17 Şubat 2012 Cuma

Suudi Arabistan’ı karmaşa içinde bırakmazlar-Savaşamazlar, çünkü birbirlerine muhtaçlar - Taha Kılınç


Suudi Arabistan’ı karmaşa içinde bırakmazlar

Suudi Arabistan Kralı Abdullah bin Abdülaziz, resmen açıklanmayan bir hastalık sebebiyle yetkilerini kardeşi Naif bin Abdülaziz'e devretti. Son bakanlar kurulu toplantısı Prens Naif'in başkanlığında yapılırken, Abdullah'ın oğlu Mutayib de Suudi Milli Muhafız Alayı'nın başına geçirildi. Söz konusu alayın başında 1963'ten beri Kral Abdullah bizzat bulunuyordu. Bu iki sembolik görevlendirme, adeta yeni bir yönetimin göreve başladığı, Abdullah döneminin bittiği izlenimini veriyor. 

Normal şartlarda, 82 yaşındaki Veliaht Prens Sultan bin Abdülaziz'in yönetimi devralması gerekiyordu, ancak o da geçtiğimiz yılın neredeyse yarısını New York'taki bir hastanede geçirdi, halen de tedavisi devam ediyor. 

Kraliyet kaynaklarından resmi bir açıklama yapılmasa da bu defa durum ciddi görünüyor. Kral Abdullah ölüm hastalığına mı yakalandı bilinmez, ancak Ortadoğu siyasetinin yönlendirildiği kulislerde, Suudi Arabistan gibi bir ülkenin yeni yönetim kadrosunun çoktan konuşulmaya başladığını söylemek abartı olmaz. 

1932 yılında resmen kurulan Suudi Arabistan'ı, hâlen kurucu kral Abdülaziz'in çocukları yönetiyor. Krallığın yönetimi henüz ikinci kuşağa geçmiş değil. Abdülaziz'in hayatta olan 30'a yakın oğlu, eğer hiçbir terslik olmaz da sırayla tahta geçebilirlerse, yönetimin ikinci kuşağa geçişinin en az 50 yılı bulabileceği tahmin ediliyor. 

Bu noktada, Suudi Arabistan gibi İslam dünyası için oldukça önemli olan bir ülkenin krallarına yakından bakmak ufuk açıcı olabilir: 

Krallığın kurucusu Abdülaziz bin Suud, 1932'de kral olduğunda 56 yaşındaydı. 21 yıl süren yönetimi, krallığının Amerika ile ilişkilerini üst düzeye çıkardığı bir zaman dilimi oldu. Abdülaziz'in, Amerikan Başkanı Franklin Roosevelt ile 1945'te gerçekleştirdiği meşhur görüşme sonrasında, Amerikan şirketleri Suudi petrolünün üretim, rafine ve satış imtiyazını aldılar. ABD, bunun karşılığında Suudi Arabistan'ı koruyacağına dair garanti verirken, krallıktan da tek bir şey istemişti: Petrolü silah olarak kullanmamak. 

İkinci kral Suud, babasının ölümüyle 1953 Kasım'ında başa geçti. 11 yıl görevde kalan Suud, Suudi Arabistan'ın zenginliğini çarçur ettiği ve petrol gelirlerini halkın refahı için kullanmadığı gerekçesiyle kardeşi Faysal tarafından tahtından indirildi. Devrik kral, sürgünde bulunduğu Atina'da 1969'da hayatını kaybetti. 

Üçüncü kral Faysal, 1964 yılında kardeşinin yerine tahta çıktı. Görevde bulunduğu dönem, Ortadoğu'nun en çalkantılı zamanlarıydı. 1969 yılındaki Mescid-i Aksa yangınının akabinde Faysal'ın çağrısıyla İslam Konferansı Örgütü kuruldu. 1973 Yom Kippur Savaşı'nın ardından, Faysal'ın İsrail'i destekleyen Batı'ya petrol satışını durdurması, dünya çapında krize neden oldu. Faysal, 1975'in 25 Mart'ında yeğeni Faysal bin Müsâid tarafından sarayında vurularak öldürüldü. Birçok evladından özellikle altısı (oğulları Abdullah, Halid, Suud ve Türki ile kızları Hayfa ve Lulva) ülkede önemli siyasal pozisyonlara geldiler. 

Dördüncü kral Hâlid, Suud kralları içinde en az süreyle yönetimde kalan kişi oldu. 1975-1982 yılları arasındaki krallığı boyunca, Ortadoğu, İran Devrimi, Saddam Hüseyin'in iktidara gelişi, ardından İran-Irak Savaşı gibi sarsıcı gelişmelere sahne olurken, ülke içinde de Kâbe baskını olayıyla büyük bir şok yaşandı. Krallığının son zamanlarında tamamen hasta olan Halid, kalp krizi sonucu hayata veda etti. Halid'in çocukları hiçbir şekilde yönetim kademelerinde ve siyasette yer almayarak hanedan içinde farklı bir tavrın temsilcileri oldular. 

Suudi Arabistan'ın İslam dünyasında en çok tartışılan kralı Fahd bin Abdülaziz, 1982'den 1995'te geçirdiği felce kadar fiilen, 2005'teki ölümüne kadar da resmen krallığın lideriydi. Ömrünün son on yılını hastalıklar içinde geçiren Fahd'ın dönemi, özellikle Mekke ve Medine'deki restorasyon ve genişletme çalışmalarıyla şöhret buldu. Ancak ona İslam dünyasında sert eleştirilerin yöneltilmesine neden olan tavrı, Amerika ile ilişkilerde gösterdiği tolerans oldu. ABD, Fahd döneminde Suudi Arabistan topraklarında askeri üsler kurarak, bölgedeki birçok askeri operasyonu bu üslerden yönetti. Fahd yönetiminin bu tercihi, tesirleri hala devam eden birtakım kalkışmalara yol açtı. 

Altıncı ve son kral, Abdullah bin Abdülaziz, halen görevde. 86 yaşındaki kral, dünyanın en yaşlı devlet başkanı unvanını da elinde bulunduruyor. 

Bugün Suudi Arabistan'da Abdülaziz'in çocukları, torunları ve torunlarının çocuklarının oluşturduğu yaklaşık 7000 kişilik bir prens ordusu bulunuyor. Valilikten, devlet kurumlarının başkanlığına çeşitli resmi görevler alan bu prenslerin çoğu, nüfuzları sayesinde dünya çapında finansal kazanımlar da elde ediyorlar. Tüm bu tablonun ardındaki kritik soru şu: Kral Abdullah şu aşamada hayatını kaybederse Suudi Arabistan'da siyasal bir değişim olur mu, Suud hanedanı, taht kavgalarına sürüklenir mi? 

Bu sorunun kısa cevabı ise şöyle: Suudi Arabistan, Batılı müttefiklerince istikrarsızlığa ve karmaşaya terk edilemeyecek kadar önemli bir ülke. Her şey şu aşamada yolunda ve kontrol altında.



Savaşamazlar, çünkü birbirlerine muhtaçlar

Amerika Birleşik Devletleri ve Suudi Arabistan, tarihin en büyük silah anlaşmasına imza atmaya hazırlanıyor. Elbette silah satacak olan taraf ABD. Suudi Arabistan'ın bunun karşılığında ödeyeceği miktar ise tam 60 milyar dolar. 

Medyada, Suudi Arabistan gibi bölgede sıcak savaşın içinde çok nadiren bulunan bir devletin bu çapta silahlanması için tek bir gerekçe gösterildi: İran. 

Yazılan senaryoya göre, Suudi Arabistan, karşı karşıya bulunduğu 'İran tehlikesi'ne karşı her an teyakkuzda bulunmalı, bunun için de silahlanması şart. 

El-Cezire başta olmak üzere etkili Arap basın-yayın organlarında yer alan haber ve yorumlara göre, on yıllardır ABD tarafından yenilenen ve modernize edilen Suudi Arabistan muharebe sistemlerinin yalnızca yeni bir para transferi vesilesi olma ihtimali büyük. Zira Suudi Arabistan bölgedeki herhangi bir gerilim durumunda işin savaşa kadar ciddileşmesinden özenle uzak duruyor. 

Öte yandan, Suudi Arabistan'ın yapmaya hazırlandığı bu muazzam silah yatırımının İsrail'e karşı bir tehdit kalkanı oluşturma amacına yönelik olduğu da dillendiriliyor. 

Aslına bakılırsa Suudi Arabistan'ın İran'a karşı silahlanıyor olduğu tezi, dışarıdan bakanları ikna edebilecek bir tez. Çünkü gerek İslam Devrimi'nden önce, gerekse devrimden sonra İran'la Suudi Arabistan'ın münasebetleri hiçbir zaman istenilen düzeyde dostane olmadı.

İran Şahı Muhammed Rıza Pehlevi, ülkesini 'radikal' diye tabir ettiği İslam ülkelerinden ve onların liderlerinden özenle ayrıştırmaya gayret etmiş, Amerika ve İsrail'in bölgedeki en ciddi müttefiki olmaya çalışmıştı. 1976 yılında Hicri takvimin kullanılması uygulamasına son vererek, Pers Kralı Cyrus'un doğum gününü İran takviminin başlangıcı olarak ilan etmesi, İslam ülkeleriyle arasına koymak istediği mesafenin somut bir adımıydı. Bu bağlamda, büyük tepkilere ve protestolara sebep olan Şiraz Festivali türünde uluslar arası etkinlikler, İran'ı bölgedeki Müslüman halklardan da ciddi biçimde uzaklaştırmıştı.

1979 yılı Şubat'ında Şah İran'ı terk ederek Mısır'a gittiğinde yerine gelen Humeyni yönetimindeki İslam Devrimi önderliği, Suudi Arabistan'ı 'Büyük Şeytan' ilan ettiği Amerika'nın uydusu olarak tanımlamakta bir sakınca görmedi. 

Birkaç ay sonra, İslam Devrimi'nin bölge halklarında yarattığı dalgalanma, Suudi Arabistan için çok daha özel bir soruna dönüştü: 20 Kasım 1979 tarihinde Cüheyman el-Uteybi adındaki bir 'devrimci', yandaşlarıyla birlikte Kâbe'yi bastı. Bir haftadan fazla süren baskın, Fransız anti-terör timlerinin yardıma gelmesiyle ancak ve kanlı bir biçimde sona erdirilebildi. Cüheyman ve arkadaşları Sünni idiler, ancak İslam Devrimi'nin kendilerinde uyandırdığı heyecanı da gizlemiyorlardı. 

1990'ların başına kadar geçen 10 yıllık sürede gerçekleştirilen hac ve umre ibadetleri, İranlı hacıların Suudi yönetimini ve Amerikan etkisini protesto ettikleri gösterilerle geçti. Ancak bu gösterilerin en kanlısı 1987 yılında yaşandı. Mekke sokaklarındaki kanlı kovalamaca 500 civarında İranlı hacının öldürülmesiyle sonuçlandı. Olay, İran'la Suudi Arabistan arasında yaşanan en büyük krizlerden biriydi. 

1996 yılına gelindiğinde bu defa daha bireysel ama etkileri büyük bir skandal patlak verdi: 

İran Cumhurbaşkanı Hâşimî Rafsancânî, Medine'ye yaptığı ziyarette, Hz. Muhammed'in kabrinde dua ederken, 'tepki olsun diye' hemen yanında gömülü bulunan ilk halifeler Ebubekir ve Ömer'e sırtını döndü. Daha sonra bunu Peygamber'in eşi Âişe'nin kabrinin bulunduğu alana attığı simgesel 'recm' taşları izledi. Bu, Peygamber'in eşinin zina ettiğine dair dile getirilen ancak sonradan doğru olmadığı anlaşılan söylentiye çıkılan aleni bir destekti. 

Bu olayların ardından Medine'deki Peygamber Mescidi'nin imamı Ali el-Huzeyfi, Cuma hutbesinde Rafsancânî'nin gözlerinin içine bakarak Şii dünyaya eleştiriler yöneltti, tarihsel olayların kinlerini günümüzde de sürdürmenin yanlışlığını yüksek sesle dile getirdi. 

Misafir devlet başkanının Cuma hutbesinde alenen azarlanması, Suudi yönetiminin de işine gelmedi. Krallık, Ali el-Huzeyfi'ye olaylar yatışana kadar görevden el çektirdi. 

Tüm bu sarsıntıların ardından, nihayet, İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinecad'ın Mart 2007'de Riyad'a yaptığı resmi ziyaret, iki ülke arasındaki ilişkilerde bir dönüm noktası oldu. Ziyaret sırasında Kral Abdullah ve Ahmedinecad el ele tutuştular, geleneksel İran – Suudi Arabistan husumetini bilenleri epey şaşırttılar. 

Bugün, bütün bu tarihi akış içerisinde, tam da ilişkilerin yoluna girdiği düşünülürken, silah alım haberlerine gerekçe olarak İran'ın gösterilmesi, herhalde İran tarafında soğuk duş etkisi yapmış olmalı. Çünkü Ahmedinecad'ın söz konusu tarihi ziyaretinde "Ortak İslami cephe oluşturalım. Düşmanlarımıza karşı birlikte mücadele verelim" türünden mesajlarla Ortadoğu'da adeta bahar havası estirilmişti. 

Ancak yine de perde önünde ve arkasında dile getirilen gergin imalara rağmen, Suudi Arabistan ve İran'ın savaşacaklarını, hatta aralarındaki ilişkinin kopacağını düşünmek hata olur. Zira her iki devleti yönetenler de, bölgelerinde ne zorlu denklemlerin marifetiyle ayakta durduklarının gayet farkındalar. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder