17 Şubat 2012 Cuma

“Afgan tecrübesi”nden günümüze…-Taha Kılınç

1989 yılının 24 Kasım günü, Afganistan'ın Peşaver kentinin batı yakasında büyük bir patlama meydana geldi. Yakınlardaki Arap camii Seb'u'l-Leyl'e Cuma namazı kıldırmak üzere gitmeye hazırlanan Filistin asıllı Abdullah Azzam, oğulları Muhammed (23) ve İbrahim (14) ile birlikte bu patlamada hayatını kaybetti. 

Azzam'ın arabasına koca bir binayı hava uçurabilecek kadar TNT kalıbı yerleştirilmiş, kendisi ve oğulları arabaya binmekteyken bomba uzaktan kumanda ile patlatılmıştı. 

Abdullah Azzam, daha sonra "Afgan Araplar" olarak anılacak 'mücahitler' grubunun en önemli figürüydü. "Afgan Araplar" terimi, Sovyetler Birliği'ne karşı 'cihad'a katılmak üzere çeşitli ülkelerden Afganistan'a gelmiş, sonrasında da burada kalmış Arapları ifade ediyordu. 

1941 yılında Filistin'in Cenin kentine bağlı Siletu'l-Hârisiye köyünde dünyaya gelen Azzam, 1966'da Şam Üniversitesi Şeriat Fakültesi'ni bitirmişti. Doğu Kudüs'ün 1967'de İsrail tarafından işgal edilmesi üzerine, Azzam kendisini ilme adamak gayesiyle önce Ürdün'e, ardından da Kahire'ye geçti. El Ezher Üniversitesi'ndeki mastır öğrenimi boyunca Seyyid Kutub ve diğer İslâmcı ideologların eserleriyle tanıştı. 

Kısa süreli Ürdün ikametinin ardından Suudi Arabistan'a giderek Cidde Kral Abdülaziz Üniversitesi'nde öğretim üyesi olarak çalışmaya başladı. Azzam, 20 Kasım 1979'daki Kâbe Baskını'nda Suudi makamlarının gösterdiği sert tepkiye karşı protesto girişiminde bulunmaya hazırlanırken, bir ay sonra Sovyetler'in Afganistan'ı işgal etmesiyle, hayatında yeni bir dönem başlayacaktı: Afganistan günleri. 

Suudi Arabistan, Afgan Cihadı'na resmi destek vererek Abdullah Azzam'ın gönlünü alacak, Azzam da bu fırsatı değerlendirerek cihada koşacaktı. 

Sovyetler Birliği'nin 1989'a kadar süren Afganistan işgali boyunca birçok İslâmî grup ve örgüt canla-başla mücadele etti. Abdullah Azzam, öğrencisi Üsame bin Ladin'in yardımıyla Afganistan'ı bir 'cihad talimgâhı' haline dönüştürdü. Türkiye de dâhil, İslâm dünyasının birçok ülkesinden binlerce 'mücahit', 'Moskof kâfiri'ne karşı savaşmak için Afganistan'a gitti. Bu süre içinde Abdullah Azzam, "Afgan Araplar"ın en parlak siması ve lideri konumuna yükseldi. 

Azzam'ın, hem de Sovyetler'in Afganistan'dan çekildiği yıl bir suikasta kurban gitmesi, Afganistan'ın içine yuvarlanacağı kısır döngünün de habercisiydi adeta: Düşman ülkeden kovulmuştu, şimdi sırada Müslüman grupların birbirini yok etmeye çalışacağı kan ve intikam dolu bir süreç vardı. 

Sovyetler'in çekildiği 1989'dan, 'mücahit'lerin kendi aralarındaki kavgalarından istifade ederek büyüyen -CIA destekli- öğrenci hareketi Taliban'ın Kâbil'i ele geçirdiği 1996'ya kadar yaşananlar, kelimenin tam anlamıyla 'kardeş kavgası'ydı. 

Sovyet işgalinden önce başlayan, işgal sırasında sumen altı edilen, ancak sonrasında yeniden hortlayan anlaşmazlıkların yarattığı 6 yıllık kaos dönemi, Sovyetler'in verdiğinden daha fazla zarara ve kayba neden oldu. Durmadan bozulup yeniden kurulan ittifaklar, herkesin bir diğerini alt etme gayretine düşmesi, kıskançlıkların itikadi boyutlara taşınması derken Afganistan, harabeye döndü, özellikle başkent Kâbil, işgal yıllarıyla kıyaslanamayacak şekilde yıkıma uğradı. 

Suç kimdeydi? Kim haklı, kim haksızdı? Bunları şimdiden bakarak söylemek elbette çok zor. Ancak bazı ünlü şahsiyetlerin arasındaki kişisel husumetlerin olayların gidişatına büyük ölçüde yön verdiğini görebiliyoruz. Burhaneddin Rabbani-Gülbeddin Hikmetyâr çekişmesi, Hükmetyâr'a bağlı birliklerin Kâbil'i bombalamasına neden olurken, Rabbani de aynı çekişme yüzünden, 1992'de sekiz aylığına üstlendiği devlet başkanlığı görevini "ülkenin içinde bulunduğu durum nedeniyle" 1996'ya kadar bırakmamakta diretecekti örneğin. "Afgan Araplar" da bu iki ana fraksiyon arasında bölünecekti. Bunların dışında, hepsi de kendi içinde kavgalı başka gruplar da vardı. 

Bugüne dek uzanan bazı etkileri olmasaydı, işgal sonrası Afganistan'da yaşananları böylesine ısrarlı konuşmak durumunda kalmayabilirdik. Ancak, "Afganistan tecrübesi" İslâm dünyasında hâlâ tartışılan bazı hususları gündeme taşıdı. 

Afganistan'da yaşananların en somut sonucu, İslâm dünyasındaki 'cihad' algısını tersine çeviren bir sürecin başlamasıdır. Normalde "İslâm'ı yaymak için verilen mücadele" veya "İslâm ülkelerini işgalden kurtarmak için yapılan savaş" olarak anlaşılan cihad kavramı, artık "bütün düşman hedeflerine yönelik topyekûn bir saldırı" haline gelecektir. Üsame bin Ladin'in öne çıktığı bu süreçte, 'düşman'ın kim olduğu da tamamen sübjektif kriterlere göre belirlenecektir. 

'Afgan cihadı'nın bütün aşamalarının Amerikan ve Pakistan istihbarat örgütlerince organize, finanse ve kontrol edildiğinin ortaya çıkması da, İslâm dünyası için bir başka 'duygusal yıkım' olmuştur. İçli marşlar eşliğinde kutsallaştırılan mücadelenin, Amerika-Sovyetler savaşının acımasız bir cephesi olması bir yana, Arap rejimlerinin kendi içlerindeki 'radikal' unsurlardan kolayca kurtulmaya çalıştıkları bir altın fırsata dönüşmesi de ayrı bir trajedidir. 

Müslüman dünyanın yaşadığı bu duygusal yıkım, 'düşman' mefhumunun tanımı ve çerçevesi konusunda ciddi dönüşümlere yol açacaktır. 

Zirve noktasına çıkan Sünni-Şii çatışması da "Afganistan tecrübesi"nin bir başka yansımasıdır. Bölgedeki hegemonyanın özellikle İran ve Suudi Arabistan kampları arasında gidip gelmesi, doğru orantılı olarak Sünni-Şii gerginliğini de beraberinde getirmiştir. Bu, İslâm dünyasının yüzyıllardır unutmaya başladığı bir gerginlikti.

Tüm bu ve benzeri sonuçlar, günümüzde içinde yaşadığımız Ortadoğu'yu şekillendiren temel parametreleri doğurdu. "Afgan tecrübesi" başarıya ulaşsaydı, yani "Afganlı mücahitler", ortak düşmanlarına karşı verdikleri savaşın ardından, ülkelerini onarmak ve ileriye taşımak için el ele verebilselerdi, bugün muhakkak bambaşka bir Ortadoğu bulacaktık. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder