12 Şubat 2013 Salı

Edebsizliğe ve nezaketsizliğe cevap verilmez-Yavuz Bahadıroğlu

Comte de Bonneval

Comte de Bonneval şöyle diyor: “Osmanlılar’ın edep, nezâket ve terbiyesi başka hiçbir millette yoktur. Onların âdâb-ı muâşeret anlayışı, görülmemiş bir mükemmellik ve inceliktedir.”
 
Edmondo de Amicis şöyle bir hüküm veriyor: “Tetkîk ve tesbîtlerime göre İstanbul’un Türk halkı, Avrupa’nın en nâzik ve en kibar topluluğudur.”
Eskiden edepsizlik, nezaketsizlik ve gurur bilmezdik. Bunlar birer “Avrupalı hastalığı”ydı ve ölesiye sakınırdık.
 
Ne edepsizlik bilirdik, ne kabalık, ne gösteriş, ne gurur, ne tepeden bakma...
Kur’an’ın bize mesajı da buydu. Mevlânâ Hazretleri bunu veciz bir şekilde şöyle ifâde ediyor: “Gözünü aç da Allâh’ın kelâmına baştan başa bir bak! Âyet âyet bütün Kur’an, edep taliminden ibarettir!”
 
Tabii bunu görebilmek için gönülde Kur’an taşımak gerekiyor. Osmanlı veddimiz “Kur’an gönüllü” olduğu için “edeb”i ve “nezaket”i öncelemiş, kalb kırmayı Kâbe yıkmakla kıyaslamıştı.
 
Daha önce yazmıştım: Osmanlı tekkelerinin, dergâhlarının, hatta evlerinin duvarlarında, “Ebeb yahu!” yazılı levhalar asılıydı.
Osmanlılar, “nazik” ve “edepli” olmayı önemserler, çocuklarına da “edeb” ve “nezaket” öğretirlerdi.
 
Edeb dışı herhangi bir davranışta (büyüklere saygısızlık gibi) bulunan çocuk hayretle karşılanır, anne-babasının “terbiye” görevini yerine getirmediği düşünülür ve kınanırdı.
İstanbul’un Vefa semtine adını veren “Ebul Vefa” (öl. 1490) lâkabıyla meşhur Mustafa bin Ahmed Muslihuddîn Hazretlerinin oldukça yaramaz bir oğlu varmış. O kadar yaramazmış ki, görenler “Fesübhanallah” dermiş, “Böyle edepli bir insandan böyle edepsiz bir çocuk nasıl olmuş?”
 
Çocuğun en büyük zevki, mahalleye gelen sakaların (su satanlar) kırbalarına (deriden yapılmış su kabı) gizlice iğne batırıp delmekmiş.
 
Sakalar o kadar bîzar olmuşlar ki, sonunda Ebul Vefa’ya gidip oğlunu şikâyet etmişler.
Çok utanan Ebul Vefa, eve koşmuş, durumu karısına anlatmış, “Biz bu çocuğu yetiştirirken büyük bir hata ettik, ama ne?” diye sormuş.
 
Kadın düşünmüş, taşınmış ve hamileliği sırasında yaptığı bir “hata”yı anlatmış:
“Oğlana hamileyken, kız kardeşim çarşı sepetini bana bırakmıştı. Sebzeler arasında bir limon gördüm. Hamileliğimden dolayı aşeriyordum. Canım o kadar limon suyu çekti ki, kız kardeşimin dönüşünü bekleyemedim. İğneyle limon kabuğunu delip bir iki damla emdim. Kardeşim dönene kadar da unuttum, helâllık alamadım. Çocuğumuzun kırbalara iğne batırması bundan dolayı olabilir mi?”
 
“Bundan dolayıdır” demiş Ebul Vefa, “hemen kardeşinden helâllık alalım.”
Gidip helâlleşmişler. Ancak ondan sonra çocuk, kırbaları delme alışkanlığından vazgeçmiş.
 
Bu hikâyeyi günümüze de uyarlayabilirsiniz. Günümüzde de hem siyasette, hem ticarette, hem medyada ve sair alanlarda, insan yüreğine iğne batırmaktan zevk alanlar var. Herhangi bir konuda söylediğiniz fikri karşı fikirle çürütmek yerine, olayı anında şahsileştirip sizi küçümsemeye, hatta aşağılamaya kalkışıyor, hakkınızda “müptezel” ifadeler kullanıyorlar.
 
Aslında cevabınız vardır, ancak böyleleriyle polemiğe girmek, aynı seviyeye inmek ve aynı batağa saplanmaktır. Üstünüz ister istemez çamurlanacaktır. Çamura bulaşmamak için bataklıktan uzak durmak şart…
 
“Cevab-ul ahmak essüküt” kuralınca susmak...
“Câhile cevap vermemek de bir cevaptır” vesselâm.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder