4 Mart 2013 Pazartesi

Tarihimizde iki ekol-Ziya Nur Aksun’un tarihçiliği-Mehmed Niyazi

Tarihimizde iki ekol
Modern anlamda, sebep ve sonuç ilişkilerini ele alarak Osmanlı tarihini ilk yazan Hammer’dir.

Hammer, belgelere ve inanılır bulduğu eserlere dayanarak kitabını kaleme almıştır. Yani metodu ve olayları kendi zihniyetine göre değerlendirdiğinden dolayı yorumları da Batılıdır. Ondan sonra, gerek yerlilerin, gerek yabancıların telif ettikleri bütün Osmanlı tarihleri Hammer’in etkisiyle yazılmışlardır. On ciltlik “Osmanlı Tarihi” esas alınmış, ya ona bir şeyler ilave edilmiş ya da ondan bir şeyler çıkarılmıştır. Zinkeisen’in, Jorga’nın, Uzunçarşılı’nın, İsmail Hami Danişmend’in, Öztuna’nın Osmanlı tarihleri hep böyle gün ışığına çıkmışlardır. Elbette ki aralarında telakki farkları vardır; Uzunçarşılı’ya Batıcı, Öztuna’ya milli, Danişmend’e ırkçı telakki hakimdir.


        Bu zincire dahil olmayan bir tek Ziya Nur Aksun vardır. Hammer ve ekolü olayları esas alarak tarihlerini yazarlarken, Ziya Nur Aksun ise tarihimizi medeniyet ve kültürümüze oturtmaktadır; zira olaylar zuhur ettikleri kültür ve medeniyetin damgasını taşırlar. O kültür ve medeniyeti oluşturan zihniyete yeterince nüfuz edilmemişse, o havzada cereyan eden olayların da gerektiği gibi anlaşılması mümkün değildir. Hammer ile Aksun ekolleri arasındaki fark dağlar kadardır; hem olayların zuhurunu anlamada hem de sonuçlarını yorumlamada kendini gösterir. Mesela kardeş katlini ele alalım; Hammer ekolünde bu hadise, tahta geçenin mevkiini sağlama almak amacıyla kardeşlerini öldürtmesidir; bu canavarca bir tavırdır; insanlıkla bağdaşır yanı yoktur. Ziya Nur Aksun ise kültür havzamızı oluşturan zihniyeti iyi bildiğinden kardeş katlini yerli yerine oturtmakta, hadiseyi tarihi, sosyal boyutuyla ele alıp değerlendirmektedir. Orta Asya Türk devletlerinde hakan ölünce, tahta kardeşleri ve çocukları mirasçı kabul edilirdi. Aralarında taraftarlarıyla beraber kıyasıya bir mücadele başlardı; galip gelip tahta oturan taraf, diğer rakipleri de kendisi gibi mavi kanlı sayıldığından onları öldürtmez, eyaletlere vali tayin ederdi. Ufak bir sarsıntı söz konusu olunca, başkaldırmalarda yine binlerce insan ölür, genellikle devlet parçalanırdı. Ziya Nur Aksun’a göre hakan olmak kolay değildir; insandan fedakârlık, yeri gelince de canını ister. Başa gelen hakan önce devletin bütünlüğünü ve geleceğini düşünmek zorundaydı. Bir tarafta kardeş sevgisi, diğer tarafta millet sevgisi vardı; bir tarafta kardeşin hayatı, diğer tarafta Vediatullah, yani Allah’ın emaneti olan milletin bekası söz konusu idi. Hakan aynı zamanda milletin babası idi; baba evlatları arasında fark gözetmezdi. Birader biyolojik kardeşti; millet ise din kardeşi, kan kardeşiydi. Hakan, çoğunluğu düşünmek zorundaydı; Hanefi fıkhında da “Ammenin hakları ferde takaddüm eder” denmiyor muydu?

    İslam hukuku derinliğine bilinmezse, Osmanlı tarihinin dilini çözmek mümkün değildir. Bir taraftan, “Senin dinin sana, benim dinim bana” diyor ve inanıyoruz; ama diğer taraftan Hıristiyanların çocuğunu zorla alıp Müslüman yapan Osmanlı’yı İslam devleti olarak kabul ediyoruz. Bu çelişkiye sık sık vurgu yapılmaktadır. İmamı Şafii Hazretleri’ne göre, gayrimüslim bir tebaanın, İslam devletinde zımmilik, yani vatandaşlık hakkına sahip olması için, o zümrenin İslamiyet nazil olmadan önce, aslı semavi olan dine girmesi gerekir; kazanılmış hakkını İslam devleti tanımak zorundadır. Aksi takdirde “Hak geldi batıl zail oldu”ğu için sonradan bir başka dine intisap edenlere zımmilik hakkı vermesinde, İslam devleti şart koşabilir. İşte bu içtihada dayanarak devşirme yapılmıştır. Dikkat edersek Rumlardan, Ermenilerden, Yahudilerden devşirme yapılmazdı; çünkü onlar İslamiyet nazil olmadan dinlerine intisap etmişlerdi. Devşirme Sırp, Bulgar, Hırvat gibi Balkanlı kavimlerden yapılırdı; zira onlar onuncu yüzyılda, bir başka söyleyişle İslamiyet’in nazil olmasından sonra Hıristiyan olmuşlardır. Belki baştan, devşirilenin ne olacağı bilinmediğinden ahaliye zor geliyordu. Daha sonra devşirilenin paşa, hatta sadrazam olduğu görülünce, çocuğumu alsınlar diye gayrimüslim vatandaşların oğullarına yüksek topuklu ayakkabılar giydirdikleri kaynaklarda zikredilmektedir; çünkü devşirilenin gösterişli olmasına dikkat edilirdi.

    Kim ne derse desin, Osmanlı Devleti İslami anlayışla dizayn edilmişti. O devleti analiz edebilmek için İslam dinini, İslam zihniyetini, İslam kültürünü, mezheplerini, meşreplerini rahmetli Ziya Nur Aksun gibi çok iyi bilmek lazım. Aksi takdirde yazılanlar mekanik tarihten öteye geçmez.


Ziya Nur Aksun’un tarihçiliği

Bazı tarihçiler, Ziya Nur Aksun'u bibliyografya dökümü vermemekle, dipnotlarında kaynak göstermemekle, dilinin eski olmasıyla eleştirmektedirler.
Bir defa Aksun'un eseri, bitmemiş bir Osmanlı tarihidir; rahatsızlığı, eserini tamamlamasını engellemiştir. Dostları kitabına İbni Haldun'un mukaddimesine benzer bir methal yazacağını bilirler. Bibliyografya dökümü vermemekle beraber orijinal bir bilgi veya değerlendirmeyi kitabında zikretmişse, onu nereden aldığını belirtmektedir. Bizde bazıları bir eserin ilmiliğini dipnotlarına bağlarlar; dipnotları bir esere ilmilik kazandırmaz; doğruluğunu kontrol etmeyi kolaylaştırır. İstanbul'un fethi deyip, 29 Mayıs 1453 tarihini zikredenin bir yığın kaynak göstermesi malumatfuruşluktan başka bir şey değildir. Naima'nın, Âşıkpaşazade'nin, Peçevi'nin, diğer Osmanlı tarihçilerinin yazdıklarında da dipnot yoktur. Onlara gayri ilmidir diyebilir miyiz? Gayri ilmi dersek, nasıl ilmi tarih yazdıklarını iddia edenler onları kaynak olarak kullanmışlardır? Dipnotu bir eserin ilmiliğinin ölçüsü değildir; Ahmet yanlış yazmışsa, ben de onun yazdığını kaynak göstererek bir hükme varmışsam, benim yazdıklarım nasıl ilmi olabilir? Dilinin eski olmasını eleştiri konusu yapmak sığlıktır. Kelimeler kültür ve medeniyetin sembolleridir; altlarında kendilerine mahsus bir dünya derinleşir. Aksun'un bir gayesi de odağında insan bulunan bir medeniyeti çağdaşlaştırmaktır. Bu da ancak sembollerini canlı hale getirmekle mümkündür. Eski deyim ve kelimeleri kullanmasını eleştirenler Osmanlı'nın sadece bir devlet olmayıp, onun aynı zamanda İslam-Türk medeniyetinin adı olduğunu bilmeyenlerdir.
                Bazıları Aksun'u Osmanlı padişahlarını aklamak için gayret sarf etmekle suçlarlar. Osmanlı tarihleri genellikle padişahları suçlamak için kaleme alınmışlardır; Aksun'da böyle bir gayret görülmez; çünkü objektifliği buna engel olur; fakat yeri gelince tenkit etmekten de geri durmaz; mesela II. Mahmut'u ve Abdülmecid'i hiçbir tarihçi onun kadar ilmi tenkide tabi tutmamıştır. Sultan İbrahim'e takılan “Deli” lakabının Tanzimat'tan önceki kaynaklarda bulunmadığını söyler. Aksun'u tenkit edenler; o kaynaklara bakarlar, aksini görürlerse haklıdırlar. Bulamazlarsa onun manevi şahsiyetinden özür dilemelidirler.
                Aksun'un eleştirilmesindeki en önemli unsur, Batılıların yorumlarıyla görüşlerinin uyuşmamasıdır. Bu konuda ancak Aksun'u Batılıların tarihimizi sadece merak saikiyle araştırdıklarına inanan saflar eleştirebilirler. Batılı tarihçiler kendi kültür ve medeniyetleriyle yoğrulmuş idrakleriyle tarihimize bakarlar; yorumlarında milli menfaatlerini düşünürler. Aksun ise dünyamızın perspektifinden olayları değerlendirir, elbette ki milli menfaatimizi gözetir.
                Sadece tarihçi olan tarihî konularda fikir yürütemez; yürütse de yazdıkları mekanik tarihin ötesine geçmez. Tarihî konularda fikir yürütmek için, önce hukukçu olmak gerekir; çünkü tarih, devletin tarihçe-i hayatıdır. Devleti kuran da işleyişini düzenleyen de hukuktur. Tabii yalnız hukuk bilmek de yeterli değildir; sosyoloji, sosyal psikoloji, kültür ve medeniyet konularında ciddi birikimi bulunmalıdır. Mesela Aksun, ananesi teşekkül etmeyen kurumun devlet bünyesinde fonksiyonunu ifa edemeyeceğini söylüyor. Anayasa Mahkememizin içtihatlarını göz önünde bulunduran, vicdan sahibiyse, Aksun'a hak vermek zorunda kalmaz mı? Devlet kurumlarına anane ruh verdiği zaman, devletin başına bir çocuk da gelse, çarkları bir saat gibi sağlıklı işler, diyor; geçmişe bakınca bu görüşe hak vermiyor muyuz?
                Tarih sadece geçmişi bilme, değerlendirme ilmi değildir; aynı zamanda geleceği okuma, hatta inşa etme ilmidir. Aksun'un Osmanlı Tarihi'nin son ciltlerini okursak, Ortadoğu'nun geleceğini nasıl ortaya koyduğunu görürüz. Zaten tarih ilminin asıl faydası da burada karşımıza çıkmaktadır. Geçmiş olup bitmiş; bilsek ne olur bilmesek ne olur diyebiliriz. Fakat günümüzü anlamada, geleceğimizi inşada etkisi olacaksa, bilinmesi anlam kazanır. İşte Aksun'un tarih ilmimize bu boyutu kazandırdığını rahatça söyleyebiliriz.
                Osmanlı tarihi sanki manivelaya bağlanmış gibi anlatılmakta; kuruluş, yükseliş, duraklama, gerileme dönemleri olarak nitelendirilmektedir. Aksun, bu değerlendirmenin doğru olmadığını ortaya koymakta, fetihler dönemi kapandıktan sonra da devlet bürokrasisinde, kültür ve medeniyet konularında büyük hamleler yapıldığına dair örnekler vermektedir.
                Ziya Nur Aksun'u yakından tanıyan, onun devletle veya bir kurumuyla menfaat ilişkisi olmadığını bilir. Kitabını bir tek “Din ü devlet ve mülk ü millet” için yazdığını teslim eder. Eserini yazarken ilk kaynaklara başvurduğu açıkça anlaşılmaktadır. Gaflet veya ihanetin uzun yıllardan beri karalamaya çalıştığı iki büyük idealist var: Biri II. Abdülhamid Han, diğeri Enver Paşa'dır. Batı'ya angaje tarihçiler ikisine de düşmandırlar. Bu iki idealistin ülkemize hiçbir faydaları olmadığını vurgularlar. Milli tarihçiler de Abdülhamid'in yanında yer alarak Enver Paşa'yı hedef tahtasına oturturlar. Milli olup ikisine objektif bakabilen tek tarihçi Ziya Nur Aksun'dur; tarihimize getirdiği sadece bu bakış açısı bile onu ilim dünyamızda mümtaz bir yere oturtmaya yeter; ruhu şad, mekanı cennet olsun. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder