28 Aralık 2012 Cuma

Kalbin anlamı -İskender Pala


Dilin genel anlamlı kelimeleri vardır; mecaz-ı mürsel yoluyla dışı söyleyip içi anlatır ve zihinde katmanlar halinde sıralanır. “Göz” kelimesini ele alalım: İlk bakışta kirpikler arasında yer alan organımız olduğunu söyleyebiliriz.

Lakin onu tanımlarken kirpiklerden hiç bahsetmez, bir beyazlık ile onun ortasındaki siyahlığı (veya başka rengi) anlarız.  Göz kelimesine görme eylemini yüklediğimizde ise yalnızca gözün içindeki yuvarlaktan (gözbebeği) bahsetmiş, beyazlığı zihnimizden çıkarmış oluruz. Daha ileri gidip gözün ışığından bahsettiğimizde artık iris tabakasından dem vuruyoruz demektir. Oysa dilimizde bu dört ayrı anlamı tek kelime ile karşılar, bu dört katmanın tamamını birbiriyle ilintili ve bütün sayarız. Dıştan içe doğru her tanım kendisinden sonra gelen tanımı kuşatır ve sonuçta bütün bu tanım katmanları fiilen görme eylemini gerçekleştiren göz olur.  Hani “ev” deriz de sonra sırasıyla bir evin avlusu, evin binası, evin içindeki yerleşim (misafir odası, mutfak, salon vs.) ile nihayet bu yerleşim içinde kendi oturduğumuz odayı anlarız veya bademden bahsederken önce bademin yeşil kabuğunu, ardından sırasıyla iç kabuğu, bademin içi ve bademin yağını birlikte anmış oluruz. Işıktan bahsedeceğimiz vakit bir kandili anıp sonra sırasıyla kandilin yağ haznesini, haznedeki yağı, yağın içindeki fitili ve fitilin ucundaki alevi kast etmek gibi. Şimdi maksada gelelim; şark milletleri, “kalb” deyince  de onun içinde ve dışındaki tabakaları birlikte anmış olurlar. Tirmizi’nin tasnifine göre[1] bu katmanlar dıştan içe “sadr, kalb, fuad, lüb” şeklinde sıralanmaktadır. Tasavvuf geleneği, sanki fuad yerine gönül, lüb yerine de süveyda kelimelerini tercih etmiş ve insanı  öyle tanımlamıştır. Sırasıyla açalım:

    Sadr kelimesi “göğüs, sine, bağır” gibi anlamlar taşır. Beyin hariç tutulursa insanın hayati organlarının biriktiği bölgedir. Kalbin göğüste yer almasından dolayı da mecaz anlamıyla insanı ifade eder (kalb = insan yahut insan = kalb)  ve “bir şeyin başı, en yüksek yeri, başköşe, başkan, reis (sadrazam)” anlamlarını yüklenir. Sadr, göze göre kirpik,  eve göre avlu, ışığa göre kandil, bademe göre dış kabuk mesabesindedir.  Kuruntu ve tehlikeler kalbe buradan girer. Evdeki asli ihtiyaçların dışındaki şeylerin avluya konulması, kandilin üzerine tozların konması veya badem kabuğunda kurt ve tırtıl yürümesi gibi… En dıştaki bu küçük tehlikeleri önemsiz görmek, sadra  sessizce giren kinlere, nefretlere, arzu ve ihtiraslara aldırış etmemek sayılır ki, ileride bunların kalbi istila etmeleri kaçınılmaz olur.  Sadr, bilginin evidir. Öğrenilen her şey sadırda saklanır (satırda değil). Eğer sadrı korumaz, oraya nefsin yerleşmesine müsaade edersek ihtiraslar ve kinler kalbi esir alır, orada sevgiye ve güzelliklere yer kalmaz.

    Kalb kelimesi maddî anlamıyla (yürek) demek ise de sadırdan sonraki hissediş mekânı olarak göze göre beyazın içindeki kara, eve göre evin binası, bademe göre iç kabuktur... Her türlü hissin bulunduğu, istiflendiği, tasnif edildiği veya harmanlandığı mekân yani.  İnanç, bilgi ve niyetler oradan sadra çıkar. Halka göre hükümdar ne ise, insana göre kalb odur. Kalbin bozuk olması insanın da bozuk olmasına, kalbin düzgün olması insanın da düzgünlüğüne işarettir.  Ev güzel olmalıdır ki oturanlar huzur bulsun, kandil iyi olmalıdır ki ışığı bol olsun, badem sağlıklı olmalıdır ki lezzeti çoğalsın…  

    Gönül kelimesi kalbin manevî yönünü temsil eder. Sevgi ve nefret, iyi ve kötü bütün duyguların kaynaklandığı yerdir.  Aşkın ve sevginin kaynağı burasıdır. Sadr bir göl ise, kalb o göle akan ırmak, gönül de o ırmağın suyu kabul edilebilir. Bu durumda gönül, göze göre gözbebeği veya ona görme eylemini sağlayan güç,  eve göre oda veya ona mekân özelliği kazandıran mesken,  kandile ışık taşıyan fitil yahut bademin zarı sayılır. İnsanın öğrendiği her şey gönle gelir, orada analiz edilir, iyi veya kötülük bilgisi haline dönüşerek insan davranışlarını yönlendirir.

    Süveyda kalbin içinde, kan dolaşımının başlangıç ve bitiş noktasını teşkil eden bir kan damlasıdır ki kalbe ait her şeyin hareket noktasını oluşturur. Bütün tecelliler oradan güç bulur. Kandilin içinde gizlenmiş olan ışık,  gözün içinde var olan nur, evin içinde oturan insan, bademin ise içidir. Yaratıcı ile insan arasındaki bağ süveyda ile sağlanır ve süveyda insandaki yetkinlik ve otoriteyi temsil eder. Aşkın hissedildiği yerdir. Ona insan denen mekanizmanın en makbul, en yetkin ve hassas parçası diyebiliriz. Çünkü insanlığımızın ölçüsü süveydayı kuşatmak üzere kalbimizin içine koyduklarımızın iyilik ve güzelliğiyle doğrudan alakalıdır. Sırlar, inanışlar, sevgiler ve bilgelikler hep süveydadaki aşk için kalbe girerler. Bu kıymetinden dolayıdır ki onu önce rahmani olan gönül, ardından fuad olan kalb, sonra bilgiye hükmeden sadr (göğüs kafesi) ve nihayet kutsal emanet olan insan bedeni sarıp sarmalamıştır. Velhasıl insan süveydadan ibarettir ve insanın aşk üzre yaratıldığını söyleyenler haklıdır.

[1] Beyanü’l-Fark, (trc. Ekrem Demirli, Kalbin Anlamı), Hayy Kitap, İstanbul, 2009, s.15 vd. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder