17 Şubat 2012 Cuma

İddia büyük: “Amerika, Suudi Arabistan’a teslim!”-‘Sadık hizmetkâr’ gerçekte kim?- Taha Kılınç

İbni Suud Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Franklin Roosevelt ile birlikte











İddia büyük: “Amerika, Suudi Arabistan’a teslim!”

Amerika – Suudi Arabistan ilişkilerine dair yapılan spekülasyonlara bir yenisi eklendi. Bu defaki kahramanımız, kaleme aldığı The Arab Lobby (Arap Lobisi) kitabı vesilesiyle Amerikan Yahudilerinin medya önünde görünen önemli isimlerinden Mitchell Geoffrey Bard. Kendisi aynı zamanda sanal âlemin muteber bilgi kaynaklarından Jewish Virtual Library'nin de editörü. Yayınlanmış 20'den fazla kitabı ve çok sayıda makalesi bulunan Mitchell G. Bard'ın uzmanlık alanı Ortadoğu, özelde ise İsrail.

Bard'ın son kitabı The Arab Lobby, Suudi Arabistan merkezli olarak Arap dünyasının Amerika ile ilişkilerine eleştirel (hatta yer yer hakaretamiz) bir bakış getiriyor.

Amerika'da yerleşmiş bulunan etkin bir Arap lobisinin Amerikan dış politikasını kendi çıkarlarına göre şekillendirdiğini savunan Bard'a göre, söz konusu lobi sadece Araplardan oluşmuyor. Arap Lobisi'nin içinde petrol endüstrisinin devleri, Hıristiyan misyonerler ve Amerikalı diplomatlar bulunuyor. Bu gruplar, Arapların çıkarları ve menfaatleri için yoğun bir şekilde faaliyet gösteriyorlar. Arap lobisinin en büyük amaçlarından biri Amerika'nın İsrail ile ilişkilerini baltalamak. Lobi, bütün muhalefetine rağmen Amerika'nın 1948'de İsrail'i tanımasına engel olamayınca, sonraki dönemlerde ve günümüzde Amerika'yı yönlendirerek İsrail'e gereken desteğin verilmemesine çalışıyor.

Yine Bard'a göre Arap lobisinin başını çeken Suudi Arabistan, zahirde her ne kadar önemli bir müttefik gibi görünse de, Amerika'nın en sinsi ve güçlü düşmanlarından biri. Despotça bir yönetimin hüküm sürdüğü bir ülke, terör destekçisi, insan hakları ihlalcisi olan Suudi Arabistan, Amerika ile ilişkide bulunduğu 80 yıldan bu yana, rüşvet ve tehdit de dâhil olmak üzere, bütün yöntemleri kullanarak Amerikan dış politikasına etkili olmaktan geri durmuyor.

İsrail'i "Ortadoğu'nun tek demokratik ülkesi" olarak anan yazara göre, Amerika, Suudi Arabistan'ın tesiri altında kalarak, İsrail'in birikimlerinden ve bölgeye dair tecrübelerinden yeterince yararlanamıyor.

Mitchell Bard, Amerikan başkanlarının hepsini az ya da çok etkisi altına alan Arap lobisinin en önemli etkinlik alanlarından biri olarak da Obama yönetimini görüyor. Bard'a göre "Amerikan Yahudilerinin yüzde 80'i Obama'ya oy verdikleri halde, Obama başkan olduktan sonraki ilk röportajı için bir Arap gazetesini münasip gördü, ayrıca ilk Ortadoğu gezisinde de İsrail'i atlayarak Mısır'da konakladı, Kahire'den İslam dünyasına seslendi. Amerikan Yahudileri arasında, başkan olmasından bu yana henüz İsrail'i ziyaret bile etmeyen Obama'nın İsrail dostu olduğuna inananların oranı yalnızca yüzde 4."

Abraham Foxman'ın "Ortadoğu ile ilgilenen herkesin mutlaka okuma listesinde yer almalı" diyerek kitabını övdüğü Bard'ın belki de en dikkat çekici iddiası, Amerika'daki İsrail lobisine dair söyledikleri. Bard özetle şunu savunuyor: "Sözde İsrail lobisinin Amerikan politikaları üzerinde etkili olduğu söylemleri, gerçekler karşısında masal hükmünde kalıyor. Arap lobisi o kadar güçlü ve etkili ki, İsrail lobisi diye bir şeyin varlığından bahsetmek mümkün değil."

Bard aslında oldukça dürüst bir üslup da yakalamaya çalışıyor bir yandan: "Demokratik bir ülkede her ulus, her devlet kendi menfaatlerinin peşinde koşabilir, lobicilik faaliyetleri yapabilir, ülkesinin çıkarlarını savunabilir. Benim karşı çıktığım şey, bunun manipülasyon, duygu sömürüsü ve kandırma ile yapılması. İşte Arap lobisinin yaptığı şey tam da bu!"

Yahudiler arasında Obama'nın Müslüman olduğuna inananların çoğaldığı bir dönemde, Amerikan Yahudi çevrelerinde iyi tanınan bir Yahudi yazar / akademisyenin böylesine bir kitap kaleme alması oldukça ilginç. İlginç, çünkü Bard, kitabı boyunca, İslam dünyasında yaygın algı olan "Suudi Arabistan Amerika'nın sözünden çıkmaz"ı tersine çevirip, Amerikan dış politikasının tamamen Suudi Arabistan'ın liderliğindeki Arap lobisine teslim olduğunu iddia ediyor.

Ortadoğu söz konusu olduğunda gerçeğin tek bir sureti yok, dolayısıyla yazarın iddialarının sağlamasını yapmak için mutlaka Suudi Arabistan cephesinde Amerika ile ilişkilerin nasıl okunduğuna da bakmak gerekiyor. Önümüzdeki yazının konusu bu olsun.


‘Sadık hizmetkâr’ gerçekte kim?

Amerikan Başkanı Franklin Delano Roosevelt'in Suudi Arabistan'ın kurucusu Kral Abdülaziz bin Suud ile gerçekleştirdiği tarihi buluşmanın üzerinden tam 65 yıl geçti. O zamana kadar Ortadoğu'ya ancak ikinci derecede bir ilgi duyan Amerika Birleşik Devletleri, iki liderin 14 Şubat 1945 günü Quincy zırhlısındaki buluşmalarının ardından bütün heybetiyle bölgeye giriş yaptı. 


Yalta Konferansı'nda Churchill ve Stalin'le görüşüp, temsil ettiği devletin varlığını ve dünyanın bu yakasındaki etkinlik çabalarını resmen ilan eden Başkan Roosevelt, ayağının tozuyla Kral Abdülaziz'e yaptığı ziyarette, Suudi petrolünün cömertçe paylaşılması karşılığında, genç krallığa sınırsız bir Amerikan himayesini garantiliyordu. 

Suudi Arabistan – ABD ilişkileri, sonraki dönemlerde gittikçe artan bir güven ortamında gelişti. Kral Abdülaziz'in çocukları ve torunları, Ortadoğu bölgesindeki hanedanların tersine geleceklerini İngiltere'yle değil, Amerika'yla kaim olarak görmeyi tercih ettiler. Suudi kraliyet ailesinin birçok üyesi, yüksek öğrenimleri ve sonrasındaki akademik ve iş kariyerleri için ABD'yi seçti. 

Eleştirel gözle bakanlarca hayranlık hatta hizmetkârlık olarak isimlendirilen Suudi Arabistan'ın ABD'ye bu yönelişinin belki tek istisnai dönemi, 1964 – 1975 yılları arasında tahtta kalan Kral Faysal zamanıydı. 
Kardeşi Kral Suud'u, aşırı derecede müsrif davrandığı gerekçesiyle tahttan indirip sürgüne göndererek yönetime gelen Faysal, 1969 yılında Mescid-i Aksa'nın yakılmasının ardından gözyaşları içinde yaptığı İsrail karşıtı konuşmalarla kamuoyunun zihnine kazınmıştı. İslâm Konferansı Teşkilâtı'nın (İKÖ) kurulması da yine kendisinin girişimleriyle, söz konusu olayın akabinde gerçekleşti. 

25 Mart 1975 günü, bir bayram kabulü sırasında sarayında yeğeni tarafından öldürülen Faysal'ın iktidarının son zamanlarında meşgul olduğu en sansasyonel hadise, bizzat öncülük ettiği ve amacı "İsrail'e destek veren Batı'yı cezalandırmak" olarak açıklanan petrol ambargosu idi. Suudi petrolünün piyasadan çekilmesinin ardından baş gösteren enerji darboğazı, onu özellikle İslâm dünyasında yıldız haline getirdi. Ardından 1974 yılında, Faysal, TIME dergisi tarafından 'Yılın Adamı' seçildi. 

Kral Faysal'ın ani ve şüpheli bir şekilde öldürülmesi, kendisinden sonra tahta oturan krallara şunu öğretti: "Sarayımızda bile güvenlikte değiliz. Hatta en yakınlarımız bile katilimiz olabilir." 

Faysal'dan sonra gelen ve hepsi de Faysal'ın kardeşleri olan Suudi Arabistan kralları (Halid, Fahd ve Abdullah), Amerikan yönetimiyle ilişkilerini, İslâm dünyasının her yanından yoğun eleştiriler alma pahasına sıkı şekilde sürdürmeye çalıştılar. 

Özellikle Kral Fahd dönemi, Amerika'nın Ortadoğu'da askeri varlığını resmen ve köklü biçimde tescillediği bir zaman dilimiydi. 

Gilles Kepel, Fitne-İslâm'ın Merkezinde Savaş adlı kitabında şu anekdota yer verir: 

"Körfez Savaşı öncesinde Saddam Hüseyin, Kuveyt üzerinden Suudi Arabistan'ı da tehdide başladığında, Kral Fahd, Amerikan güçlerinin ülkesinde konuşlanmasına karar verir. O zamanlar 'Afgan cihadı'nın taze izlerini henüz üzerinde taşıyan Üsame bin Ladin, nüfuzlu kişileri araya koyarak Kral'la görüşmeyi başarır ve Kral Fahd'a şu teklifte bulunur: "Amerika'nın ülkemize ayak basmasına izin vermeyin. Ben, emrimdeki savaşçılarla Saddam'ın askerlerinin üstesinden gelirim!" O güne kadar 'Üsame'nin emrindeki savaşçılar'a dair çok fazla bilgisi olmayan Kral, ilk ağızdan aldığı bu bilgiyle şok olur. Pek belli etmez ama Üsame'nin devlet içinde devlet olmaya doğru giden bu gücü Fahd'ı fena halde ürkütmüştür." 

Bir yandan Suudi Arabistan'ın doğal kaynaklarından sınırsızca yararlanan ABD, öte yandan Suudi Arabistan'da hâkim olan din dilinin ürettiği ve Kepel'in de yukarıdaki anlatımda işaret ettiği bu yeni 'Amerika düşmanı' insan tipini de gözlemliyor olmalıydı ki, bu dönemde Amerikan dış politika yapıcılarında Suudi Arabistan'la ilgili olumsuz anlamda bir fikir değişimi görülmeye başlıyordu. 

Çünkü Suudi Arabistan'ın 'petrol deposu' olmak özelliği yanında önemli bir başka özelliği daha vardı: İslâm'ın en önemli mekânlarına ev sahipliği yapmak. Bu, Suudi Arabistan gibi katı dini kurallarla yönetilen bir toplumda, 'İslâm'ın düşmanları'na karşı savaşmaya ezelden gönüllü, İslâm'ın doğduğu topraklara 'emperyalist düşman'ı sokmamaya yeminli genç ve ateşli nesillerin yetişmesi sonucunu doğuruyordu. 

Nitekim 11 Eylül saldırısına katılan 19 kişiden 15'inin Suudi Arabistan vatandaşı olması, Amerikalıların yanılmadıklarını ortaya koydu. Hatta bir kısım yorumcuların iddialarına göre, 2003'te Irak'a yapılan çıkarmanın esas amacı "Saddam Hüseyin engelini yıkıp Irak petrolünü dünya piyasasına akıtarak, Suudi tekelini kırmak ve zamanla devreden çıkarmak"tı. 

Günümüzde, Suudi Arabistan'la Amerika'nın ilişkileri, biraz da Amerika'nın Suud petrolüne olan ihtiyacının etkisiyle mükemmel gibi görünse de, konjonktürün zorladığı, ancak eşzamanlı olarak karşılıklı şüphelerin kemirdiği bir ilişki biçimi bu. 

Ayrıca, manzaranın İslâm dünyası cephesinden görünüşü, Amerika'nın İsrail politikalarından bağımsız değil. Zira, krallığa yöneltilen eleştirilerin temelinde, İsrail konusundaki yaklaşımını hiçbir şekilde değiştirmeye yanaşmayan ABD'ye verilen desteğin sınırsızlığı yatıyor. Bu yüzden, Arap halkları ve İslâm dünyası nezdinde, Suudi Arabistan Krallığı, İsrail'in zımni destekçisi ve tedarikçisi konumunda. 

Dolayısıyla, Mitchell Bard'ın sözünü ettiği Arap lobisinin faaliyetlerinin, eğer öyle bir lobi varsa, daha çok Suudi Arabistan'ın İslâm dünyasında zaten yeterince olumsuz olan imajını daha da kötüleştirmeye yaradığı söylenebilir. 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder