Halife Hz. Ömer, Şam Orduları Komutanı Ebû Ubeyde bin Cerrâh'ın gurura kapıldığı duyumunu almış, müthiş telâşlanmış, birkaç mektupla ikaz ettikten sonra, bizzat görüşmek üzere Şam'a yönelmişti...
Fakat koskoca Halife'nin iki devesi olmadığı için, yol boyunca, kölesiyle nöbetleşe deveye biniyorlardı. Şam yakınlarında bir dere kenarına ulaştılar. Deveye binme sırası köleye gelmişti. Derenin öteki kıyısında ise Ebû Ubeyde bin Cerrâh tarafından toplanmış bir kalabalık Halife'yi bekliyordu.
Halife Ömer, kölesini deveye bindirdi. Mestlerini çıkardı. Paçalarını sıvadı. Devenin yularını tutup yalın ayak suya girdi. Karşıya geçti.
Ebû Ubeyde hayretler içindeydi. Hz. Ömer'in kulağına eğildi:
"Yâ Halîfe!" dedi, "Böyle ne yapıyorsun? Bütün Şamlılar, Müslümanların halifesini görmek için toplandılar. Hepsinin gözleri üstünde... Hepsi sana bakıyor. Eminim bu yaptığını beğenmeyecekler."
Halife: "Ne yaptım ki?" diye sordu.
"Daha ne yapacaksın, deveye köleni bindirdin, dereyi yalınayak geçtin. Bu durumda hanginiz köle, hanginiz efendi belli değil. Deveye senin binmen lâzımdı."
Hazret-i Ömer buyurdu ki: "Yâ Ebâ Ubeyde! Senin bu sözün, burada toplananlar için çok zararlıdır..."
"Neden ey Halife?"
"Seni duyanlar insanın şerefini, vasıtaya binerek gitmekte ve süslü elbiseler giymekte sanacaklar. Şerefin, Müslüman olmakta ve kullukta olduğunu anlamayacaklar...
"Ey Ebâ Ubeyde! Biz aşağı, bayağı insanlardık. Acem şahlarının elinde esirdik. Allah, Müslüman yapmakla bizleri şereflendirdi. Allah'ın verdiği bu izzetten, bu şereften başka şeref ararsak, Allah bizi yine zelîl eder, her şeyden aşağı düşürür. İzzet, şeref, İslâm'dadır. İslâm'ın ahkâmına uyan azîz olur. Bu ahkâmı beğenmeyip, izzeti, huzuru, saadeti başka şeylerde arayan zelîl olur."
Hz. Ömer'in bu konudaki önderi de hiç kuşkusuz, Âlişan Efendimiz'di. Efendimiz'in, son derece mütevazı bir hayat yaşadığını biliyoruz. O kadar ki, doğru düzgün bir evde dahi oturmadı, hayatı boyunca gösterişten, kibirden sakındı.
Peygamber Efendimiz'le görüşmek için Medine'ye gelen yabancı elçiler, etrafta önce Devlet Başkanlığı Sarayı arıyorlardı...
Bulamayınca, büyükçe bir ev bakınıyor, yine bulamayınca çevreye soruyorlardı:
"Reisiniz nerede oturuyor?"
Medine'deki diğer evlerden hiçbir farkı olmayan Mescid-i Nebevi gösterilince, ilkbüyük şaşkınlıklarını yaşıyorlardı. Ama belki içi tantanalı döşenmişti. O umutla içeri giren elçileri, yeni bir şaşkınlık bekliyordu. Karşılaştıkları manzara, alıştıkları manzara değildi: Eşyasız büyükçe bir oda, yere serili bir deve postu, üstünde bağdaş kurmuş sohbet eden birkaç kişi...
Alışageldikleri Devlet Reisi'ne benzer biri yok: Ortada ne bir taht, ne ipek halılar, ne altın varaklı çerçeveler... Her yer müthiş bir sadelik içinde...
Üstelik sohbet edenler arasında alışa geldikleri Devlet Reisi figürüne benzer kimse de yok: Kimse gösterişli kıyafetler giymemiş, kıymetli takılar takmamış, kimse gurur dolu bakışlarla bakmıyor... İçerde oturanların hepsi yaklaşık olarak aynı kıyafette, aynı oturuşta, aynı bakışta bütünlenmiş...
Çar-naçar sormak zorunda kalıyorlardı:
"Reis hanginizsiniz?"
Bütün gözler derin bir sevgi, büyük bir saygıyla Efendiler Efendisine dönünce, ebedi bir gerçeği idrak ediyorlardı: Anlıyorlardı ki, insanın büyüklüğü tevazuundadır, haşmeti imanındadır, izzeti yüreğindedir.
Bunu sık sık hatırlamamızı gerektiren bir zamanda yaşıyoruz. Neden derseniz, "iktidar", "servet" "şöhret" ve bunların musallat ettiği "gurur" imanımızı kemiriyor.
"Dünya mükâfat yeri değildir" hakikatini unutup öyle bir "keyif" düşkünü olduk ki, sormayın gitsin!
Ömrümüz övgüler, alkışlar arasında geçiyor.
Zevke, keyfe, tantanaya, gösteri ve gösterişe fena alıştık!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder