Bir millet için 'tarihi eser' sahibi olmak, her şeyden evvel bir 'tarihe' sahip olmayı gerektirir. Tarihe sahip olmakla geçmişe sahip olmak arasında derin fark vardır.
Türkiye'den kaçırılan, bin bir uğraş sonunda büyük zafer edasıyla geri alabildiklerimizle övündüğümüz durum tam da bu tarih ve geçmiş arasındaki farkın somutlaştığı alandır. Bu topraklardaki geçmişimiz bin yılı aşıyor. Yani en azından bin yıllık bir tarihten söz ediyoruz. Bin yıllık geçmişin tarih olabilmesi, tarih bilincine sahip olmayı ve bu bin yıl içinde inşa edilen medeniyete sahip çıkmayı, o medeniyeti yaşatmayı gerektirir.
Bu açıdan bakıldığında tarihini reddetmiş bir toplum olduğumuz söylenebilir. Bu reddedişle geçmişimizi binlerce yıllık bir maziye doğru uzatabilirsiniz. Söz gelimi ben çocukluğumda (yanlış hatırlamıyorsam) Kara Kuvvetlerinin kuruluşunun 600'lü yılları kutlanırdı; şimdilerde bu, bir kaç bin yıl geriye gitti. Bu bir kaç bin yıl, bu milletin tarihi midir gerçekten? 'Atımın ayağının bastığı yerde ot bitmez' diyen göçebe Orta Asya savaşçılarının Orta Avrupa'ya sarkması ile kurulan geçmiş aidiyetine karşılık Orta Avrupa'ya, Balkanlara bir medeniyet götüren irade aynı mı?
Tarihle geçmiş farkının en somut tezahürleri geçmişten kalan eserlerle kurduğumuz ilişkide yatıyor. Kimi eserler geçmişe aittir, kimi eserler ise tarihi eser hükmündedir. Bu ayrımı yönetmeliklerde, bilimsel tanımlamalarda bulamazsınız doğal olarak. Ancak resmi tutuma bakarak bunun ideolojik bir yönelimin yansıması olduğu rahatlıkla söylenebilir.
Eser üzerinden geçmişin ve tarihin nasıl ayrıştığı konusu, çok somut biçimde bizim medeniyet algımızla, Doğu-Batı eksenindeki duruşumuzla, oryantalist söylemle, Batı ile hesaplaşmamızla, hasılı kendi kendimizle yüzleşmemize imkan veren bir aynadır.
Binlerce yıllık tarihi olan bu topraklarda farklı medeniyetler hayat sürdü. Her biri bir iz bıraktı. Müslümanlar bu topraklara geldiklerinde geçmiş medeniyetlerle kompleksiz bir ilişki kurdular. Ne onları tüm kötülüklerin kaynağı olarak gördüler ne de o anıtsal eserler karşısında aşağılık kompleksi duydular. Kendi değerlerinden emin bir idrakle adeta birikim saydıkları bu eserlerle barışık bir ilişki geliştirdiler.
Karşılaştığı antik çağ eserlerini yakıp yıkmak yerine gerektiğinde onu kullanarak hayata katan, işlevsel hale getiren yaklaşım sergiledi. Sözgelimi mermer sütun, adeta yeniden canlanarak başka bir sanat eserinde hayat bulan yaklaşımla yaşatıldı. Antik olanın sanatsal formunu takdir eden ama onu kendi sanat anlayışına katan bir yaklaşım sergiledi. Özellikle Selçukluların ve daha kuşatıcı mimari, sanatsal form geliştiren Osmanlı'nın yaklaşımı bu oldu.
Cumhuriyet dönemi sanat ve tarihi eser anlayışı, özellikle restorasyon ve müzecilik çerçevesinde somutlaşır. Buna göre bir antik eserin üzerine Selçuklu bir başka eser yükseltmişse asıl olan Yunan eseridir. Tarihin farklı katmanlarında kendi medeniyetimizin yükselttiği eserden Yunan eserleri hemen ayrıştırılır. Sanat değeri taşıyan Yunan'dır; yani Avrupa medeniyetinin köklerini bulduğu eser esastır. Diğeri ise İslam sanat ve estetiğinin ürünü olmasından dolayı korunmayı değil tahribi gerektirir. Dolayısıyla antik çağa ait olan öne çıkarılır, restore edilir İslam medeniyetine ait özgün eser ise ortadan kaldırılır. 'Kendi kendine sömürgeleştirme' örneği olan bu uygulamanın bol miktarda örneği var.
Medeniyet bağımız olmayan tarihi eser ve kendi medeniyetimizin bıraktığı mirasla kurduğumuz ilişki geçmişle tarih arasındaki farkı işaret eder. Medeniyetini reddeden bir toplumun tarihi olamaz; olsa olsa geçmişi olur. Devraldığı mirasla organik ilişki kuramayanlar için tarih, geçmişin bir yükü olmaktan başka bir anlam taşımaz.
Batılıların İslam dünyasındaki tarihi eserleri memleketlerine kaçırması, sömürgecilik dönemlerinden başlayan bir uygulamadır. Bunu meşrulaştırıcı gerekçeler üretmekte de zorlanmayacaklardır. Oryantalizmin farklı bir boyutu olarak bu eserlerin neden Paris'te, Londra'da, Berlin'de teşhir edilmesi gerektiği hususunda en kaba gerekçe şudur: 'Müslümanlar tarihi eserleri koruyamıyorlar, dünya mirasını koruma altına almak için medeniyetin merkezine göçtürülmesi, gerekiyor.' Sömürgecilik çağına kadar bu eserler bu coğrafyada modern müze anlayışından uzak olsa da hayatın içine katılarak yaşıyordu büyük ölçüde. Oysa bu gerekçeyle, Avrupa'nın emperyal iddialarını, tek medeniyet tezini güçlendiren bir egemenlik sembolü olarak işlev gördü 'korumaya alınarak'.
Bir yanda Avrupalıların koruyamadığımız iddiasıyla buradan taşımasıyla, diğer taraftan bizim kendi mirasımızı tarihi ve sanatsal değerde görmeyip imha edişimizin kıskacı altında ilgisizlikle ve hatta bilinçli bir tahriple bu güne gelindi. Bugün sanat eserleri sektörü küresel bir ticarettir ve sanılandan çok daha büyük bir ekonomik çarkı döndürmektedir.
Son örnek olarak İznik çinilerinin getirilmesi öyküsü tam anlamıyla nelerden yoksun olduğumuzun ibretlik göstergesi. Bu çiniler dağ başında değil; bir camiden özenle nasıl söküldüler? Bunlar nasıl, hangi yöntemlerle dışarıya kaçırıldı? Hem devletin hem de insanımızın geldiği idrak yosunluğu karşısında düşünmek zorundayız. O çiniler yerine konsa da yiyik bilincin yerine iade edilmesi meselesi çok daha hayati önemdedir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder