12 Ekim 2012 Cuma

Kedi-köpek hakları - Yavuz Bahadıroğlu


Bir kanun taslağı münasebetiyle “Hayvan hakları” savunucuları günlerden beri gösteriler yapıyor, “Hayvanları öldürmeyin” diye bağırıyorlar.

Birileri de bunlarla, “kedi-köpek savunucuları” diye dalga geçmeye çalışıyor.



“Suriye ile savaşın eşiğine geldiğimiz günlerde böyle bir konu ile uğraşılır mı?” diyeceklere tavsiyem, bu soruyu Sultan III. Murad’a sorsunlar: Zira o da uğraşmış, onca sorun varken, hayvan haklarına ilişkin olarak kapı gibi bir “ferman” yayınlamıştı. Buyurun okuyun:



“İstanbul kadısına hüküm ki: Hamalların taşımacılıkta kullandıkları at ve katırlara taşıyamayacakları miktarda yük yükleniyormuş. Hamallar Kethüdası’na buyurdum ki: Bundan sonra hiçbir at ve katıra, taşıyabileceğinden fazla yük yükletmeyesun. At ve katırların beslenmelerine, nallarına ve semerlerine dikkat edilmesi için gerekli tedbirleri aldırasun...”



Demek ki, hayvanların sorunlarına eğilmek için, insan cinsinin sorunlarının bitmesini beklemek doğru değil...



Çünkü şefkat bir bütündür. Hayvanlara ve bitkilere karşı şefkati olmayanın insanlara da şefkati olmaz.



Hayvan haklarını bilmeyen, insan haklarını da bilmez. Hayvan haklarını umursamayan, insan haklarını da umursamaz.



Ormanları yakıp hayvanları sokağa atanlar, ya da öldürenlerle insanları inançlarından, ibadetlerinden, kıyafetlerinden, siyasetlerinden ötürü kınayanlar aynı sevgisizliğin, aynı şefkatsizliğin, ürünleridir.



Bu yüzden Osmanlı ceddimizin yalnız insanlara değil, hayvanlara ve bitkilere, yani çevreye karşı gösterdikleri duyarlılığı özümsememiz ve o duyarlılıktan ders almamız gerekiyor.



Tabii “ders” alabilmek için bilmek lâzım.



Burada açıkça ifade etmeliyim ki, Osmanlıların hayvanlara yönelik şefkat ve merhamet sistemi şaşırtıcıdır; o kadar ki, vahiy medeniyetinden kopuşumuzun nelere mal olduğunu düşündürüyor.



O zaman anlıyorsunuz ki, Osmanlı olmak, hayatı yaradılış hikmetiyle birlikte idrak edip, o idrak istikametinde Allah’a ulaşmaktır!


Anlıyorsunuz ki, Osmanlı olmak, “Canlı cansız bütün varlıklar Allah’ı tespih eder”anlayışını hayata hâkim kılmaktır.



Bu yüzden Osmanlılar, yalnızca insanın yaşama hakkına saygı gösterip mutlu olmasını esas almadılar, hayvanların ve bitkilerin de “oluş” hakkına ve yaradılış hikmetine bağlı yaşadılar.



Yabancı gezginlerden Elisee Recus yazıyor: “Osmanlılardaki iyilik duygusu hayvanları dahi kucaklamıştır. Bir çok köyde eşekler haftada iki gün izinli sayılır... Türklerle Rumların karışık olarak yaşadığı köylerde ise bir evin hangi tarafa ait olduğunu kolaylıkla anlayabilirsiniz. Eğer evin bacasında leylekler yuva yapmışsa bilin ki o ev bir Türk evidir.” (Küçük Asya. c. 9)



Öyle bir hassasiyet ki, Osmanlı askeri teşkilatını Avrupa’ya tanıtmasıyla ünlü Comte de Marsigli, hayvan sevgisi konusunda Osmanlıları biraz “aşırı” bulmaktan kendini alamıyor:



“Şunu da itiraf etmeliyim ki, Müslüman Türkler, bu dindarâne hareketlerinde biraz fazla ileri gitmektedirler. İyiliklerini yalnız insan cinsine hasretmekle kalmayıp, hayvanlara ve hatta bitkilere bile teşmil ederler.”


Burada sözü ünlü Fransız şair Lamartine’e bırakalım:



“Müslümanlar canlı ve cansız mahlükatın hepsiyle iyi geçinirler: Ağaçlara, kuşlara, köpeklere, velhasıl Allah’ın yarattığı her şeye hürmet ederler; bizim memleketlerde başı boş bırakılan veyahut eziyet edilen bu zavallı hayvan cinslerinin (türlerinin) hepsine şefkat ve merhametlerini teşmil ederler. Bütün sokaklarda mahalle köpekleri için muayyen (belirli) aralıklarla su kovaları sıralanır; bazı Müslümanlar, ömürleri boyunca besledikleri güvercinler için, ölürken vakıflar kurarak, kendilerinden sonra da (güvercinlerine) yem serpilmesini sağlarlar.”


Başka söze gerek var mı?

Hiç yorum yok: