8 Mart 2013 Cuma

Derin devletin devamı için PKK bahane oldu/ MUHSİN ÖZTÜRK


3 Eylül 2012 / MUHSİN ÖZTÜRK
Hilmi Özkök’ün darbe davalarındaki tanıklığından sonra ‘Pandora’nın kutusu yeni açıldı’ diyen Murat Yetkin yakın siyasî tarihe ilişkin gözlemlerini aktarıyor. “Necmettin Erbakan istifa etmeseydi, 28 Şubat olmazdı” diyor mesela...
Türkiye olağanüstü değişken ve büyük olaylarla boğuşadursun, yıllar öncesinin henüz tozu kalkmamış dosyalarıyla da meşgul bir yandan. 100 yıllık olayların polemiği devam ederken, 20 yıl önceki bir siyasi cinayetin aydınlanma ihtimali dün sokakta patlayan bomba kadar gündemimizi işgal edebiliyor. Yakın tarih bazen yüzyıllar öncesinden daha gizemli Türkiye’de. Ve biz gerçeğe en yakın olanın ortaya çıkmasına kadar konuşmaya devam edeceğiz. Hilmi Özkök’ün mahkemede tanıklığının ardından dönemin en önemli şahidi Hürriyet Daily News Genel Yayın Yönetmeni ve Radikal yazarı Murat Yetkin’le yakın tarihe girdik. Onun gözlüğü ve onun yorumuyla tabii ki.
-2004’te sonradan Jandarma Genel Komutanlığı imali olduğu anlaşılan vatan haini gazeteciler listesinde yer almışsınız. Doğru mu bu?
Evet. 25 kişilik öyle bir listede ben de vardım. Listenin kendisini görmedim ama diğer gazeteci meslektaşlar yazdılar, ben de ismimi orada görmüş oldum.
-Aytaç Yalman ve Şener Eruygur’un emekli oldukları Ağustos 2004’te devir teslim törenine davet edilmiyorsunuz!
Zaten o noktaya gelinceye kadar epey sertleşmişti ilişkiler.
-O listeye sizin dâhil edilmenize ne yol açtı?
Bilmiyorum. Bunu onlara sormak lazım. Çünkü vatan hainliği çok ağır bir şey. Radikal gazetesi o dönem İsmet Berkan’ın yönetimindeydi ve biz Türkiye’nin o zamanki koşullarının da bir gereği olarak reform yasalarına, AB’ye üyelik hedefine, demokratikleşmeye, insan haklarına vs. çok vurgu yapıyorduk. Şener Eruygur, makamında yaptığımız bir görüşmede bundan ne kadar rahatsız olduğunu ifade etmişti. Bazı haberlerimizden, yazarlarımızdan şikâyetçiydi, ben de doğal olarak gazetemizi savundum. Münakaşa ettik hatta. Bunu da yazdım. Şimdi bizi yerden yere vuran arkadaşların sesi çıkmıyordu.
-2003-2004’teki darbe girişimleri sonra  ortaya çıktı.   O sırada Ankara’da herkes biliyor muydu olup biteni?
Bilmiyorum. Kaç kişinin bildiğini bilemem.
-Ama siz biliyordunuz...
Başka bilenler de vardı, ama yazan olmadı. Yani bunu açıkça söyleyebilirim. Ben o dönemde çıkıp yazmıştım diyen bir arkadaşımız varsa okumak isterim, kaçırmış olabilirim.
-Sizi ‘sakıncalı’ buldukları anlaşılıyor.  Bu hikâye sizin için ne zaman başladı?
2001’de. Bülent Ecevit’in hükümetin başından ayrılmasına yönelik bir girişim sanki oradan buradan duymuşum gibi yazılmak üzere bana söylendi, 4 yıldızlı bazı askerler tarafından.  İsmet Berkan’la da bence hâlâ doğru olduğuna inandığımız bir karar aldık. Ertesi gün, gidip bunu Hüsamettin Özkan’a ve Ecevit’e sordum; çünkü Ecevit’in yerine Özkan’ın geçmesini istiyorlardı. Ülkenin başbakanının gidip yerine yardımcısının gelmesi için lobi çevriliyordu. Bunu da başbakana ‘Bundan haberiniz var mı?’ diye sormaktan daha doğal bir şey var mı? Haberi tutmadık, bir şey yapmadık. Olduğu gibi ve ertesi gün 31 Ekim 2001’de manşetten verdik. O tarihten itibaren asker içinde belli bir ekibin gözdesi değildim, yani onu söyleyeyim.
-O manşetle ilgili Ecevit bu haberi yazma diye telkinde bulundu galiba!
Söyledi ama biz yaptık. Ben gazeteciliğe stajyer olarak Ecevit’in yanında başladım, 1981’de askerî yönetim koşullarında Arayış dergisinde. Dedim ki, “Sayın Ecevit siz de gazetecisiniz. Ben bu haberi sizden almadım. Sizden alsam bu haberin üzerinde tasarrufunuz olacaktı, ben size başkasından aldığım bilgiyi soruyorum.” Yani haberi yayımladık. Sonra merhum Ecevit benimle bir süre konuşmadı. Ama sonra anladı herhangi bir kastım olmadığını. Çünkü ona bu olayda dahlim olduğu yolunda bir iki telkinde bulunanlar oldu. Sonra o telkinde bulunanlar onun yanına bir daha giremedi ama ben girdim.
-Peki, askerler nasıl karşıladı?
Askerler diye homojen bir oluşum yok ki; bugün bu daha iyi anlaşılmıyor mu?
-Bu haberi verenler manşetten memnun oldular mı?
Bir açıklama yaptılar, ‘yoktur, asılsızdır’ falan diye, ama Ankara’da ve İstanbul’da çoğu kişi neyin ne olduğunun farkındaydı. Belli bir kesimin bunun bu şekilde deşifre edilmesinden hiç memnun olmadığını çok açık söyleyebilirim. Askerin içinde belli bir kesim bana ve Ankara temsilciliğini yaptığım Radikal gazetesine başka türlü bakmaya başladı. Nitekim 2004’e geldiğimizde vatan haini listelerine falan girdik.
-Aytaç Yalman emekli olduktan bir gün sonra çıkan yazınızda “Daha yazılacak çok şey var, onun (Aytaç Yalman) fikrini sormam gerekecek.” diyorsunuz.
Emin olun aradan 8 yıl geçti hâlâ sorma teşebbüsüm sürüyor. Soracağım çok soru var tabii.  Sabretmeyi öğrenen bir gazeteciyim.
-Daha planlar ortaya çıkmamış, bazı şeylerden söz ediyorsunuz ama tam da bilinmiyor…
Bir ekibin, bu tür bir çalışma yaptığı, bunun da ordunun üst yönetimi tarafından tasvip görmediği vs. Bunlar konuşulmaya başlanmıştı ama… Ben elinde somut bilgi olunca yazan bir insanım. Bir şey yazmıyorsam ondan tam emin değilimdir yani. Somutlaştıramamıştım. Aramızda ilk somutlaştıran Hasan abi (Cemal) oldu, o da yazdı zaten. Ben de ilk defa ondan okudum bazı isim ve ayrıntıları.
-Ankara Ticaret Odası’nda meşhur toplantı var. O dönem yazınızda yaptığınız tasvir inanılmaz. Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök yurtdışında, onun dışında herkes orada. Aydınlıkçılar ön planda, ağır bir antiemperyalist söylem hâkim…
NATO generalleri, NATO karşıtı söylemlere alkış tutuyorlar. O tabloda bulunmak zorunda olmaktan rahatsızlık duyan bir tek İlker Başbuğ vardı. Son derece rahatsızdı. O vaveyla içine katılmadı. Kenarda durdu. Çok canının sıkıldığını biz birkaç gazeteciye belli etti İlker Başbuğ.
-Nerde ve nasıl?
Çıkarken mimikleriyle (el ve mimik hareketleriyle gösteriyor). Ben o toplantıdan dehşete kapıldım, bunu da yazdım zaten; 4 Mart 2004 tarihli Radikal’de, ‘Bakın Ankara’da neler oluyor?’ diye.
-İki hafta önce çıkan yazınızdan Özkök’ün ifadesiyle birlikte davanın Aytaç Yalman aleyhine genişleyeceği yorumu çıkıyor...
Sayın Özkök’ün ifadesinden sonra Sayın Yalman’ın da tanık olarak çağrılması beni şaşırtmaz.
-Yorumlar farklı olsa da Özkök’ün mahkemedeki sözleri 2003–2004 gerçekliğinin altını çizdi, değil mi?
Hilmi Özkök’ün mahkemeye gitmesi çok önemliydi. Yıllardır “Beni tanıklığa çağırın geleyim.” diyordu, çağırmadılar.  HSYK bu ifadeden sonra o mahkeme heyetine sormalı; “Kardeşim şimdiye kadar niye çağırmadınız?” diye. 6 Ağustos 2009 tarihinde kendisiyle o İzmir’deki ifadeden sonra konuşmuş ve yazmıştım. Mahkemede o yazıda sorduğum soruları bile sormamışlar. Orada verdiği cevaplar daha ayrıntılıydı.
-Konuyu açacak sorular sorulmadı mı yani?
Üstünkörü… Mehmet Eymür gibi bir insana bildiklerinizi anlatın diye soruyorlar. Zekâsına küfretmek ya da hiçbir şey anlatma kardeşim sen, demek gibi.
-İzmir’de 9 saat sürmüş görüşme. Herhâlde bildiklerinizi anlatın denmemiştir. Mahkeme’de niye böyle?
Aynı şeyi söylüyorum ben de. Benim gözümde Ergenekon, Balyoz ve diğer davalar konusunda toplumun bir kesiminin iddianamedeki yazılanların hepsi doğrudur demesi, diğer bir kesimin de her şey yalandır-kurmacadır demesi yanlıştır. Özkök’ün ifadesi göstermiştir ki her şey yalan demek de her şey doğru  demek de yanlış. Özkök’ün ifadeleri bazı kişilerin kurunun yanında yanmakta olduğunu, bazılarının da öyle olmadığını bana gösterdi. Bir hukukçu, savcı değilim tabii.
-Siz bu olayların olduğu o dönemde ima ettiniz, hatta yazdınız ama Ankara’da hâlâ böyle bir şey olmadı, yok diyen gazeteciler de var değil mi?
Ben onlardan biri değilim. İşin tuhafı şu; ben ve benim gibiler vatan haini listesine alınırken, bu ekip tarafından telefonlarımız dinlenirken, banka hesaplarımıza girilirken, aklınıza gelecek her şey yapılırken sesi çıkmayan meslektaşlarımızca hedefe koyulduk sonra. Nokta dergisinde bir andıç yayımlandı biliyorsunuz, askerden yana gazeteciler, askere karşı gazeteciler diye. Orada iki listede yer almayan bir isim var o da benim. “Buna yaklaşırken dikkat edin, bulduğunu yazar.” denmiş. Hâl böyleyken şu an meydanı çok boş bulan bazı meslektaşlar bizi askerin maşası gibi gösteriyor. Ne alakası var? Asker ya da sivil, haber kaynaklarım da hep açık, dürüst ilişki kurmaya çalıştım; bundan pişmanlık duymadım. Ben gördüğümü yazdım. Demokrasiden, insan haklarından yana bir gazeteciyim. Kimliğimi de duruşumu da gizlemem. Şimdi değil, o zaman yazmışım. Yazdığım yüzünden sıkıntı da çekmişim. Yani belki 2001’de biz onu yazmasaydık, belki 2001’de bir darbe girişimi olacaktı. Bilmiyoruz ki!  Ama benim bunu yapmaktan dolayı vicdanım son derece rahat.
-İsmet Berkan, 2004’te vatan hainleri listesini dolaşıma çıkartan kişi için, ‘Ankara’da birkaç defa yemek yediğim yaşlı bir üstadımız...’ diyor.
Ben öyle bir olaya tanık olmadım. İfadesinden de anlaşılıyor ki İsmet’in de yakından tanımadığı birisi. Bazıları da hava atmak için, “Bak bende ne gizli şeyler var” diye yapar bunu…
-Siz Özkök’ün ifadesinden sonra darbe girişimleriyle ilgili ‘Pandora’nın kutusu şimdi açıldı’ diyorsunuz. Biraz açar mısınız?
Çünkü bir kere Özkök’ün ifadesiyle bizim daha önce tahmin ettiğimiz, kulis bilgisi olarak duyduğumuz, üzerine yorumun yorumu gibi yaptığımız bazı noktaları doğrudan o konuda askerlerin başındaki en yetkili kişi söyledi. Bu yüzden bir dönüm noktası olarak görüyorum açıkçası.
-Özkök ne dedi yeni olarak?
Yeni şeyler söyledi. 2009’da bana verdiği mülakatta, orada bir teklif olarak değil bir sohbet çerçevesinde muhtıranın gündeme geldiğini söylemişti. Dolayısıyla ilk gün söylemedi, fakat ikinci gün sanık avukatlarından gelen bazı sorular üzerine de Aytaç Bey’in söylediğini söyledi. Sonra Aytaç Bey hatırlamıyorum diye bir demeç verdi. Onu da düzeltti, “Böyle şeyler unutulmaz. Ben gayet iyi hatırlıyorum.” diye. Şimdi bunlar iddianamede yok ki. O yüzden şimdi yeni bir durum var. Bir kere o dönemde silahlı kuvvetler içinde ne kadar ciddi bir saflaşmanın, tartışmanın yaşandığını görüyoruz. Bir noktada Özkök tek başına durmuş ama o noktadan sonra bir mıknatıs gibi etrafına başka isimleri çekmiş. Bazı isimler ‘ha olmuyor’ diye vazgeçmişler. Şimdi söyleyeceklerimi kanıtlayamam; kendimce parçaları birleştirerek söylüyorum. Aytaç Yalman benim gözümde Prusya tipi bir general. Görüşünü söylüyor, komutan yok diyor. Dolaştığı Anadolu’daki birliklerden anlıyor ki böyle bir tablo yok, hükümete müdahale zemini yok, o çekiliyor kenara. Bazı sanıkların iddianameye giren yazışmalarından anlaşılıyor ki, bir noktadan sonra ‘hain’ diyorlar, olmadık hakaretler ediyorlar. Orada hem bir mahalle baskısı var hem de emir komuta baskısı…
Bir de komutanının bu işe karşı olduğu görüldüğünde, bazı güçlü isimler pozisyon almaya başlıyorlar. Bu insanlardan iki tanesi Yaşar Büyükanıt ve İlker Başbuğ. Özkök Türkiye’nin başına bir iş gelmeden o dönemi bir şekilde atlattıysa bunda Büyükanıt ve Başbuğ’un Özkök’e verdikleri destek mi dersiniz, koruma mı dersiniz, bunun bir etkisi olduğunu düşünüyorum.
-90’ların başından itibaren ve 2001’e kadar iç içe geçen müdahaleler var. Türkiye niye buna maruz kaldı?
Bunu Sovyetler Birliği’nin yıkılışı ve NATO sisteminin yenilenmesinin Türkiye’deki şok dalgaları olarak görebiliriz. Normalde diğer Avrupa’daki NATO ülkeleri gibi Türkiye’de de bu ilişkiler, 89’da Berlin Duvarı’nın yıkılmasından, 92’de Sovyetler Birliği’nin çözülmesine kadarki süreçte yenilenebilirdi. Gladio tipi örgütlenmeler, her türlü istismara açık yarı gizli örgütlenmeler, tam yasal değil, tam yasa dışı değil, gri alanda, gölgedekiler… Bunlar Türkiye’de de yeniden düzenlenebilirdi?
-Neden olmadı?
Türkiye bunu 1992’de, 91’de, 90’da belki daha az belki de daha çok şiddetle yaşayıp bitirebilir, şimdi bambaşka bir yerde olabilirdi. Irak savaşı bunu engelledi. Türkiye’nin Irak savaşına girmesi PKK’nın önüne tekrar engel olarak çıkması, o Kürt göçüyle gelen hassasiyet ve PKK’nın tekrar canlanmasıyla birileri, “Bak bize ihtiyaç var, bu örgütlenmeleri dağıtamayız, bizim özel durumumuz var. Biz eskiden komünistleri bekliyorduk, o komünistler yok ama başka komünistler- Kürtçüler var.” diye bahane üretti. Birileri için PKK can simidi oldu açıkçası. Türkiye yeni sayfa açabilseydi, 4 Temmuz 2003 darbesini Süleymaniye’de yemeyebilirdi. Çuval hadisesi çok büyük bir travmadır. Böyle olamayabilirdi. Türkiye’nin değişememesinin prangası oldu 1. ve 2. Irak savaşı. Türkiye’de üç darbe var; üçü de soğuk savaş dönemindedir. Soğuk savaş dönemi sona erdiğinde 28 Şubat’ta darbe girişimi vardı. Erbakan sıkı dursaydı hiçbir şey olmayacaktı. Tamamen psikolojik operasyondur 28 Şubat. Hiçbir şey olmazdı. Erbakan, taraftarlarının gönlünü alıp, ‘hadi arkadaşlar beraber duruyoruz’ diyeceğine, “Bana kurşun işlemez, bana bir şey yapamazlar, generaller karşımda susta, rektörler selam durur” vs. dedi. Hâlbuki zamanın ruhu artık geçmişti, darbeden söz edenler dışarıdan hiçbir destek bulamayacaktı.  Sonrasında Chirac ve Clinton açıyorlar Demirel’i tebrik ediyorlar. Aman iyi yaptınız bu adamların arkasında yoktuk biz diye, tabii iş bittikten sonra. Erbakan ne güzel düştü diye değil, askerlerin gelmesi engellendi diye.
-Demirel’i savunanlar da sıcak darbeyi önledi diyor. Ona ne diyeceğiz o zaman?
Bakın Demirel iki defa askerler tarafından koltuğundan indirilmiş, hapse atılmış, hakkında 93 dava açılmış birisi… Askerler kapısına geldiğinde 12 Eylül’de aklına ilk gelen imaj herhâlde Adnan Menderes’tir. Dolayısıyla Demirel niye aslanlar gibi durmadı derseniz, bu soru meşrudur, bir şey diyemem. Erbakan’ı da o koşul içinde değerlendirin. Emin olun Erbakan’ın aklında da Adnan Menderes vardı.
-Demirel de, Erbakan gibi her şeyin soğuk savaş döneminde olup biteceğini düşündü?
Evet. Zamanın ruhunu okuyamadılar… Erbakan istifasını vermeseydi, vermezdi, o kadar.
-Darbe de olmazdı öyle mi?
Ben zannetmiyorum. Dışarıdan destek bulamazdı. 2002–2004 arasındaki hareket de dışarıdan destek bulamadı. Tam tersine caydırıldı. Artık soğuk savaş bitmişti. Başlangıçta ABD, Sovyetler Birliği’ne karşı kuşatma politikası çerçevesinde, bu coğrafyada kilit yerde olan, Boğazları, Kafkasları biraz da Ortadoğu’yu tutan Türkiye’de bir muhatap arıyor. Siyaset güçlü mü? Hayır. Ekonomi diye bir şey yok pratikte. Geriye kalıyor Kurtuluş Savaşı’ndan çıkmış bir asker. Muhatap olarak da onu alıyorlar. Kore Savaşı vs. Aslında iki üç adım geriye çekilip bakınca resim gayet net. ABD’nin Sovyetler’e karşı buradaki karakolu sıkı tutup içeride ne olursa olsun beni ilgilendirmez demesinin bir ürünüdür, darbeler.
-28 Şubat, 2003–2004, 27 Nisan… Hepsinde antiemperyalist söylem var. Bu soğuk savaş mantığından farklı, hatta Amerika karşıtı bir söylem var.
Bu söylem sahte ve aldatıcıdır. Ulusalcılık tabirini oldum olası tutmadım, bu söylem Türkiye’deki kendini sol diye tarif eden insanların kafasını bulandırıp onları bir kitle tabanına dönüştürmenin söylemiydi. Ama belli kesimlerde tuttu.
-90’larda ulusalcılık denen şey oldukça marjinaldi. Şimdi bir toplumsal karşılığı var…
Buna Radikal’de Kızılelma koalisyonu demiştik, biraz da dalga geçmek için. Bu biraz AK Parti’ye karşı duruşu da tarif eden bir şey. AK Parti’ye karşı ama kendini MHP’li ya da CHP’li diye tanımlamıyor. Ama ben bunun son derece üretilmiş bir deyim olduğunu, gerçek bir karşılığının olmadığını düşünüyorum.
-90’ların başında tasfiye edilmesi gerekenler tasfiye edilmediği için mi 90’lar karanlığını yaşadık?
Bence öyle. Kontrgerilla yapıları da diyebiliriz, NATO zamanında öngörülmüş cephe gerisinde ayaklanma yapıları da. Bu yapılar tasfiye edilebilirdi. Bunların tasfiye edilmemesi için siyasi iktidarlara ‘ihtiyaç var’ diye anlatıldı; “Bakın PKK var, ülke bölünecek.” PKK bahane edildi orada. Tabii komploya da kaymak istemem. PKK bir sosyal gerçekliktir. Tabii. Irak savaşı var. Sınırdaydım, günlerce yaşadım. Irak savaşında 600 bin kişi göç etti, ne silahlar geldi, kimler geldi geçti? Dönüm noktası odur. PKK’nın canlandığı ve hakikaten acıtarak vurmaya başladığı dönem Irak savaşından sonraki dönemdir.
-Peki, bu yapıları kimin tasfiye etmesi beklenirdi?
Hükümetlerin.
-Mesela Demirel’in bir girişimi olmadı hiç.
Olamazdı. Neden? Türkiye’de 1965’ten 2002 yılına kadar güçlü iktidar olmadı. Derin devlet denen yapı, kökü kısmen NATO’da, kısmen burada… Türkiye’de güçlü siyasi iktidarlar istemedi. Önemli olan siyaset paramparça olsun da belini doğrultamasın. Siyaset parçalı olsun, ikili üçlü koalisyonlar, biri alıyor, biri koyuyor sen altta işi yürütüyorsun. Hükümetler her an dağılabilirim, benim altımdan halı çekilebilir korkusuyla cesur davranamıyor. Kendilerini hep bürokrasiye bağlı hissediyorlar.
-Halının çekilebildiğini de görmüşler zaten!
Türkiye’de şimdiki gibi yaşandığı dönem daha önce olmuş mudur? Bana sorarsanız olmuştur derim. Bir tanesi İkinci Mahmud’un 1826 harekâtıdır. Yeniçeri sisteminin dağıtılmasıdır. Türkiye ne zaman siyasi iktidar kendini güçlü hissetmişse o zaman askeri ve bürokrasiyi hemen mesafelendirmiştir. 1826’yı, 1839 Tanzimat Fermanı, 1856 toprak reformu ve 1876 Anayasası yani Meşrutiyet izledi. İkinci adım 1926. Onu da yapan Mustafa Kemal. 1926’da kırmızı çizgiyi çekmiş. Meclis’teki üniformalılara ya üniformayı çıkarın ya o tarafa ya bu tarafa demiş. Aynı gün içinde Diyanet İşleri Başkanlığı’nı ve Genelkurmay Başkanlığı’nı kurmuştur. (İzmir Suikastı ile birlikte İttihatçıların tasfiyesi. M.Ö.) Osmanlı ya da Cumhuriyet fark etmez, Türkiye’de iktidar ne zaman kendini güçlü hissetmişse bunu yapmış. Yeniçeri ocağının kuruluş hikâyesi de öyle Birinci Murad döneminde. Orada da gaziler hareketinin tasfiye edilip yeniçerinin kuruluşunu görüyoruz. Bugün de böyle bir tasfiye hareketi yaşanıyor. Bugün siyasi iktidar Başbakan Tayyip Erdoğan kendini güçlü hissediyor. Asker ve diğer bürokrasiyi iktidar ilişkilerinden uzaklaştırıyor. Bu ilk değil ama  önemlidir.
-Asker-sivil ilişkileri şu anda çok tartışılmıyor. Hangi konumdadır şu anda?
Operasyon bitti arkadaşım. Tasfiye hareketi bitti. Işık Koşaner ve ekibinin 2011 Temmuz’unda istifa etmesiyle beraber tasfiye hareketi bitti. Dolayısıyla hükümet için ordu polis vs. artık bir rakip değil, onun aygıtı. Statüko el değiştirdi.
-Asker-sivil ilişkilerini gözlemleyenler bu tasfiyenin o kadar kolay olmayacağını düşünüyor. Ne dersiniz?
Olmaz. Ancak siyaset sürelerle yapılan bir iş demokrasilerde. Kuzey Kore değilseniz, Suudi Arabistan değilseniz... Her siyasetçi de bir sonraki seçim dönemini düşünür. Siyasetçi acaba bundan 20 sene sonra ben ne yapacağım diye düşünmez. Düşünmemesi de güzeldir. Dünyaları vadedenler dünyaları başımıza yıktı bugüne kadar. Bana bugünümü yaşatsın sonraki dört yılımı vadetsin ben de ona göre oyumu vereyim. Demokrasinin özü bu değil midir?

Dolmabahçe görüşmesinde masada ne vardı?

-2007 e-muhtırası sonrasında Erdoğan’la Büyükanıt’ın yaptığı Dolmabahçe görüşmesi hâlâ bir tartışma konusu. Siz bu görüşmeyle Ergenekon soruşturmalarını ilgili mi görüyorsunuz?
Aralarında bir neden sonuç ilişkisi var mı bilmem. Ama Ergenekon operasyonu Dolmabahçe görüşmesinden sonra başlamıştır.
-Bunun bir anlamı var mı?
Ben bunu çok anlamlı buluyorum. Ama elimde bir kanıtım yok. Sadece bir takvim çalışması yaparak şunu söyleyebiliyorum ki Ergenekon soruşturması Dolmabahçe görüşmesinden sonra başlamıştır.
-Zırhlı araç ve Ergenekon davasına muhatap olanların Dolmabahçe görüşmesinden dolayı Büyükanıt’a büyük suçlamalar yöneltmesi… Nasıl yani Ergenekon’u Erdoğan’a Büyükanıt mı verdi?
Erdoğan Büyükanıt’a böyle bir yapılanmanın aslında silahlı kuvvetlere de belki şahsına da zarar verebileceği yolunda belgeler ve bilgiler vermiştir. Bu da olabilir, bilmiyoruz. İlk anda ortaya çıkan bilgiler sanki görüşmeyi talep edenin Genelkurmay Başkanı olduğu yönündeydi. Sonra Başbakan’ın onu İstanbul’a çağırıp görüşmek istediğini öğrendik. O muhtırayı vermeselerdi Türkiye bu kadar gerilime girmeyecekti. CHP, katılın katılmayın Anayasa Mahkemesi’ne başvurmuş, tamamen anayasal hakkını kullanıyor. O kadar izlemiyorlar, o kadar kendi gündemleriyle meşguller ki… Siyaset bir adım atmış ama müdahil oldular. 28 Nisan’da ağızlarının payını aldılar. Hükümet işine bak kardeşim dedi. 1 Mayıs’ta Erdoğan erken seçime gidiyoruz dedi. 2 Mayıs’ta Cumhurbaşkanlığı referandumunu ilan etti. 4 Mayıs’ta Dolmabahçe’ye çağırdı Büyükanıt’ı 2,5 saat konuştular. Ergenekon operasyonları ondan sonra başladı. Birisi çıksın anlatsın alakası yoktur diye.
-Metin kötü, zamanlama kötü, 27 Nisan e-muhtırasında yolunda gitmeyen neydi?
28 Nisan diye bir şeyin olabileceğini kestiremediler. Kurmaylık özellikleri bu kadar artık zedelenmiş bir Genelkurmay olduğunu gösterdiler.
-O hâlde Türkiye’de soğuk savaş 27 Nisan’da mı bitti!
Türkiye’de soğuk savaş tam olarak ne zaman bitti size söyleyeyim. Avrupa Birliği ulusal programı Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde kabul edildiği gün. 19 Mart 2001. Türkiye Cumhuriyeti’nde TBMM tarafından Meclis kararı olarak kabul edilmiş bir tane millî strateji var. Ama devlet kurumlarının hepsi aynı vitesle gitmese bile…
 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder