17 Şubat 2012 Cuma

“Araplar, 1947’de büyük bir hata yaptı”- Taha Kılınç

Geçtiğimiz haftanın en önemli açıklamalarından biri, Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas'tan geldi. Bir İsrail televizyonuna konuşan Abbas, "Birleşmiş Milletler'in 1947'deki iki devletli çözüm planını kabul etmemek, biz Arapların yaptığı büyük bir hataydı. Ancak siz de 64 yıl önce yapılmış bir hata yüzünden bizi cezalandırmaktan artık vazgeçin!" dedi.

Her ne kadar cümlenin başındaki o kararlı özeleştiri tutumu, sonunda bir tür yalvarmaya dönüşüyorsa da, Abbas'ın sözleri kesinlikle üzerinde konuşulmayı hak ediyor. Hatta şu bile söylenebilir: İlk defa bir üst düzey Arap devlet adamı, İsrail'in kuruluşuna böyle bir çerçeveden baktı, bakabildi. 

Abbas'ın söz ettiği ve tarihe "BM'nin 1947 Tarihli Paylaştırma Kararı" olarak geçen tasarı, Filistin topraklarına gerçekleşen yoğun Yahudi göçünün bölgede yarattığı gerilimi düşürmeyi amaçlıyordu. 
Tasarıya göre, Filistin topraklarının yüzde 57'si Yahudilere bırakılacaktı. Kalan yüzde 43 de Filistinlilerin olacaktı. Kudüs her iki devletin de egemenliği altına girmeyerek, 'uluslararası' bir kent olarak kabul edilecekti. 

Tasarının ortaya koyduğu haritada, nüfus yoğunluyla ters orantılı toprak paylaşımının yanında, bir gariplik daha vardı: Sınırlar. Sınırlar sahil bölgelerinin çoğu Yahudilerin elinde kalacak şekilde, Filistinlilerin iç kısımlarda kalması mantığı üzerinden çizilmişti. Hayfa'dan Gazze sınırına kadar olan kesim Yahudilere verilirken, el Halil, Nablus, Eriha ve çevreleri Filistinlilerin oluyordu. 

Görünürdeki bütün eksilerine ve dezavantajlarına rağmen, tasarı Filistinli Araplara uluslararası düzeyde bir şans tanıyordu. Belki de son bir şans. Gelecekte yaşanacakların o sıcak ortamda tahmin edilip ona göre davranılması elbette mümkün değildi, ancak Araplar planı kabul etmiş olsalardı, İsrail'i daha başlangıçtan kontrol altına almak gibi bir adım atabileceklerdi. Her şeyden önemlisi, dünya arkalarında olacaktı. Ancak onlar savaşmayı seçtiler. Yani yenilmeyi. 

Nitekim, İsrail'in ilk Başbakanı David Ben Gurion'un "Umarım Araplar bu planı kabul etmezler. Ederlerse asla bir devletimiz olmayabilir. Ancak etmezler ve savaşmayı seçerlerse sanırım kazanan biz oluruz" dediğini artık biliyoruz. Tarih, Ben Gurion'u harfi harfine haklı çıkardı. 

Plan açıklandığında, Arap devletleri tabii olarak büyük bir tepki gösterdiler. "Yahudileri denize dökmek" hamasetlerinden tutun da, uluslararası dengelerin böyle bir paylaşımı kabul etmeyeceğine dair iyimser tahminlere kadar birçok açıklama yapıldı. 

29 Kasım 1947'de, henüz kurulmuş olan Birleşmiş Milletler üyesi ülkeler New York'ta bulunan Flushing Meadows'da toplandıklarında, Araplar hâlâ oylamanın sonucunda Filistin'in bölünmesinin kabul edilmeyeceğine inanıyordu. Ancak salonda Arapları temsil eden delegasyonun başkanı olan Emir Faysal Bin Abdülaziz (geleceğin Suudi Arabistan Kralı) yine de tedirginlik içindeydi. Nitekim oylamanın sonucu Faysal'ın tedirginliğinin boşuna olmadığını gösterdi: BM Genel Kurulu, 33 kabul oyuna karşılık, 10 ret ve 10 çekimser oyla Filistin'in paylaştırılmasına karar vermişti. 

Yahudiler için bu sonuç şaşırtıcı değildi. Çünkü oylamanın yapılacağı ana kadar BM üyesi birçok ülkeyi yakın markaja almışlardı. Paylaştırmaya karşı olan dört devlet (Yunanistan, Liberya, Haiti ve Filipinler) kelimenin tam anlamıyla tehdit edilmişti. 

Sonuç elbette Araplarda derin bir hayal kırıklığı ve öfke yarattı. Plana göre İngilizler Filistin'den çekildiklerinde bölge ikiye ayrılacak, ardından İsrail ve Filistin devletleri kurulacaktı. Araplar, oylama sonucu açıklanır açıklanmaz, B planlarını dillendirmeye başladılar: Masada mağlup edemedikleri Yahudileri savaş meydanında mağlup etmek. Tarih, kimin mağlup olacağını gösterecekti oysa. 

Peki, aksi mümkün müydü? Araplar planı kabul edip, İsrail'le başka bir mantık üzerinden mücadele yürütebilirler miydi? İsrail'in varlığını ve Filistin topraklarında kurulmasını onaylayıp uzun soluklu bir mücadeleye girebilirler miydi? 

1940'ların Arap coğrafyasında sadece boş nutuklar konuşuyordu. Oysa Arapların gözden kaçırdıkları şey şu idi: Paylaştırma kararı olmasa da, zaten bölgede bir "Yahudi realitesi" oluşmuştu. Yapılacak şey, yok sayılamayacak bu realitenin kontrol altına alınmasıydı artık. Ve BM'nin paylaştırma kararı, bu kontrolü sağlayabilecek ciddi bir imkân tanıyor, "daha az yenilme" fırsatı sunuyordu. 

Dahası, Kudüs'ten mahrum kalmış, sahil şeridine sıkışmış bir İsrail'in, uluslararası sistemi arkasına almış bir Filistin'le baş etmesi de kolay olmayabilirdi. 

Ancak bu noktada bir başka zaaf daha vardı Arap cephesinde: Araplar paylaştırma planını kabul etmiş olsalardı, bu defa Siyonist çetelerin tacizlerinden Filistin devletini korumak gibi bir misyonu da üstlenmek durumunda kalacaklardı. Bu olmadan, Filistin devletinin yaşaması da imkânsızdı. 1940'ların Arap dünyasında böyle bir ortak irade de maalesef yoktu. Hâlâ yok. 

Velhasıl bir tren kaçırıldı ve onca tantanalı açıklamalara ve tehditlere rağmen, BM'de kabul edilen kararı Araplar tanımadılar. Hatta kendi aralarında müzakere etmeye bile gerek görmediler. İsrail'in kuruluşunun ilân edildiği 14 Mayıs 1948 akşamında Arap orduları saldırıya geçmeye çoktan hazırlanmıştı. Hikâyenin devamını zaten biliyoruz. 

İşte bütün bu süreçleri yeniden konuşmamıza imkân veren Abbas'ın açıklamaları, geçmişten ve geçmişte yapılan hatalardan ders çıkarma fırsatı sunması açısından çok önemli. Ümit edelim ki, buradan bir özeleştiri kapısı açılsın ve İslâm dünyasının siyasetçileri ve entelektüelleri, 'İsrail sorunu' konusunda daha ayakları yere basan düşünceler ortaya koyabilsinler. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder