8 Mart 2013 Cuma

Minare, burka, sünnet... Avrupa’da bitmeyen nefret / HASAN CÜCÜK


10 Eylül 2012 / HASAN CÜCÜK / KOPENHAG
2005’te Peygamberimiz Hazreti Muhammed’e hakaret karikatürleriyle başlayan Avrupa’daki İslam karşıtı süreç, minare ve burka yasağının ardından sünnet tartışmalarıyla devam ediyor. Acaba sırada hangi konu var?
Milyonlarca Müslüman’ın yaşadığı Avrupa’nın değişmeyen gündem maddelerinden birini İslam oluşturuyor. Müslümanların Avrupa toplumunda görünürlüğünün artmasıyla doğru orantılı olarak İslam ve Müslümanlar siyaset ve medyanın değişmez gündemleri arasında yer buluyor. Özgürlükler hususunda son derece hassas olan Avrupa, konu Müslümanlar olunca son derece bağnaz bir yapıya bürünüyor. Müslümanlar âdeta ‘terbiye edilmesi’ gereken insan topluluğu olarak görülüyor. İslami sembol ve değerlere saygısızlık yapılıyor, saldırılıyor.
Bu süreç, Danimarka gazetesi Jyllands Posten’in Hazreti Muhammed’e (sav) hakaret eden karikatürleri yayımlamasıyla başladı. Bunu, İsviçre’deki İslam karşıtı kampanya ve minare referandumu izledi. ‘Özgürlükler ülkesi’ olarak bilinen İsviçre, referandumla minareyi yasaklayan ilk ülke olma şerefine(!) ererken, siciline kara bir nokta koydu. Laikliğin kalesi olarak bilinen Fransa’nın topa girmemesi beklenemezdi. En fazla Müslüman nüfusu barındıran Avrupa ülkesi olan Fransa, sadece 2 bin Müslüman kadının giydiği burkayı yasaklayarak bu konuda ilk ülke olmayı başardı. Fransa’yı takip eden Belçika ise ülkede sadece 30 kişi tarafından giyilen burka için kanun çıkarıp yasakçı ülkeler zincirine katıldı.
İslam tartışmalarının Almanya’ya sıçramaması beklenemezdi. Almanya daha önce öğretmenlerin derse başörtülü girmesine yasak getirmişti. Minare ve burkanın elden gittiği bir ortamda Almanya ‘sünnet’e sarıldı. Asırlardır hem Müslümanlar hem de Yahudiler tarafından uygulanan sünnet bir anda Almanya’nın en önemli gündem maddesi oldu. Aslında sünnet tartışmaları 2008’e kadar uzanıyordu. Passau Üniversitesi’nden Prof. Dr. Holm Putzke, yıllardır dinî nedenlerle sünnetin yasaklanması ve yaralama suçu kapsamına alınması fikrini savunuyordu. Puztke, başta Tabipler Odası Yayınları’nda olmak üzere, çocuk doktorlarına, ürologlara verdiği seminerlerde ve katıldığı televizyon programlarında, dinî nedenlerle sünnetin yasaklanmasını, ancak tıbbi bir zorunluluk olursa sünnete izin verilmesi gerektiğini gündeme getiriyordu. Köln Federal Mahkemesi’nin sünneti yasaklayan kararı, 2010 yılında Tunuslu bir ailenin çocuğunu sünnet ettirmesi sonrası başlayan olaylarla gelişti. Sünnet olayının başkahramanı Dr. Ömer Kezze, süreci şöyle açıklıyordu: “2010 yılının nisan ayında Tunuslu bir ailenin çocuğunu sünnet ettim. Ancak çocuğun annesi kendi başına iş yapınca hastada kanama meydana geldi. Bunun üzerine çocuk hastaneye kaldırıldı ve mahkeme süreci başladı. Davaya bakan yerel mahkeme benden savunma almaya bile gerek duymadan beraat kararı verdi. Kararı kabullenmeyen savcı, davayı Köln Mahkemesi’ne taşıdı ve bu sonuç çıktı. Mahkeme, ailelerin çocuklarını sünnet etme yetkisini ellerinden aldı.”
Mahkeme, ‘yaralama kapsamında’ göstererek sünnete yasak getirirken, ülkede yaşayan Müslüman ve Yahudiler kararla birlikte şoke oldu. Başbakan Angele Merkel’in sünneti yasaklayarak dünya önünde komik duruma düşmelerinin önüne geçeceklerini söylemesine karşılık Federal Meclis, mahkemenin yasağını kaldırmak için henüz harekete geçmedi. Ama ‘yasağı yok sayan’ ilk girişim Berlin’den geldi. Berlin eyalet hükümeti, yeni bir düzenleme ile işlemi bir doktorun yapması, ailenin müdahalenin tıbbi riskleri konusunda bilgilendirilmesi ve dinî bir gerekçenin sunulması hâlinde sünnete yeşil ışık yaktı. Baden Württemberg eyaletinde de Başbakan Winfried Kretschmann, sünnet yasağının nasıl aşılacağı konusunda Müslüman ve Yahudi din temsilcileriyle görüştü. Sünnet yasağı konusunda Müslümanları rahatlatan, Yahudilerde de sünnetin olmasıydı. Nazi geçmişinden dolayı Almanya’nın ucu Yahudilere dokunan her eylemden özenle kaçınmaya çalışması, henüz Federal Meclis’ten karar çıkmasa da sünnet konusunda olumlu bir gelişme olacağının belirtisi.
Avrupa’da Hazreti Muhammed’e hakaret karikatürleri ile başlayıp sünnet yasağı ile devam eden tartışmaları anlamak için medya ve siyaset dünyasına mercek tutmak gerekiyor. Müslümanların da aynaya bakıp “Nerede hata yaptık?” sorusunu sorması icap ediyor.
Medya: Avrupa medyasında İslam ve Müslümanlar hakkında olumsuz haberler görmek artık sıradan bir durum. Özellikle 11 Eylül saldırısıyla başlayan süreçte İslam, terörle eşdeğer gösterilmeye başladı. Londra ve Madrid saldırılarından sonra tüm gözler Avrupa’nın başkentlerinde art arda bombalar patlatacak olan ‘İslamcı teröristlere’ çevrildi. Medya, sorumlu yayıncılık anlayışından uzaklaştı. Georgetown Üniversitesi’nden John Esposito, Avrupa’da oluşan İslam karşıtlığında en büyük suçlulardan birinin medya olduğunu belirterek “Avrupa basını yabancı karşıtlığı ve İslamofobik yayınlar yapmaya devam ediyor. Attıkları başlıklar toplumda ilgi görünce ve tirajları artınca ‘kazan-kazan’ pozisyonu alıyorlar. En ciddi gazeteler bile basit bulvar gazetesi ağzıyla yayınlar yapıyor.” diyor. Orta İsveç Üniversitesi’nden Prof. Dr. Klas Borell ise “Ne zaman medyada Müslümanlarla ilgili olumsuz haberler çıksa aynı dönemde İslamî kurum ve kuruluşlara yönelik saldırılar artıyor. Medya ile saldırılar arasında direkt bir bağlantı olduğunu söyleyebiliriz. Özellikle olumsuz haberler İslam karşıtı aşırı sağcı örgütlerin saldırılarını tetikliyor.” diyerek medyanın oynadığı olumsuz role dikkat çekiyor.
Avrupa medyasının hakarette doruğa ulaştığı tarih 30 Eylül 2005. Danimarka’da yayın yapan Jyllands Posten gazetesinin yayımladığı Hazreti Muhammed’e hakaret içeren 12 karikatür yeni bir dönemin başlangıcı oldu. Gazetenin ‘ifade özgürlüğü’ arkasına sığınarak yayımladığı hakaret karikatürleri kısa sürede Avrupa’nın önde gelen ciddi gazetelerinde de yer aldı. 12 karikatür içinde en fazla tepki çeken, şüphesiz Hazreti Muhammed’i terörist gibi gösterendi. Bu karikatürün çizeri Kurt Westergaard’a yönelik ‘ölüm tehdidi’ gazetelerin İslam karşıtı yayınlarını artırmaya başladı. Medya, baskıcı bir dille ‘ya Batı değerlerini kabul edersiniz ya da geldiğiniz yere geri gidersiniz’ modundaydı. Batı değerinde din ve vicdan özgürlüğü vardı ama konu İslam ve Müslümanlar olunca bu değer rafa kaldırılıyordu.
Almanya’da Springer grubuna bağlı Bild ve Die Welt ile muhafazakâr Frankfurter Allgemeine Zeitung, İslam karşıtı görüşlerin en rahat yer bulduğu yayınları oluşturuyor. Buna ek olarak haftalık Focus dergisi ile özellikle Alman Birinci Televizyon Kanalı ARD’de yayımlanan programlar toplumdaki İslam karşıtlığının daha rahat ifade edilmesini sağlıyor.
Avrupa’da milyonlarca Müslüman yaşamasına karşılık, onların inançları, yaşamları aynı oranda medyaya yansımıyor. Müslümanlar medya dünyasına fazla yaklaştırılmıyor. Batı Avrupa’da medyada çalışan Müslüman sayısı iki elin parmaklarına ulaşmıyor. İslam ve Müslümanlar hakkında yeterli bilgiye sahip olmayan gazeteler, çoğu zaman önyargılı davranarak genelleme yapıyor, tüm Müslümanları aynı kategoride değerlendiriyor. ‘İslamcı terörist’ ibaresi Batı medyası için artık çok sıradan bir kavram. Norveç’e tarihinin en acı günlerini yaşatan Anders Behring Breivik, sadece ‘terörist’ ve ‘katil’ olarak tanımlandı. Hiçbir gazete ‘fanatik Hıristiyan’ veya ‘Hıristiyan terörist’ ibaresini kullanmadı. Acaba ismi Ahmet ve Ali olsaydı aynı hassasiyet gösterilir miydi?
Siyaset: Hitler’i, Mussolini ve Franco’yu dünyaya ‘hediye’ eden Avrupa’da her geçen gün İslam karşıtı aşırı sağ partiler siyaset dünyasının kalıcı aktörleri arasında yerini alıyor. Aşırı sağın temeli, göçmen işçilerin geldiği yılların başlangıcına kadar uzanıyor. Ancak o dönemde ciddiye alınmayan, marjinal görüşler dile getiren ve daha önemlisi toplumda karşılık bulamayan bu partiler, özellikle 11 Eylül saldırısından sonra ciddi taban bulmaya başladı. Avusturya’da Jörg Haider’in Özgürlükçüler Partisi, Danimarka’da Pia Kjaersgaard’un Danimarka Halk Partisi, Fransa’da Jean Marie Le Pen’in Ulusal Cephesi, Hollanda’da Geert Wilders’in Özgürlük Partisi, ülke siyasetini belirleme konumuna gelmiş bulunuyor. Ciddi sayılacak bir tabana ulaşan bu partiler, mecliste kilit konumda bulunup hükümeti belirleme gücüne sahip durumdalar. Aşırı sağ partiler, Hitler’den ders almış durumdalar. Irkçı damgasını yememek için salt ‘yabancı karşıtlığı’ yapmıyorlar. Bunun yerine hedefe direkt İslam ve Müslümanları koyup ‘Avrupa’yı ele geçirmek isteyen İslamiyet’e karşı mücadele verdiklerini’ belirterek taban kazanıyorlar.
Aşırı sağın görüşleri, merkez sol ve merkez sağ partiler tarafından da benimseniyor. Nazi geçmişi dolayısıyla ırkçılıkla mücadelede bir dönem emsal teşkil etmiş Almanya’da hem merkez sağ hem de merkez sol İslam karşıtlığında anlaşıyor, İslamofobik beyanlarda yarışıyor. Sosyal demokrasinin örnek ülkesi İsveç’te İslamofobik parti, ülke tarihinde ilk defa meclise 20 vekil gönderiyor. Fransa, 5 milyonluk Müslüman nüfus içinde sadece 2 bin kadının kullandığı burka için yasak çıkarırken, aynı şeyi Belçika 30 Müslüman kadın için yapıyor. İsviçre, ülkede minareli sadece 4 cami olmasına rağmen referandumla minareleri yasaklıyor. Aşırı sağa oy kaptırmak istemeyen merkez sağ partiler, ırkçı partilerin söylemlerini kullanmaya başlıyor ve ırkçılık hızla meşruiyet zeminini genişletiyor. Daha önce “Ben Türklerin de başbakanıyım” çıkışı ile uyum politikalarının mimarı olarak partisi CDU’yu şehirli ve modern bir partiye dönüştürmek için mücadele veren Angela Merkel, birden “Almanya’da çok kültürlülüğe yer yok.” demeye başladı.
9 Haziran 2010’da yapılan seçimlerde 24 milletvekili ile Hollanda Meclisi’ne girmeyi başaran ve İslamofobiyi ve Müslümanlara hakareti Avrupa’da sıradanlaştıran Geert Wilders, Kuran’ı Hitler’in Kavgam kitabına benzeterek yasaklanmasını istiyor. “Hepimiz İsrail’iz.” diyen Wilders’ın İsrail’e karşı hürmette kusur etmemesi, neo-ırkçılığın ana damarının İslamofobi olduğunu teyit ediyor. İslam karşıtlığı üzerinde birleşen aşırı sağ partiler, toplumda artan işsizlik gibi sosyal konuların da sorumlusu olarak Müslümanları göstermeyi başarıyor. Aşırı sağa Avrupa’da taban kazandıran lider olarak tanımlanan Danimarka Halk Partisi Başkanı Pia Kjaersgaard, İslam’ı “Avrupa’nın yeni vebası” ve “Terör dini” olarak tanımlamaktan çekinmiyor.
Olumsuz imajda Müslümanların da kabahati var
Batı’da oluşan olumsuz imajda Müslümanların da kabahati var. Müslümanlar temsil noktasında oldukça yetersiz. Geldikleri ülkelerden getirdikleri gelenek ve görenekleri, içinde yaşadıkları topluma ‘dini’ olarak lanse ediyorlar. İçinde yaşadıkları toplumda azınlık olduklarını unutuyorlar. Bir kişinin veya grubun işlediği suçun tüm Müslümanlara mal edileceğini düşünmüyorlar. Vatandaşlık haklarını almıyorlar, alanlar ise bilinçli kullanmıyor. Seçme seçilme hakkı ve akademik kariyer çabası yeni yeni revaç buluyor. İçlerinden çıkan ve kendilerini zan altında bırakan kişilere karşı tepkisiz kalıyorlar. Geldikleri ülkenin gündemiyle meşgul olup yaşadıkları toplumla aralarına duvar örüyorlar.
 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder