyorlar.
Antonio Manuel bu noktada ilginç bir tez ortaya atıyor ve Endülüs milliyetçiliğinin bütünleştirici evrensel bir milliyetçilik olduğunu savunarak parçalayıcı, atomize edici milliyetçilik tanımına farklı bir açılım getiriyor.
Aslında Endülüs milliyetçiliğinin kökleri Blas Infante'ya kadar götürülebilir. 20. yüzyılın ilk yarısında muhalif sosyalist karakterli bir hareket olarak ortaya çıkan Blas Infante'nin milliyetçiliği Endülüs bölgesine anayasal otonomi verilemesi yönündeydi. Daha sonra Müslüman olarak Ahmet ismini alan Infonte 1936 yılında Franko rejimi tarafından kurşuna dizilecektir.
Kendi insanının inancını yok sayarak tektipleştiren, onları sürgüne gönderen, katleden bir anlayışa karşı bütünleştirici bir milliyetçilik söylemi Bask deneyiminden daha fazla incelenmeğe değer. Mikro milliyetçiliğin doğasındaki ötekileştirmeye, mozaikleştirmeye karşın bütünleştirici evrensel bir milliyetçilik tarzı... Bakalım, Batı kendi milliyetçilik gerçeğiyle hesaplaşma cesaretini gösterecek mi?
Endülüs; gelenek icadı
Bir süredir İspanya'da Endülüs'te, Müslümanların bu topraklarda bıraktığı izleri takip ediyorum. İlk bakışta bugüne gelebilenler birkaç saray ve kiliseye çevrilmiş cami kalıntılarından ibaret. Daha yakından bakıldığında muhteşem bir medeniyetin izlerinin tarihi kalıntılardan çok hayatın içine, İspanyol kimliğine işlediğini şaşkınlıkla fark edilecektir.
Müslümanların bu topraklarda yedi yüzyılı aşkın sürede ortaya koydukları eserlerden çok azının kalması hepsinden önemlisi tüm Müslümanların sürülmesi, zorla Hristiyanlaştırılmaları, katliama maruz kalmaları bile bu geçmişin tümüyle silinmesi için yetmiyor. Bunu anlatmak için bizzat Hristiyanlık dahil bugünkü İspanyolların özellikle Endülüs bölgesinde hayatına işleyen, mimariden kültüre farklı formlarda yansıyan ayrıntılara şöyle bir bakmak bile yeterli.
Burada bir ayrıntıyı kaçırmamak gerekiyor. Bugünkü İspanyolların Endülüs'ü ile tarihi Endülüs ayrımı çoğu kez karışıklığa neden oluyor. Endülüs denilince ilk akla gelen bugünkü İspanya'nın Müslüman hakimiyeti altında olduğu bölgedir. Bunun yanı sıra sıradan bir İspanyol için Endülüs, İspanya'nın güney bölgesini oluşturan tarihi Endülüs'ün bir kısmını içine alan bölgenin adıdır.
Endülüs'e dair siyasi tartışmalar bu bölgeyle sınırlı tutulur. Endülüs'teki İslam hakimiyetinin son dönemini içine alan bu bölgede Müslümanların bıraktığı iz diğer yerlerle kıyaslanamayacak kadar belirgin. Özellikle mimari ve dildeki bu yansıma ilk bakışta şaşırtıcı gelebilir.
Bu yansıma bir bakıma Müslüman etkisinin kolay kolay silinemediğini, bir şekilde tekrar kendini göstermesi olarak yorumlanabilir. Andalucia denilen bölgedeki Katoliklik vurgusunun tezahür şekillerinde bile bu etki kendini hissettirir.
İspanya'da özellikle de Endülüs bölgesindeki Müslüman etkisi daha çok " geleneğin yeniden icadı"nın bir formu olarak okunabilir. Jerez'de mimari biçimi hiç bozulmadan bugüne gelmiş belki de tüm İspanya'daki tek örnek olan cami kalıntısını gezerken bir İspanyo- lun tespiti ilginçti; "Müslümanlar burada yedi yüz yıl kaldı, oysa İspanyol hakimiyeti henüz beşyüz yıl oldu. Kültürel anlamda fizik varlık tüm acımasızlığıyla yok edilirken farklı biçimlerde de olsa geleneğin devam etmesinin en iyi örneği. Gelenek ruhundan kopsa da farklı bir kültüre kendi biçimini verebiliyor. Diğer tarafta modern anlamda Hobsbawm'ın tanımladığı biçimde "geleneğin yeniden icadı" da tam bu noktada düşündürücü biçimde devreye giriyor. Kendiliğinden süreklilik arzeden, baskıya direnen gelenek farklı bir din ve kültürün biçimine bürünürken buna paralel biçimde zaman zaman yeniden üretiliyor.
Geleneğin yeniden keşfi anlamında ortaya çıkan Endülüs etkisinin modern formlarından biri de, önceki yazımda kısaca değindiğim 'Endülüs milliyetçiliği'dir. Bu akımın derli toplu bir manifestosu olmasa da önemli kısmı Katolik Endülüslülerden ya da kendilerini Endülüslülerin nesli olarak gören, Morsikolarla kan bağı olduğunu düşünen (doğrusu böyle düşünmemeleri için hiçbir neden de yok) insanların ortaya attığı ve çerçevesi tam çizilmemiş akım.
Bunların en belirgin özelliği İspanyol hakimiyetini ve engizisyon gibi tarihin en vahşi uygulamalarını eleştirirken kendilerine yeni bir Endülüs tanımı yapmaları. 1609 yılında, zorla Hristiyanlaştırılan fakat gizlice Müslümanlığı yaşamaya çalışan Moriskoların topluca sürülmelerinin doğurduğu travmayla yüzleşmeye çağırıyorlar. Endülüs hakimiyetindeki Müslümanlar sadece Araplardan ibaret değildi, Araplarla beraber yerli halkın önemli kısmı Müslümanlaştı. "Arapları geldikleri yer gönderdik" tezi tarihin en büyük yalanı diyor Endülüs milliyetçileri. Onlar Müslüman oldukları için ötekileştirildiler ve Arap diye sürüldü. Oysa sürülenlerin büyük kısmı yerli Müslümanlardı.
Endülüs milliyetçilerinin, İspanyol resmi tarih okumasına dair en tutarlı tezlerinden biri olan bu tespitleri düşündürücü. Diğer taraftan, Endülüs medeniyeti, etkisi, bugünkü kimlikleriyle vardıkları "sentezler geleneğin yeniden icadı"na iyi bir örnek oluştur. Bu icat: Müslümanlaşamadan Endülüs'e sahip çıkarken aynı zamanda Endülüs mirasına Müslümanlaşamadan modern, seküler ve uluscu bir form vermeye çalışıyor. Fırsat oldukça izleri takip edeceğim.
Bir medeniyetin istismarı
Sömürgecilik modern Avrupa ve de modern batı uygarlığının doğuşu arasında var olan neredeyse sebep sonuç ilişkisi kurmadan edemiyorsunuz İspanya'da gezerken. Hele bir de yolunuz Endülüs bölgesine düşerse bu etki daha da katmerleniyor. Batıdışı bir toplumdan, özellikle Müslüman bir bakış açısı/önyargısının tezahürü olrak algılanmaya çok da müsait olan bu durum bizzat İspanyolların tarihe bakışlarında, kendi kimliklerini kurgulama biçimlerine vurgulu biçimde yansıyor.
Bu vurguyu özellikle hatırlatan olay ise, bugünlerde BM bünyesinde "Papalık keşif doktrini"nin Amerikan yerlilerine verdiği zararın tartışılmaya açılmış olması. Sömürgeciliğin keşif kolu olmaktan daha fazlasını, partneri olarak sömürgeleştirme tarihinde rol oynayan kilisenin bir başka mağdurlarını hatırlamadan edemedim Endülüs^te.
Endülüs geçmişi ile sömürgeci güç olarak ispanya'nın kurduğu ilişki yeni keşfedilen dünyayı ele geçirme, hükmetme, sömürme pratiğinden bağımsız değil. İspanyol kimliğinin inşa edildiği imparatorluk çağı Endülüs üzerine kurlu. Rakip medeniyeti yenmiş bir güç olarak kendini inşa etmeye çalışırken aslında o medeniyetin derin izlerinden de kurtulamayacaktır. Reddettiği medeniyetin ruhu içine sinmiştir çünkü.
Endülüs'le Sömürgecilik deneyiminden farklı bir ilişki kurarken aynı zamanda 'sömürgeciliğe alet etme' çelişkisini barındırır. Her gün önünden geçtiğim Gırnata'nın meydanındaki Kolomb'a, Amerika seyahatinin beratını veren İzabella heykeli aslında Endülüs'ü yenmiş bir İzabella olarak sömürgecilik girişiminin kapısını açmasına işaret ediyor.
Endülüs'ün sömürgeciliğe alet edilmesi üzerinde pek durulmayan bir konu. Bir yanda İslam ve Müslümanlara ait her şeyi silip tek bir kimlik oluşturma çabasındaki İspanyol kralları Papalık ve Hristiyanlıkla ittifak içinde yeni toprakları sömürgeleştirirken, Endülüs mirasını da bir şekilde Amerika'ya taşımak zorunda kaldı.
Engizisyon marifetiyle din değiştirmeye zorlanan Müslümanlardan hatırı sayılır bir kısmı sömürgeci İspanyol güçlerince Latin Amerika'ya götürüldü. Özellikle ailelerinden koparılarak yeni kıtaya götürülen Müslüman erkekler sömürge yönetiminin inşasında kullanıldı. İspanya'da gelişen, Endülüs etkisindeki bir sanat olarak bilinen "mudajar art" geleneğinin izleri hala Latin Amerika'nın pek çok yerinde karşınıza çıkar.
İspanya'da, özellikle mimaride kendini gösteren bu akım, bizzat Endülüslü Müslüman sanatçıların eseri. Müslüman ve daha sonra zorla Hristiyanlaştırılan Moriskolar eliyle yapılan bu eserlerde yoğun biçimde Endülüs etkisi devam edecektir. Hatta Arapça yazılı hat sanatı bir süsleme aracı olarak saraylara, kiliselere kadar girecektir.
Sömürgeciliğe alet edilmesi ise Latin Amerika'da inşa edilen emperyal yapılardan kiliselere kadar farklı yapılarda tezahür ederken, bu Müslüman ve gizli Müslüman mimarların eserleri sömürgeciliğin orada kurumsallaştırılmasında kullanıldı.
Bu eserler Peru'da özellikle Lima'da ve Tunja, Bugota, Popoyan gibi Güney Amerika şehirlerinde, Meksika'da, Küba'da ve hatta Arjantin'e kadar farkılı ülkelerde buğün bile karşınıza çıkacaktır. Müslüman nüfus sadece sömürünün estetize edilmesinde değil, kas gücü olarak da bu bölgenin inşasında kullanıldı. Latin Amerika'da pek çok ünlü isim arasında Morisko kökenlilere rastlamak şaşırtıcı değil.
BM'nin bir alt komisyonunda Papalığın sömürgecilik doktrinini tartışmaya açılmış olması ister istemez meselenin bu boyutunu da hatırlatıyor. Yeni keşfedilen topraklarda yaşayan insanları ve onların kurduğu uygarlığı hiçbir insani değer addetmeden, sömürgeleştirme hakkı tanıyan papalık doktrininin ABD sisteminin oluşmasındaki etkisi de masaya yatırılıyor. Sömürgecilik geçmişiyle sadece Avrupa'nın değil Amerika'nın da yüzleşmesi gerekiyor. Zira bizzat Amerika Birleşik Devletleri bu gelenek üzerinde kurulu.
Endülüs'ün hem insan gücü hem de sömürgeciliğin estetize edilmesi yönünde istismar edilmesi sorunu en az yerlilerin sömürülmesi kadar önemli ve gündeme alınmaya değer. Yerlileri yarı insan olarak gören ve her türlü katliamı meşru sayan bir kültürün Endülüs medeniyetini de aynı yöntemle yok etmesini nasıl karşılamalı? Papalığın fetvasıyla en acımasız yöntemleri "vahşi yerliler"e uygulayanların benzer muameleyi Endülüslülere uygulaması, yaklaşımın ilkel ve vahşi yerlilerle sınırlı olmadığının işareti. Sorun bir medeniyetin öteki ile kurduğu ilişkinin özüne, daha doğrusu evreni, insanı, varoluşu tanımlamasıyla yakından alakalı.
İki denizin birleş/me/diği yer
Türkiye'deki siyasi gündemden uzakta, iki denizin birleştiği yerde, Cebel-i Tarık boğazını geçerken karşı tarafta tamamen farklı bir kıtayla hatta kültürle karşılaşacağınızı bekliyorsunuz ister istemez. Biraz da oryantalist okumanın etkisiyle, karşı kıyıya adım atar atmaz öteki olanla, Afrika'yla, Doğu'yla hatta egzotik imajlarla süslü bir dünyayla karşılaşma beklentisi sarıyor. Bu oryantalist beklentinin aslında önyargıları nasıl beslediğini aynı zamanda önyargılardan beslendiğini Tanca'ya adım atar atmaz fark ediyorsunuz.
Bir kere, bu tarihi şehrin adının Tanger okunmasıyla başlıyor oryantalist yönlendirme. Tarihi Tanca ismi bir anda batılı prizmadan geçerek kırılmaya uğruyor her türlü değerde olduğu gibi. Kırılmaya uğrayan sadece isim değil elbette. Şehrin yapısı, değişik kültürlerin harmanisinden çok farklı kolonyal etkilerin deforme ettiği bir kimliği dışa vuruyor adeta. İspanyol, Fransız hatta İngiliz etkisinin şehre ruhunu veren Müslüman varlığını adeta bastırmaya çalıştığı mimariden anlaşılıyor. Yine de bu kolonyal etki daha çok doğuya, Afrika'ya, İslama ait olanı "egzotikleştirdiği" fikri baskın çıkıyor bende.
Coğrafi olarak yanılgı, Afrika'ya ayak bastığınızı ima edecek beklentilerinizin boşa çıkmasıyla başlıyor. Ne çöl, ne deve... Atlas okyanusunun kıyısındaki Tanca ile hemen yanı başında Akdeniz kıyısındaki Tetvan kolonyal olanla kendine ait olan iki kültür farkını daha belirgin çizgilerle çiziyor. Farklı kültürlerin zenginliği, harmonisi ile kültürel kolonyalizm farkı yan yana duran iki şehirde ortaya çıkıyor.
Tetvan daha bir kendi kalabilmeyi başarmış şehir. Batılı bakış açısıyla "öteki olmaya" daha yakın. Aslında bir sürekliliği yaşatan bir şehir Tetvan.
İspanyolların turistik anlamda vitrinlediği, standardize edip vitrinlediği, ruhunu boşalttığı Endülüs burada sanki devam ediyor. Zaten Endülüslü Müslümanların kurduğu şehirlerden biri burası. Hâlâ şehirdeki köklü aileler soykütüklerinin Endülüs'ten geldiğini biliyor. Bir tür asalet göstergesi sayılıyor. Nitekim Endülüs tarzı evlerin fiziksel ihtişamı da bunu destekler mahiyette.
Tetvan'ı farklı kılan özellik Endülüs kültürünü yaşayan hayatın dinamizmine katarak sürekliliğini koruması... Endülüs uzmanı Muhammed Benaboud'un tespitleri bu konuda pek üzerinde durulmayan bir hususa dikkatimi çekti: Endülüs siyasi ve askeri olarak karşı tarafta sukut etmesine rağmen kültürel olarak Endülüs'ün dışında yaşamaya devam etti. Endülüs kültürü Endülüs dışında hayatiyetini sürdürdü.
Bu bakımdan Tetvan adeta laboratuvar özelliği taşıyor.
Farklı etnik ve dinî yapıları birleştirmesinin yanısıra farklı İslamî kültürel unsurlar da burada adeta mezcedilmiş. Söz gelimi tarihsel olarak Fas, Osmanlı etkisinden uzak kaldı. Ama Tetvan, özellikle 19. yüzyılın ilk yarısından itibaren Osmanlı kültürünü de yaşatmaya başladı. Tıpkı Endülüslü Müslümanların kültürlerini burada yaşatmaları gibi Fransızların Cezayiri işgal etmeleriyle buraya gelenler de Osmanlı kültürünün kimi unsurlarını taşımışlar.
Endülüs kültürünün Endülüs dışına taşınması ve burada yeniden üretilerek süreklilik kazanması, üzerinde durulmaya değer bir konu. Tetvan, bir bakıma Endülüs imajının nostaljiden çıkıp yaşayan bir varlığa dönüştüğü mekanın adı oldu. Geçmişe takılmadan yaşayan bir dinamizm. Zaafları, imkanlarıyla hala o kültürün önemli izlerini hayata taşıyor. Mesela, Endülüs müziği canlılığını koruyor. Sokağa taşan bu müzik tarzı Arap müziğinden de hayli farklı formlara sahip. Mesela gırnatavi ile endülüsi farkı bu müziğin canlılığını göstermeye yetiyor.
Gırnatavi tarzını ilk dinlediğim anda daha otantik geldi. Sanki Klasik Türk müziğinden bir eser dinler gibi çok aşinalık oluştu bende. Endülüsi denilen tarz daha popüler. Sözgelimi gırnatavi, klasik enstürümanlarla icra edilirken, diğerinde keman gibi farklı enstürümanlar kullanılabiliyor.
Fas, hemen her tarafında, özellikle mimaride Endülüs etkisi gözlemlense de, bundan ibaret değil. Çok daha farklı bir deneyimin, farklı unsurların adeta biraraya geldiği kültürel harmoni. Müslüman, Afrikalı, Akdenizli, Arap, Berberi birikiminin hulâsası. Bunu üzerine, özellikle kıyı şeridindeki kolonyal etkiyi ilave ederseniz, bugünkü Fas ortaya çıkıyor. Cebel-i Tarık iki denizi birleştiren boğazın adı olsa da, iki denizin birleşmediğini biliyoruz. Aynı zamanda iki kıtayı, iki medeniyeti ayıran metafora dönüşüyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder