Siyonizmin veremediği huzuru Osmanlı vermişti, hatırladınız mı?
'Modern düşüncenin doğuşu: İspanyol altın çağı' başlıklı kitabında 10. yüzyılda Endülüs'ün dünyanın en ayrıcalıklı bölgesi olduğunu kaydeder Prof. Cemal Bali Akal.. Buna göre Endülüs, örneği pek az görülmüş bir dini ve düşünsel hoşgörüsüyle özgürlüğün merkezidir..
Prof. Akal, Fransız düşünür Renan'ın Endülüs'ün görkemli İslam uygarlığını şöyle nitelediğini aktarır:
'Aynı dili konuşan, aynı şiirleri okuyan, aynı edebi ve bilimsel etkinliklere katılan Müslümanlar, Museviler ve Hıristiyanlar, insanlar arasında var olabilecek tüm engelleri kaldırmışlar, ortak bir uygarlık adına, hep birlikte, gönülden çaba göstermişlerdi; binlerce öğrenciyi toplayan Kurtuba camileri, etkin felsefe ve bilimsel çalışma merkezlerine dönüşmüşlerdi'..
Gerçekten hem Müslümanların, hem Musevilerin en meşhur filozofları, şairleri Endülüs'te vücut bulmuştur.
İbn Hazm, İbn Tufeyl, İbn Bacce, İbn Rüşd gibi İslam alimlerinin yanı sıra, Yehuda Ben Gabirol, Abraham Ben Meyr, Moşe Ben Meymon gibi Yahudi bilginler ve daha yüzlerce Endülüslü bilim adamları ve entelektüel Batı'yı antik çağ düşüncesiyle karşılaştırarak oluşturan öncülerdi.
Huzur içinde yaşamak isteyen herkes için Endülüs büyük bir fikirdi..
Yahudilerin en meşhur şairlerinden Shmu'el Hannagid, Endülüs'teki bir Müslüman emirliğinde başbakanlık ve genelkurmay başkanlığı yaptığını hatırlatalım mesela.
Ne var ki Katolikler İspanya'nın aydınlık yüzünü temsil eden Endülüs uygarlığını yok etme yolunu seçtiler..
İspanyolların bugün büyük bir pişmanlık duymaları haklarıdır.
SİYONİZM MUSEVİLERE HUZUR GETİRMEDİ
Tarihsel anlamıyla Engizisyon, Katolik Avrupa'nın karanlık yanını temsil ediyor.
Engizisyonun zulmünden Musevileri çekip çıkaran ecdadımız Osmanlı'ydı sevgili okurlar.
Sultan İkinci Bayezid'in fermanıyla Museviler sel gibi Osmanlı topraklarına aktılar..
Dinlerinden ve etnik kimliklerinden bir şey kaybetmeksizin varlıklarını sürdürdüler.
Endülüs ve Osmanlı'nın Musevilere en geniş anlamıyla sağladığı güvenliği 'İsrail Devleti' onlara sağlayamamıştır.
Oysa Siyonizm, Filistin'de kurulacak İsrail devletiyle Musevilere güvenli bir yurt sağlamak iddiasındaydı.
Bugün aklı başında hiçbir Musevi, Siyonizmin huzur getirdiğini söyleyemez.
Bir başka halkı yurtlarından sürerek, süremediklerini ise ezerek Musevi halkına güvenlik sağlanamaz..
Bir savaş makinesine dönüşen Siyonizm, ifsat ettiği Musevileri bu makinenin dişlisi haline getirmiştir.
İnsanlık vicdanını yerinden oynatan bir zulüm düzeneğine dönüşmüştür Siyonizm.
Kendi halkına bile huzur getirememiş bir küçük fikirdir siyonizm, kötü bir fikirdir.
Endülüs ve Osmanlı ise 'büyük fikirler' idi ve sinesine sığınan topluluklara güvenlik vaat ediyordular.
Osmanlı Yahudilerinin siyonizme ihtiyaçları yoktu.
Bu yüzden siyonizm Osmanlı toprakları dışında doğdu.
Siyonizmin hedefi ise Osmanlı'nın Filistin'iydi.
Antisemitizmin Osmanlı topraklarında hayat bulmamasının sebebini Museviler çok iyi kavramalıdır.
Geriye doğru 1400 yıllık tarihe baktığımızda Musevilerin kendilerini en rahat hissettikleri bölgeler, İslam medeniyet havzasıydı.
Avrupa'nın bırakın engizisyon dönemini, en modern dönemlerinde en fazla zulmü gördü Museviler.
Ama Siyonist nifak, Musevileri bir parçası oldukları İslam uygarlığından ve Müslüman halklardan kopardı.
Buna değer miydi?
VAKİT ÇOK GEÇ DEĞİL
Emperyalist devletlerin desteğiyle Filistin halkını yok sayarak kurulan Siyonist İsrail devleti Yahudilerin binlerce yıllık tarihindeki en trajik vakalardan biridir.
İsrail halkı, Siyonizmi tasfiye ederek, Filistin'de kalıcı bir barışı zorlayarak bu çıkmazdan kurtulabilir.
Huzur ve güvenliğin önünde engel olarak ne 'Hamas', ne 'El Fetih', ne şu, ne de bu vardır.
Musevi halkın karşısında Siyonizmden başka bir barikat bulunmamaktadır.
Tarihe dönelim ve tekrar hatırlatalım..
İspanyol ve Portekiz'deki Katolik-Haçlı ablukasından Musevileri Osmanlı kurtarmıştı.
Kurtulamayanlar da vardı ve bunlar zorla Hıristiyanlaştırılmıştılar.
Onlar da kurtarıcı olarak Osmanlı'yı görüyorlardı.
Osmanlı gemilerle İspanya kıyılarına gelecekler, sosyal ve dinsel ablukadan mazlumları çıkarıp kurtaracaklardı..
15. yüzyılda Avrupa'da yaşadıkları zorlukları anlatan Yahudi kitaplarında bazı 'şükran mektupları' yer almaktadır.
Bu mektuplarda 'Türk tesellisi'nin önemli bir yer işgal ettiğini Prof. Bernard Lewis'in kitaplarından okuyabilirsiniz isterseniz.
Prof. Cemal Bali Akal da İspanyol kaynaklardan derlediği metinlerden yola çıkarak şunları söyler:
'İspanya'da zorla hıristiyanlaştırılan Müslüman ve Musevilerin temsil ettiği bir 'Türk yanlısı' akım da gelişmiştir. Güvensiz ve baskıcı bir ortamda, bazen de düpedüz yakılma tehdidi altında yaşayan bu mağdurlar, Türkiye'yi bir çeşit 'Vaat edilmiş Toprak' olarak görmektedirler. Museviler gibi, Mağrip'lilerin bir bölümü de oraya kaçmayı düşünürken, diğerleri Türklerin İspanya'ya geleceğini hayal etmektedirler. Müslümanların Alpujarras ayaklanmalarına bu tür hayaller destek olmuştur.'
AKIL TUTULMASINI AŞMAK
Bugün Siyonist İsrail, Gazze'yi abluka altında tutuyor.
Türkiye, dün İspanya ve Portekiz'deki Musevilere yaptığı gibi bugün de Gazzelilere elini uzatıyor.
İnsanlığın yüzkarası olan bir ablukanın son bulması için insanlık vicdanını harekete geçiriyor.
Ablukaya alınanlar sadece Gazze'liler, Filistinliler değildir.
İster bilincinde olsunlar, isterse olmasınlar Museviler de Siyonist ablukanın kurbanıdırlar.
Sürekli korku içinde yaşadığı için halet-i ruhiyesi bozulmuş bir halka dönüştü Museviler.
Adını doğru koyalım, sorun Müslümanlarla Museviler arasındaki bir sorun değildir.
Sorun, Filistin ve İsrail halklarıyla Siyonizm arasındaki bir sorundur.
Bu sorun, katmerlenen zulümlerle Filistin sınırlarını aşarak insanlığın ortak sorunu haline geldi.
O halde bu sorun, insanlığın ortak dayanışmasıyla çözülebilir..
Bir an önce de çözülmelidir.
93 yıl önce de yardım gemilerine operasyon yapmışlardı
Birinci dünya Savaşı'nın sonlarına doğruydu..
İngiliz ve Fransız savaş gemileri Suriye ve Lübnan limanlarını abluka altına almıştılar..
Kıtlık vardı, hastalık vardı..
Çocuklar, yaşlılar, her gün binlerce ölüyordu..
İngilizler ve Fransızların gerekçesi de bugün Gazze'ye abluka uygulayan İsrail'in gerekçesiyle aynıydı..
Sivil yardımların Osmanlı askerlerine gideceğini iddia ediyorlardı..
Aslında niyetleri halkın çaresiz kalarak İngilizlerin tarafına geçmesini sağlamaktı.
Yerel önderlerin Papalık ve diğer tarafsız devletler nezdinde yaptıkları girişimler sonuçsuz kalmıştı..
Avrupa'dan yabancı devletlerin kontrolünde gönderilmesi istenen gemiler bir türlü yola çıkamıyordu.
Papalık nezaretinde gıdaların halka dağıtılması teklifini bile reddetmiştiler.
Kıtlık o kadar tehlikeli düzeye ulaşmıştı ki Amerika'da yaşayan Suriyeliler iki gemi dolusu yardım gönderdiler..
İki gemi insanlık görevini yerine getirmek için Doğu Akdeniz açıklarında Beyrut'a doğru hareket halindeydi..
Suriyeliler ve Lübnanlılar umutla bekliyorlardı.
Ne var ki İngilizler iki gemiyi açık sularda durdurarak İskenderiye limanına çektiler.
Halbuki Osmanlı ve Almanya makamları gıda yardımlarının sivil halka ulaştırılması için kendilerinden ne isteniyorsa yapmaya hazır olduklarını bildirmişlerdi.
Gıda yardımları sadece sivil halka dağıtılacaktı ve isterlerse Amerika'nın Beyrut Konsolosu buna nezaret edebilecekti..
Amerika'nın Beyrut konsolosu İngiliz çıkarlarına hizmet eden bir Amerikan Yahudisiydi.
Konsolos, Lübnanlı milletvekili Emir Şekip Arslan'ın sivil yardımın ulaştırılması için yaptığı girişimleri reddetmişti.
Şekip Bey Amerikan konsolosunun yanından 'İnsanlık senin umurunda değil' diyerek ayrılmıştı.
Daha sonra bu Amerikan konsolosunun kendi hükümetini bile aldattığını öğrenmişti Şekip Bey.
Güya Osmanlı yetkilileri yardımları kendileri dağıtmakta ısrar etmişlerdi.
İngilizler ve Fransızlar Alman ablukası altında kıtlık yaşayan Belçika'ya her türlü yardımı ulaştırmışlardı..
Aynı durum Hıristiyanların da yaşadığı Suriye ve Lübnan için geçerli olduğu halde insani yardımı yapılmasını engellediler.
Bakın Şekip Arslan ne diyor:
'Eğer bu devletler Suriye halkının ve özellikle koruduklarını zannettikleri Hıristiyanların iyiliğini istemiş olsalardı, Belçika halkının iaşesi için Almanya'yla yaptıkları anlaşmanın bir benzerini Suriye halkının iaşesi maksadıyla Türkiye'yle yapabilirlerdi. Böylece yüzbinlerce Suriyeli ölümden kurtulabilirdi. Çünkü fakirlikten ve yaşam için geçerli şeylerin yoksunluğundan doğan hastalıklarla birleşen açlık yüzbinlerce Suriyeli'yi silip süpürmüştü.'
Mısır'daki işgalci İngiliz yönetimi Amerika'daki Suriyelilerin gönderdiği sivil yardım gemilerine el koydukları gibi Mısırlıların kendi aralarında topladığı yardımların ulaşmasını da engellemişlerdi.
Bu yardımlar savaş bittikten sonra dağıtılabilmişti, ölenler öldükten sonra..
Gazze'nin maruz bırakıldığı utanç verici abluka da bundan farklı değil sevgili okurlar..
Ama dünyanın vicdanlı insanları bu ablukaya boyun eğmeyecekler.
Çanakkale'de savaşan katırlı Siyonistlere takdirname vermişler!
Museviler Osmanlı sınırları içinde 500 yıl güvenlik içinde yaşadılar..
Ne var ki Teodor Herzl'in izinden giden Siyonistler Osmanlı'nın en zor günlerinde sırtından vurdular..
İkisi de Rus yahudisi olan Josef Trumpeldor ve Vladimir Jabodinsyk birinci cihan harbi sırasında Osmanlıya karşı savaşmak için gönüllü bir siyon birliği oluşturmaya karar vermişlerdi.
Bunun için Mısır'daki İngiliz generallerinden Maxwell'e başvurmuşlardı..
Yeni açılacak Filistin cephesinde savaşmak isteyen Siyonistlere Çanakkale gösterilmişti.
Çanakkale önerisini Jabodinsyk doğru bulmamış, Trumpeldor ise hemen kabul etmişti..
1915'de Çanakkale'de İngilizlerin emri altında 'Siyonist katırlı birliği' olarak, Musevi dedelerine kol kanat geren bir millete karşı savaştılar.
Birliğin başında da Siyonistlerin eğitmeni İngiliz albay John Henry Patterson vardır.
Çanakkale'de elli kadar ölü veren Siyonistlere İngiliz general Hamilton tarafından takdirname bile verilmişti..
Kendisi Çanakkale'ye gitmeyen Jabodinsyk daha sonra bu Siyon Katırlı Birliği için şunları söyler:
'Eğer biz 2 Kasım 1917'de Balfour Bildirisi ile Filistin'de yurt edinme konusunda söz aldıksa, buna ulaşan yol Gelibolu'dan geçmiştir.'
İngilizler 1917'de Kudüs'e girdiklerinde yanlarında yine bu Siyonist gönüllüler vardı.
'Türkiye nereee, Gazze nereee' diyenlere şunu hatırlatmalıyız.
Bölgede huzuru sağlamanın yolu Gazze'den geçiyor.
Ve Türkiye bu bölgenin tam kalbindedir.
İsteseniz de, istemezseniz de Gazze vücudunuzun bir parçasıdır.
Sağlam kafa, sağlam vücutta bulunur.
İsrail 1950'lerden bu yana hep aynı şekilde davranıyor!
Dışişleri Bakanı Prof. Ahmet Davutoğlu'nun Türkiye'nin İsrail'e karşı yürüteceği politikanın ana hatlarını açıklamasıyla yeni bir süreç başladı. İlk olarak diplomatik ilişkiler “İkinci Katiplik” düzeyine indirilecek. 1956'da ve 1980'de Türkiye iki kez daha İsrail ile ilişkileri en alt düzeye indirmişti. Uluslararası sistemin yaramaz çocuğu olarak muamele görmek suretiyle kollanan İsrail her defasında da saldırganlığının bedelini ödemekten yakayı kurtarmıştı. İsrail şimdi de değişen dünya ve bölge dengelerinin yanısıra Türkiye'nin kararlılığını da anlamazlıktan gelmeye devam ediyor.
Şimdiye kadar uluslararası hukuktan kaynaklanan hiçbir müeyyideye aldırış etmeyen İsrail ilk kez ciddi bir tepkiyle karşı karşıya.
“İsrail kendisine tanınan tüm fırsatları heba etmiştir. İsrail'in artık bir bedel ödeme vakti gelmiştir. Bu bedel herşeyden önce Türkiye'nin dostluğundan mahrum kalmaktır”.
Bu sözler Dışişleri Bakanımız Ahmet Davutoğlu'na ait.
Prof. Davutoğlu'nun Türk-İsrail diplomatik ilişkilerinin “ikinci katip” düzeyine indirileceğini ve İsrail'le yapılan bütün askeri anlaşmaların askıya alınacağını ilan etmesiyle yeni bir süreç başlamış oldu.
Türkiye ilki 1956'da, ikincisi 1980'de olmak üzere iki kez daha İsrail ile ilişkilerini en alt düzeye indirme kararı almıştı.
Her iki karar da İsrail'i caydırmaya yetmemişti.
Çünkü dönemin siyasi iktidarları İsrail'le ilişkileri altta alta sürdürmeye devam etmişlerdi.
Öte yandan dünya sistemine egemen olan güçler de İsrail'den yana tavır koymuşlardı.
Oysa ABD, İngiltere, Fransa, Çin ve Rusya İsrail'in her fırsatta kararlarını çiğnediği Birleşmiş Milletlerin patronları..
Kendi kurdukları uluslararası sisteme en başta İsrail'in ayak uydurmasını sağlamaktan kaçınmışlardı.
Üstelik İsrail, Birleşmiş Milletler tarafından kurulmuş ilk devletti.
Şimdi o dünya sistemi çatırdıyor..
Dünyayı 60 yıl önce iki blok halinde bölen güçler, Yakın Şark'taki otoriter Arap rejimleriyle İsrail'in etrafında bir güvenlik duvarı örmüştüler.
O güvenlik duvarları da bir bir parçalanıyor.
Ne var ki İsrail'deki Siyonist rejim de tıpkı Arap diktatörler gibi direnmeye devam ediyor.
Eskiden olduğu gibi uluslararası hukuku çiğneyeceğini ve hiçbir bedel ödemeyeceğini zannediyor.
1956'dan bu yana 55 yıl geçip gitti..
O günden bugüne Filistinlilerin durumunda ve İsrail'in sınır tanımaz saldırganlığında hiçbir değişme olmadı.
Bunun suçlusu sadece İsrail değil elbette.
Onu her halükarda koruyup kollayanlar da en az İsrail kadar suçlu değil midir?
TEL AVİV ELÇİSİ ANKARA'YA DÖNDÜ
İngiltere ve Fransa ile işbirliği içerisinde İsrail 1956'da Mısır'a saldırdığında Türkiye'de “Adnan Menderes Hükümeti” işbaşındaydı.
İngiltere ve Fransa, Mısır'a derhal ültimatom vermek suretiyle İsrail'in yanında yer almıştı.
İngiltere ve Fransa Süveyş Kanalı'ndaki çıkarlarını korumak için İsrail'i Mısır'ın üstüne salmışlardı.
Türkiye ise İsrail saldırganlığına karşı tutum almıştı.
Dışişleri Bakanlığı 26 Kasım 1956'da yaptığı açıklamada şu ibarelere yer vermişti:
“Türkiye hükümeti, Filistin meselesinin Birleşmiş Milletler Asamblesi'nin kararları dairesinde halledilmesini öteden beri desteklemiş ve bu yolda gerek Birleşmiş Milletler teşkilâtı içinde, gerek dışında devamlı gayretler sarf etmiştir.
Yakın Şark'ta çok esaslı bir huzursuzluk ve tehlike unsuru olmakta devam eden bu meselenin elan halledilmemiş olmasını esefle kaydeden Türkiye hükümeti, Filistin işi
âdilâne ve nihaî surette bir hâl şekline raptedilinceye kadar vazifesi başına avdet etmemek üzere, Telâviv'deki elçisini geri çağırmağa karar vermiştir.”
Derhal Ankara'ya dönen Tel Aviv elçisi Şefkati İstinyeli havalanında yaptığı açıklamada şunları söylemişti:
“Adilane bir sulh temin edilinceye kadar İsrail'e gitmeyeceğim. Ticari işlerimiz maslahatgüzar tarafından idare edilecektir. İsrail basını geri çağrılmam haberini hiçbir suretle tefsir etmeden kısaca bildirdi.”
TÜRKİYE, ARAP DÜNYASINA JEST YAPTI
Dr. Ömer Kürkçü'nün “Türkiyenin Arap Orta Doğusuna Karşı Politikası(1945-1979”) başlıklı kitabında aktardığına göre İstinyeli İsrail Dışişleri Bakanlığı'na verdiği izahatta DP Hükümeti'nin bu kararının İsrail'e karşı yöneltilmiş olmayan “Bağdat Paktı”nı güçlendirme amacı taşıyordu.
Türkiye'nin İsrail'le olan dostane ilişkilerini ve ticaretini bozmayı amaçlamıyordu bu karar.
Diplomatik ilişkiler tamamen kesilmiş olmayıp Maslahatgüzarlık düzeyinde devam edecekti.
Gerçekten de İsrail'le diplomatik ilişkiler en alt düzeyde seyretse de pek çok konuda gizli işbirliği de sürmüştü.
DP Hükümeti Araplara bir jest yapmak için İsrail'e bir çimdik atmıştı.
Üç yıldır Türkiye'de görev yapan ve “Ortadoğu uzmanı” olarak bilinen Morris Fisher de Tel Aviv'e dönmüştü.
Morris'in yerine maslahatgüzar Moshe Alon geçmişti.
İsrail'e göre Türkiye bu kararı İran, Irak ve Pakistan'ın etkisiyle almıştı.
İsrail basınında yer alan bazı yorumlara göre iki ülke arasındaki ilişkilerin az çok zarar görmesi kaçınılmaz bir keyfiyetti ancak İsrail makamları Türkiye'nin bu kararından üzülmekle birlikte pek de hayret etmemişlerdi.
“Amerikalı dostları” nasıl olsa bir çaresini bulurlardı.
MUHALEFET İSRAİL'DEN YANAYDI!
Öte yandan Türkiye basınında İsrail'in epey dostu vardı.
Başta CHP olmak üzere muhalefet partileri de Demokrat Parti hükümetinin aldığı kararı tepkiyle karşılamışlardı.
Bu yorumlara göre DP Hükümeti elçisini geri çağırmakla İsrail Devleti'ni tanımayan devletlere yaklaşmış, onların bu tutumu desteklediğini ifade etmiş oluyordu..
Türkiye için, “Filistin işi”nin “adilane” bir hal şekline bağlanmasına yardım etmenin yolu bu değildi.
Tarafsız kalmalıydı Türkiye..
Oysa zalim ve mazlum, haklı ile haksız arasında tarafsız kalmak kimin işine yarardı?
İngiliz politikasının etkisinde kalanlar “Türk milleti” adına da konuşuyorlardı.
Bunlara bakılırsa Türk milleti kendine ne kötülük ettiğini bilmediği bir milletle(İsrail'e) küsmeğe zorlanmış durumda hissedecekti kendini.
Tarih boyunca diplomatik münasebetlerinde adillikten, hakseverlikten ayrılmamağa çalışmış Türk milletinin hiç de hoşuna gitmeyecekti bu.
Bu yaklaşımı, CHP'nin yayın organı “Ulus”ta dile getirenlerden biri de Bülent Ecevit idi.
Ecevit bir başka yazısında bakın ne diyor:
“...Nedir İsrail'deki elçimizi geri çekişimizin sebebi? Türk milletinin vicdanını huzura kavuşturabilmek için, bize şimdiye kadar ancak dostluk göstermiş olan İsrail Devleti, tarafımızdan bu kadar ağır bir tedbiri gerekli kılan nasıl bir suç işlemişse bu suç açıklanmalıdır! Böylece de Türk milleti, mesela Sovyetler Birliği'yle beraber bize karşı komplolar hazırladığı iktidar sözcüsü gazete tarafından da ima edildiği ve Ortadoğu için çok daha kaygı verici bir huzursuzluk kaynağı olarak gösterildiği halde Suriye'ye karşı bile almak lüzumunu görmediğimiz bir tedbirin neden sadece İsrail'e karşı alındığını öğrenme fırsatını bulabilmelidir!..”
Kendisi de 1970'lerde “Soğuk Savaş” döneminin mağduru olan Ecevit 1950'lerde böyle düşünüyordu.
O dönemde politikacılar da, aydınlar da, basın da Soğuk Savaş mantığının esiri olmuştular.
Öte yandan bağnaz bir Demokrat Parti karşıtlığı da hükümet ne yaparsa yapsın tersini savunmaya itiyordu..
Şimdi çok mu farklı sanki!
Velhasıl 1956'da hükümetin aldığı karar da bir jestten öteye geçmemişti.
Bu yüzden Arap dünyasında “Kıbrıs” ve “Bağdat Paktı” konusunda umduğumuz desteği de bulamadık.
ŞİMDİ ŞARTLAR DEĞİŞTİ
1960'larda ABD'nin baskıları sonucunda İsrail ile diplomatik ilişkiler eski şeklini aldıysa da “İslam Konferansı Zirvesi”ne katılmasıyla beraber Türkiye Arap dünyasıyla ilişkilerini İsrail'in rahatsız olacağı biçimde yeniden dizayn etti.
Soğuk Savaş döneminin yarattığı illüzyondan İsrail sonuna kadar faydalanmış ve saldırganlığından ötürü bedel ödemekten her defasında kurtulmuştu.
Son birkaç yıldır Türkiye bir büyük güç olarak Yakın Şark'ta sahici ve etkin bir dış politika izliyor.
Arap diktatörleri birer birer devriliyorlar ve hiçbir şey eskisi gibi olmayacak..
İsrail'in 60 yıldan fazla sürdürdüğü uzlaşmaz tutumundan vazgeçmesi gerekiyor.
Dünya kamuoyu da İsrail'in saldırganlığına son verilmesi ve Filistin meselesinin adil bir şekilde çözümlenmesi gerektiği konusunda hemfikir.
Her yerde olduğu gibi İsrail'de kökten bir değişim kaçınılmaz görünüyor.
Türkiye'nin kararlılığının bir 'jest' olmadığını İsrail'in idrak etmesi gerekiyor.
Ne dünya eski dünya, ne de Türkiye eski Türkiye.
İnsanlık vicdanı da İsrail'in hukuk tanımazlığını daha uzun süre kaldırmaz.
1980'de Türkiye yine İsrail'e mühlet vermişti!
“Mavi Marmara” gemisine saldırısıyla ilgili olarak İsrail “BM raporunu(Palmer Raporu)” geciktirmek için elinden geleni yaptı.
Türkiye İsrail'e beklediği adımları atabilmesi için açık kapı bırakmıştı.
İsrail ise şımarık tavrını sürdürmeye devam etti.
Kapıları kapatan yine İsrail oldu.
İsrail 1950'lerden beri hep aynı şekilde davranıyor.
“Palmer Raporu”nun resmen açıklanmadan önce basına sızdırılmasıyla birlikte Dışişleri Bakanı Ahmet Davudoğlu Türkiye'nin İsrail'e karşı yürüteceği önlemleri açıkladı.
“İkaz” ve “süre” aşamaları geride kalmıştı artık.
1980'de toplanan “İslam Konferansı Zirvesi” de İsrail'e kararından üç ay içinde geri dönmemesi halinde müeyyide uygulayacakları ikazında bulunmuştu.
Türkiye bu kararı desteklemişti.
“Süleyman Demirel Hükümeti” işbaşındaydı.
İsrail, işgal altında tuttuğu Doğu Kudüs'ü önce ilhak kararı almış ve ardından da “ebedi başkent” ilan etmişti.
Demirel hükümetinin kerhen destekçisi olan Necmettin Erbakan'ın Milli Selamet Partisi'nin de baskısıyla Türkiye İsrail'in kararını protesto etti.
Ağustos 1980'de Türkiye Tel Aviv'deki maslahatgüzarını geri çekti ve Kudüs'teki Başkonsolosluğunu kapattı..
Demirel hükümetinin tutumun yetersiz bulan MSP, CHP ile anlaşarak Dışişleri Bakanı Hayrettin Erkmen hakkında gensoru önergesi vermişti.
Demirel'in gensoruyu hükümeti için bir güvensizlik nedeni saymayacağını açıklamasıyla Erkmen'in ipi çekilmiş oldu.
Eylül ayı başlarında oylanan gensoru ne-ticesinde Erkmen bakanlıktan düşürüldü.
Oylamadan bir hafta sonra “12 Eylül 1980”de işbaşına gelen “askeri yönetim” de hükümetin İsrail'e karşı aldığı tutumu sürdürdü.
“İslam Konferansı”nın verdiği mühlet dolmuş ve İsrail yine bildiğini okumaya devam etmişti.
Üstelik İsrail, işgal altında tuttuğu “Golan tepeleri”ni ilhak eden bir yasa hazırlığını da açığa vurmuştu.
“Bülent Ulusu Hükümeti” maslahatgüzarlık seviyesinde tuttuğu diplomatik temsilci kadrosunu “İkinci Katiplik” düzeyine indirme kararı almış ve bunu 26 Kasım 1980'de İsrail'e resmen bildirmişti.
Aralık ayı başlarında Tel Aviv'deki askeri ve ticari ataşeler de geri çekilmiş ve böylece iki devlet arasındaki ilişkiler en alt düzeye indirilerek dondurulmuştu.
İsrail'in Ankara Büyükelçiliğinde bir tek İkinci Katip bırakılacak, İstanbul Konsolosluğundaki personel asgari kadroya indirilecek, ticari ataşeler ile basın enformasyon görevlileri de İstanbul'dan ayrılacaklardı.
Türkiye İsrail ile müzakereye açık bir durum kalmadığını, daha önce verilen sürenin de dolduğunu ve İsrail'in tutumunda herhangi bir değişiklik gözlenmediği için bu kararın alındığını belirtmişti.
Çok kısa bir süre önce Ankara'ya gelmiş bulunan İsrail Maslahatgüzarı da Dışişleri Bakanlığı'na henüz bir ziyaret de yapmamış olduğu için görevine resmen başlamış sayılma-yacağı bildirilmişti.
Ankara'ya göre Türkiye'nin aldığı tutum “Menahem Begin Hükümeti”nin uzlaşmaz politikasının bir ürünüydü.
Dışişleri Sözcüsü Oktay İşcan şu açıklamayı yapmıştı:
“İsrail'in taraf olduğu Ortadoğu anlaşmazlığında izlemekte olduğu uzlaşmaz politikadan ve Kudüs'ün yasal statüsü konusunda yaratmak istediği emrivakiden geri dönme niyetinde olmadığının görülmesi üzerine Türk hükümeti İsrail ile ilişkilerini sınırlandırmak ve karşılıklı temsil düzeyini düşürmek kararını almıştır. Keyfiyet 26 Kasım 1980 tarihinde İsrail hükümetine bildirilmiştir. Bu karar uyarınca karşılıklı olarak “geçici maslahatgüzar” unvanı ile görev yapacak bir “ikinci katip” dışındaki tüm diplomatik personel üç aylık bir süre içinde geri çekilecektir.”
İsrail'e göre ise Dışişleri Bakanı İlter Türkmen'in Suudi Arabistan'ı ziyaret ettikten sonra bu kararın alınması beklenmedik bir gelişme değildi.
Aynı pişkinlik, aynı umursamazlık..
Peki sonra?
Dışişleri Bakanı Mesut Yılmaz 1980'lerin sonlarına doğru New York'ta İsrail Dışişleri Bakanı Moşe Arens'le yaptığı bir görüşmede “Biz İsrail'de büyükelçilik açmayı düşünüyoruz” dedi.
ANAP Hükümeti “Ermeni tasarısı”nı engellemek için “Musevi Lobisi”nin desteğini almak istiyordu.
Bunun yolu İsrail'le resmi-diplomatik ilişkileri en üst düzeye çıkarmaktan geçiyordu.
Başbakan Turgut Özal önceki döneme kıyasla bir iyileştirme yaptı ama İsrail ile ilişkileri büyükelçilik düzeyine çıkarmak “Süleyman Demirel ve Erdal İnönü Koalisyonu”na kısmet olmuştu.
Sonrasını biliyorsunuz.
İsrail'in gizli savaşlarına Fransızlar destek vermişlerdi!
Ian Black ve Benny Morris'in birlikte kaleme aldıkları “İsrail'in gizli savaşları” isimli araştırmada, İsrail'in kuruluşunu takip ilk yirmi yıl içinde Fransız gizli servislerinin İsrail'e verdiği destek anlatılıyor. Buna göre Kuzey Afrika'daki Fransız sömürgelerine karşı bağımsızlık mücadelesi veren kurtuluş hareketlerine karşı İsrail ve Fransız servisleri işbirliği yaptılar. İsrail'in nüfus ve askeri yapısını güçlendirmek amacıyla Kuzey Afrika'daki Musevilerin gizli operasyonlarla İsrail'e göç ettirilmelerinde Fransız gizli servisleri rol oynadı. Fransa, İsrail ve Fas gizli servislerine mensup ajanlar Faslı muhalif lider Mehdi ben Barka'nın Paris'te kaçırılarak öldürülmesi olayını da birlikte planlamışlardı.
“The Guardian” gazetesinin Ortadoğu editörü Ian Black ve Ben-Gurion Üniversitesi Tarih profesörü Benny Morris'in kaleme aldığı “İsrail'in gizli savaşları” isimli araştırmada İsrail gizli servislerinin bölgedeki faaliyetleri anlatılıyor.
Araştırmanın yazarları gizli kalmış raporları ve özel günlükleri kullanarak İsrail gizli servislerinin başta Fransa olmak üzere gizli servislerle kurdukları kirli ilişkilere de ışık tutmuşlar. Araştırmaya göre İsrail ve Fransız gizli servisleri arasındaki ilişki “stratejik” bir ilişkiydi.
Devletlerin birbirlerine karşı niyetleri ve planları da hiç şüphesiz devletlerin gizli faaliyetleriyle anlaşılıyor.
Gizli servis faaliyetlerini bir yüzü o yana, bir yüzü bu yana bakan iki yüzlü Roma tanrısını simgeleyen Janus'a benzetmek de mümkün. Roma paralarında yer alan Janus resminde yüzlerden biri kentten içeri girenlere, öteki ise kentten çıkanlara bakar. Böylece kent güvenlik içinde yaşamasını sürdürür.
Bu yüzden gizli servislerin örtülü operasyonlarını anlatan araştırmalar, hatıratlar yakın tarihin olayları hakkında daha gerçek bilgiler sunuyor. Örneğin, Siyonist terör örgütleri Filistin'deki İngiliz manda yönetimine karşı savaşırken, aynı örgütler bir taraftan da İngiliz gizli servisleriyle ilişki içerisindeydiler.
Sonuçta, gizli ilişkilerle tasarlanan planlar galip gelmişti.
MOLLA BARZANİ'Yİ KAHREDEN GERÇEK
Gizli servislerle siyasi hareketlerin ilişkileri her zaman siyasi hareketlerin amaçlarının tamamlanması gibi bir sonuç verdiği de söylenemez. Çünkü bu tür ilişkiler taktik seviyede kaldıklarından stratejik değillerdir.
1970'lerde İsrail'in Kuzey Irak'taki Kürt gruplara destek vermelerindeki amaç Irak ordusunun yıpratılmasıydı. Aynı şekilde İran kendi Kürtlerine göz açtırmazken Irak Kürtlerine verdiği destek de “düşmanımım düşmanı dostumdur” çerçevesinde kalan taktik bir ilişkiydi.
İran ve Irak bir sınır sorununun çözümü konusunda anlaşmazlığa vardıklarında Kürtlere verilen destek de son bulmuştu. Böylece Irak 1975'de Kürt isyanını bastırmıştı.
İran ile birlikte Kürtlere destek veren ABD'nin Dışişleri Bakanı Henry Kissinger de Molla Mustafa Barzani'nin yardım taleplerine kulak tıkamıştı. “CIA” Başkanı William Colby, “Kürtlere ne olacak” diye sorduğunda Kissinger'den “Gizli servis operasyonları misyoner çalışması değildir” cevabını almıştı.
İran da, Amerika da, İsrail de “inek öldü ortaklık bitti” diyerek Kürtleri Saddam'ın karşısında yalnız bırakmışlardı. Molla Mustafa Barzani de Amerika'da yalnız ve hasta bir adam olarak ölmüştü.
Fransızların Lübnan'da Maruni hıristiyanlarla kurduğu ilişki yüzyıllar öncesine kadar giden tarihsel arkaplana sahipti ve bu yüzden stratejik bir ilişkiydi. Buna karşın İngilizlerin Lübnanlı Dürzilerle kurduğu ilişki ise hep taktik mahiyette kalmıştı.
Aynı şekilde Fransızların, Birinci dünya savaşının sonrasında Suriye'nin omurgasını teşkil eden Sünni grubu zayıflatmak amacıyla “Nusayriler” ve “Dürziler”le kurdukları ilişki de keza taktik düzeydeydi. Yani, işlerine geldikleri sürece kullandıkları bir ilişki türüydü.
CEZAYİR'LİLERİ İHBAR ETTİLER
İsrail'in gizli savaşları kitabında örneklerle anlatıldığına göre 1950'lerde Fransa İsrail'in en yakın müttefikiydi. Bu stratejik ilişki 1960'ların ortasında zirvedeydi.
1950'lerde Süveyş istilasından birkaç hafta önce İsrail Savunma Kuvvetleri istihbaratından Yehoşafat Harkabi ile Fransa gizli servisi “SDECE”nin başkanı Pierre Bouriscoıt Paris'te yaptıkları bir toplantıda anlaşmaya varmışlardı. Harkabi bu toplantıyla birlikte Fransa'nın İsrail askeri istihbaratına bütün kapılarını açtığını söyleyecekti.
İşbirliği başta Mısır ve Cezayir olmak üzere Arap dünyasını kapsıyordu. İsrail Kuzey Afrika'da Yahudi diasporasından elde ettiği mahrem bilgileri Fransa ile paylaşmaya başlamıştı. 1954'de Cezayir isyanı patlak verdiğinde İsrail gizli servisleri Fransa'ya paha biçilmez istihbarat ve operasyonel bilgiler sağlayacaktı.
İsrail, “Cezayir Milli Kurtuluş Cephesi” liderlerinden Ahmet Ben Bella ve arkadaşlarının isyanda oynadıkları rollerin yanı sıra bu liderlerin yolculukları , isyanı yönetme tarzları ve gerillalara silah sevkiyatı gibi konularda Fransa'ya başka yollardan elde edemeyecekleri çok kıymetli bilgiler yağdırmıştı.
Bunun karşılığında Fransa ise İsrail'in bir savaş aygıtına dönüştürülmesine büyük katkılar sağlayacaktı. Fransa İsrail'in ilk sıradaki silah tedarikçisi rolünü üstlenmişti.
AZ KALSIN DE GAULLE'Ü ÖLDÜRECEKLERDİ!
Mısır'daki Albay Nasır yönetimi Cezayirli direnişçilere yardım ediyordu.
İsrail askeri istihbaratının verdiği bilgiler sayesinde 1956 ortalarında Mısır'ın İskenderiye limanından hareket eden “Athos” adlı Sudan bayraklı bir gemi Fransızlar tarafından durdurulmuştu. Gemide üçbin Cezayirliyi donatacak ölçüde 70 ton silah bulunmuştu.
Bu olaydan bir hafta kadar sonra Fransız uçakları Cezayir üzerinde, Fas'tan Tunus'a uçan Ahmet Ben Bella'nın uçağını kaçırmışlardı. Bella ve arkadaşları 1956'dan 1962'ye kadar Fransa'da cezaevinde tutuklu kalmışlardı.
Öyle ki İsrail Cumhurbaşkanlarından Şimon Peres 1955'de “Gazze şeridinde ölen her Mısırlı gibi Kuzey Afrika'da öldürülen her Fransız da, bizimle Fransızlar arasındaki bağları biraz daha güçlendirdi” diyecekti.
Mart 1961'de eski bir Fransız subayı, Paris'teki İsrail Büyükelçiliğinde görevli askeri istihbarat yetkilileriyle temasa geçmişti. Fransız subayı, İsraillilerden bir Arap ajanlarını kullanarak Fransa Cumhurbaşkanı Charles de Gaulle'yi öldürmelerini istemişti.
Gaulle tasfiye edildiği takdirde yeni Fransız yönetimi İsrail'e ihtiyaç duyduğu bütün silahları verecekti. İsrail askeri istihbaratı bu teklifi kabul etmeye hazırdı ama İsrail'in yöneticileri bunun yerine Gaulle'yi uyardılar. Sözkonusu Fransız subayı yargılanarak idam edildi.
Paris'teki İsrail Savunma Kuvvetlerinin kıdemli askeri ateşesi Uzi Narkiss daha sonra şöyle diyecekti:
“Fransa dünyada, gizli servisle İsrail arasındaki bağlantıların İsrail Savunma Kuvvetleri vasıtasıyla yürütüldüğü tek ülkeydi”.
MOSSAD'A MAĞRİP DESTEĞİ
Mossad'ın 1950'lerde, 1960'larda Kuzey Afrika'da yürüttüğü gizli operasyonlara destek veren de Fransız bağlantısı olmuştı. Bu operasyonların en önemlisi “gizli göç” operasyonlarıydı. Fransız sömürgesinden kurtulan Arap ülkelerinde yaşayan Musevilerin İsrail'e göçürülmesinde en büyük rolü Fransızlar oynamıştı.
İsrail için bu göçler hayati önemdeydi, hem Filistin'in nüfus yapısını bozuluyordu, hem de her gelen Musevi Araplara karşı savaşan bir asker oluyordu. Bu yüzden yeni kurulan Arap rejimleri göçü önlemeye çalışıyorlardı.
Siyonistler göç operasyonları için Kuzey Afrika'da gizli Yahudi savunma teşkilatı olan “Misgeret”i kurmuşlardı. Fas'taki Fransız sömürge yönetimi de Misgeret'e koruma sağlamıştı. Misgeret'in Cezayir, Tunus ve Fas'taki üyeleri İsrail ve Fransa'daki eğitim kurslarında askeri eğitim alıyorlardı.
Sömürge sonrasında Fas Kralı II. Hasan da Fransızların baskısıyla İsrail'in göç politikasına destek verdi. Fas'taki yüzbin kadar Musevinin İsrail'e intikali Kral Hasan'ın verdiği pasaportlare sayesinde gerçeklemişti. Mısır'daki Musevilerin İsrail'e kaçırılmasıyla ilgili operasyonlarda da Mossad, “Fransız Yabancılar Lejyonu”nun örtüsüne bürünmüştü.
Tunus'teki Musevi toplumu da işgalci Fransız yönetimini desteklediklerinden Araplarla araları açılmıştı. Tunus'taki Museviler Fransız ordusunun koruması altında Tunus'tan çıkabilmişlerdi.
Uzun lafın kısası, Kuzey Afrika'da İsrail ve Fransız gizli servisleri arasındaki strattejik ilişki çeşitli alanlarda devam etti. Bu ilişkinin zarar gören tarafı Araplar olmuştu. Yakın Doğu'yu zehirleyen Siyonist savaş aygıtının teşekkülünde Fransızlar çok önemli bir rol oynamışlardı.
Faslı muhalif lider Ben Barka'yı kaçırarak öldürdüler..
“İsrail'in gizli savaşları” kitabında detayları anlatılan bir başka gizli operasyon da Fas'lı muhalif lider ve yazar Mehdi ben Barka'nın İsrail ve Fransız gizli servislerinin işbirliğiyle kaçırılarak Fransa'da katledilmesiydi.
“Ben Barka Olayı”, hem İsrail, hem Fransa'da soruşturma konusu olmuştu. Olay yüzünden “Mossad”ın başı belaya girmiş ve İsrail gizli servisler arasında bir krizin çıkmasına sebebiyet vermişti.
1961'de Fas'ta Kral II Hasan'ın tahta çıkışından sonra İsrail ve Fas istihbaratları arasında “özel bir ilişki” kurulmuştu.
Mısır devlet başkanı Albay Cemal Abdünasır her iki ülkenin de baş düşmanıydı.
Fas istihbarat servisinin elamanları da İsrail tarafından eğitiliyorlardı. Kralın İçişleri Bakanı ve gizli sersivinin başı General Muhammed Oufkir, 1965'de Mossad'dan David Kimche tarafından gizlice İsrail'e götürülmüştü..
General Oufkir, kısa bir süre sonra Mossad'dan muhalif lider Mehdi Ben Barka'nın yakalanarak öldürülmesini istemişti.
Ben Barka, Kral Hasan'ın eski özel hocasıydı ve bir süre “Milli Danışma Kurulu”nun başkanlığını yürütmüştü. Kralı devirerek Fas'ta demokratik bir rejim kurmak istemiş ve bu yüzden gıyabında iki kez yargılanarak idama mahkum edilmişti.
İsrail, Fas ve Fransız ajanları İsviçre'de sürgünde yaşayan Ben Barka'yı takibe almışlardı. Mossad'ın bir planıyla kandırılarak Paris'e getirilen Ben Barka 29 Ekim 1965'de Fransız ve Fas ajanları tarafından kaçırıldı. Barka, yasadışı işler çeviren bir zengin Fransızın Paris banliyösündeki villasında işkence altında sorgulanarak öldürüldü.
Önce villanın bahçesine gömüldü ve sonra da cesedi çıkarılarak Seine nehri kenarındaki bir mezarlığa nakledildi. Barka'nın kaçırıldığı ortaya çıkında Fransız parlamentosunda muhalefet partileri harekete geçtiler. Cumhurbaşkanı De Gaulle de büyük bir soruşturma başlattı.
De Gaulle bu fırsattan yararlanarak, Fransız gizli sersivi “SDECE” içindeki, “Cezayir Fransız” günleri sırasında “OAS(Cezayir gizli ordusu)” ile işbirliği yapmış olan sağcıları temizledi. Daha sonra iki dava daha açıldı ve bizzat Barka'nın sorgusuna katılan General Oufkir gıyabında mahkum edildi.
Fransızlar olayda İsrail'in rolü olduğunu biliyorlardı, ama servisler arası işbirliği nedeniyle konu kapatılmıştı. İsrail'de de bu operasyonun 1956'dan beri İsrail dış politikasının temel taşı olan İsrail-Fransız ilişkilerine zarar verdiği öne sürüldü.
Bu ilişkilerin önemli bir parçası, Fransa'nın İsrail'in ana silah tedarikçisi olmasıyla ilgiliydi ve eleştirilere göre bu konu tehlikeye atılmıştı. Eleştiriler üzerine Mossad, Faslı ajanlara sadece bir pasaport ve bir kaç araç sağladığını iddia edecek ama Barka olayındaki rolünün bunlarla sınırlı olmadığı daha sonra ortaya çıkacaktı.
Barka Olayında Mossad'ta emri kimin verdiği bir sır olarak kalmıştı, çünkü konu kapatılmıştı. Eylül 1966'da Mossad çevresindeki iç çekişmenin bir yansıması olarak “Ben Barka olayı”na ilişkin hikaye, sansasyon uyandıran, yarı-pornografik, haftalık “Bul” dergisine sızdırıldı. Dergi toplatılmış ve iki editörü de casusluk yasasına göre yargılanarak bir yıl hapis cezasına çarptırılmışlardı.
Sıkı sansüre rağmen gerçek meydana çıktı, Şubat 1967'de “New York Times”, hikayenin perde arkasındaki gerçekleri yayımladı. Herşey gün gibi ortadaydı, Fransız, İsrail ve Fas gizli servisinin ortaklığıyla bir muhalif lider yok edilmişti.
“Sahte bayrak” operasyonları..
Geçenlerde nükleer uzmanı bir bilim adamının Tahran'da öldürülmesi olayıyla ilgili tartışmalarda ilginç bir ayrıntı ortaya çıkmıştı. Buna göre İsrail ajanları “CIA ajanı gibi görünerek” İran'daki rejim karşıtı terörist gruplarla bağlantı kurmuştu.
Mossad ajanları bazı örgüt üyeleriyle Londra'da temas kurmuşlar, Amerikan doları ve pasaportları kullanarak kendilerini “CIA ajanları” olarak tanıtmışlardı. İran'da onlarca insanın öldüğü patlamalar da bu örgüt tarafından gerçekleştirilmişti.
Mossad'ın CIA paravanası altında yaptığı işleri öğrenen dönemin ABD Başkanı George W. Bush deliye dönmüştü.
“Foreign Policy” dergisine açıklama yapan “Beyaz Saray” ve “CIA”dan bazı yetkilier İran'daki suikat ve bombalama eylemleriyle ABD'nin ilgisinin bulunmadığını belirterek Mossad'ın CIA paranavasını kullanmalarını sert şekilde eleştirmişlerdi.
İlk kez olmuyordu bu, Mart 1987'de Mossad ajanlarının sahte İngiliz pasaportu kullanmaları da İngiltere'de skandala yol açmıştı. Batı Almanya'da bir telefon kulübesinde bulunan ve çok iyi hazırlanmış sekiz sahte pasaportın Bonn'daki israil Büyükelçliğinden çıktığı anlaşılmıştı.
İngilizler tam yedi kez İsrail'den bu tür olayların gerçekleşmeyecepğine ilişkin garanti istemişler ama her zaman da yarım ağızla bir garanti almışlardı. “İsrail'in gizli savaşları” kitabında Mossad'ın daha sonra da düşman teşkilatlara sızma ve ajan kullanma operasyonlarında kullandığı tekniklerin net olarak ortaya çıktığı örnekleriyle anlatılıyor.
Düşman teşkilatlara ve bilhassa “FKÖ”ye sızılarak gerçeekleştirilen eylemlerin amacı da bu teşkilatları diğer ülkeler nezdinde zora sokmaktı. Öte yandan Filistinli grupları biribirine düşürmek amacıyla da “sahte bayrak” operasyonları da gerçekleştiriliyordu.
Kitapta yer alan bir analize göre, FKÖ'nün en önemli adamlarından “Ebu İyad”ın Tunus'ta öldürülmesi de bir “sahte bayrak” operasyonuydu. Ebu İyad'ı öldüren Filistinli Hamza Ebu Zid, sansasyonel eylemlere imza atan ve diğer Filistinli gruplar tarafından kuşkuyla karşılanan “Ebu Nidal”in örgütündeydi.
Güya Ebu Nidal'ın örgütünden ayrılarak El Fetih'e geçmişti.
Ebu Zid, yapılan sorgusunda Ebu Nidal adına çalıştığını itiraf etmişti ama bazı analizcilere göre durum farklıydı. Katil, Ebu Nidal'in talimatını uyguladığını sanırken, aslında farkında olmadan gizli bir İsrail emrini yerine getiriyordu.
1985'de Yeni Zelenda'nın “Auckland” limanında demirleyen, Fransa'nın nükleer denemelerini engellemeye çalılşan çevreci “Rainbow Warrior” gemisini kundaklayarak bir Portekizli fotoğrafçının ölmesine sebebiyet veren Fransız ajanları da hatırlayacağınız gibi İsviçre pasaportları kullanmışlardı. Herhalde İsrailliler Fransızlardan ziyadesiyle esinlemiş olmalılar.
Siyonistler 'Haçlı ruhu'nu geri çağırıyorlar!
Hazreti peygamberimize hakaret eden korsan filmle başlayan İslam karşıtı saldırıya Siyonist bir grubun müslümanları vahşilikle niteleyen afişleri eklendi. Fransa'da ise sözde bir mizah dergisi, Peygamberimize hakaret içeren karikatür yayınlayarak yangını körükledi. Bütün bunlar insanlığa karşı küresel çapta bir tuzağın hazırlandığı hissi veriyor. Batı dünyasını müslümanlara karşı kışkırtmayı amaçlayan Hıristiyan Siyonistler tarihin en utanç verici sahnelerine imza atan 'Haçlı ruhu'nu geri çağırıyor. Oysa Papa II. Urbanus'un 1095'de ilan ettiği Haçlı Seferleri'nin ilk mağdurları Avrupa'daki Yahudiler olmuştu. Kudüs'e giren Frenkler Müslümanları ve Yahudileri de kılıçtan geçirmişdi.
Peygamberimize hakaret eden korsan filmden sonra Fransa'da 'Charlie Hebdo' dergisi kışkırtıcılık bayrağını devraldı. Bu da yetmezmiş gibi Amerika'da Siyonist bir grub, Müslümanları barbar olarak niteleyen bir afişi metro istasyonlarına asarak yangını körüklüyor.
Afişte yer alan ibare şöyleydi:
'Savaşta medeni insan ile vahşi insan arasında medeni insanı destekle. İsrail'i destekle, cihadı yenilgiye uğrat'.
Meğer 'Amerikan Özgürlüğü Savunma Girişimi' isimli bir Yahudi grup tarafından hazırlanan afişler daha ağustos ayından itibaren gündemdeymiş. Metro idaresi afişlere izin vermeyince, grup mahkemeye giderek lehte bir karar çıkartmış.
Batı dünyasını adeta yeni bir 'Haçlı Seferi'ne kışkırtmayı amaçlayan afişler, düzmece film ve sözkonusu karikatür saldırısıyla birarada düşünüldüğünde küresel çapta sinsi bir tuzağın varlığı hissediliyor.
Elbette ne Müslümanlar, ne de Haçlı seferlerinin utancını yaşayan şuurlu Batılılar, ne de Haçlı Seferleri'nde kıyıma uğratılan aklıselim Museviler bu denli çirkefçe kurulan tuzağa düşmeyecekdir.
MÜSLÜMAN?YAHUDİ AYIRMADILAR
Papa II. Urbanus'un 1095'de Fransa'da Haçlı Seferleri çağrısında bulunmasının ardından Kudüs'e doğru yola çıkan kışkırtılmış kalabalıklar Avrupa'daki Yahudi toplulukları kadın, erkek, yaşlı çocuk demeden katliamlara maruz bırakmışlardı.
'Tapınak şövalyeleri' başlıklı kitabında Piers Paul Read şunları yazmıştır:
'Haçlı seferi bir felaketle başladı. (..)Gottschalk adlı bir rahip ve Leinigen'li Kont Emich adlı alt düzey bir baron önderliğindeki Alman birlikleri Ren boyunca ilerlerken, Trier ve Köln gibi kentlerde karşılaştıkları Yahudi cemaatlarine saldırdılar. Bu, olasılıkla, bir zamanlar sanıldığı gibi disiplinsiz bir kalabalık değildi. Bu ordularda, Batı Avrupa'nın her yerinden gelmiş, deneyimli komutanlar önderliğindeki savaşçılar bulunmaktaydı. Ama Müslümanlarla Yahudiler arasındaki mantıklı bir ayrım yapmaktan acizdiler; Filistin seyahatini finanse etmek için hiç kuşkusuz, yol üstünde talana başvuracaklardı ve Haçlı seferini ancak, kendilerini Doğu'daki Hıristiyan dindaşlarının çektikleri çilelerin öcünü almakla yükümlü kılacak, tanıdık kan davası kavramları çerçevesinde düşünebilirlerdi. Sonuçta, bir dizi kıyım yaşandı-katliamlar, zorla din değiştirtmeler ve Zelotların on iki yüzyıl önce Masada'da yaptıkları gibi, Yahudilerin inançları uğruna topluca intihar etmeleri (Kiddush-ha-shem).'
Hıristiyan vakanüvis Aix'li Albert'in anlattığı gibi Mainz'li Yahudiler azgın Haçlı güruhunun eline düşmektense birbirlerini öldürmeyi tercih etmişlerdi. Bu acımasızlıklar Ren bölgesiyle kısıtlı kalmamış, güzergah üzerinde olmayan Prag gibi uzak yerlerde bile Haçlılar
Yahudilerin peşine düşmüşlerdi, öldürmek ve yağmalamak için.
Katliamlar sadece Yahudilerle sınırlı değildi, gözü dönmüş güruh Macaristan'da da ?herhalde barbar Hun kanı taşıdıkları için olsa gerek? yerli halkı yağmalamaya başlamıştı. Ne var ki sert kayaya çarpmışlardı, 'Haçlılar Çağı' kitabında P. M. Holt'un aktardığı gibi Macarlar Haçlıları böcek gibi ezmişler, çok azı kurtularak İstanbul'a ulaşabilmişti.
KUDÜS'Ü TAR U MAR ETTİLER!
Haçlı orduları sadece Yahudileri ve Müslümanları değil, Roma ve Bizans'ın öğretilerini takip etmeyen Anadolu ve Suriye'deki yerli hıristiyanları da katlederek Kudüs önlerine varmışlardı.
1099'un Temmuz ayı ortalarında Kudüs'e giren Haçlılar birkaç gün içinde kenti baştan aşağı talan ettiler, yakıp yıktılar. Kadın erkek, yaşlı çocuk bütün müslümanlar kılıçtan geçirildi.
Kudüslü Yahudiler de katliamdan paylarını düşeni almışdı. Amin Maalouf'un 'Arapların Gözüyle Haçlı Seferleri' kitabında belirttiği gibi Kudüs yahudilerinin kaderi de korkunç olmuştu. Yahudi cemaati dua etmek üzere en büyük havrada toplanmıştı. Frenkler havranın çıkışlarını kapatmış, sonra etrafına odun yığıp ateşe vermişlerdi. Dışarı çıkmaya çalışanlar da Frenklerin kılıç darbeleriyle can vermişidi.
'Tapınak Şövalyeleri' kitabında Piers Paul Read ise Haçlıların gerçekleştirdiği katliamları Roma'nın Kudüs'te yaptıklarına benzetiyor:
'Zaferden başları dönen ve hala savaş tutkusuyla yanıp tutuşan Haçlılar, tıpkı bin yıl önce Titus'un lejyonerlerinin yaptıkları gibi, kentin sakinlerinin kurbanlarını yaşlarına ya da cinsiyetlerine bakmadan katlettiler. (..)Kudüs yahudileri canlarını kurtarmak için sinagoga Kaçtılar. Ama Haçlılar sinagogu ateşe verdiler: Yahudiler diri diri yandı.'
HIRİSTİYANLAR BİLE DEHŞETE KAPILDI!
Haçlı işgali sırasında Kudüs'te kaç bin kişinin can verdiği konusunda farklı rivayetler sözkonusu. En makul yorumu 'Haçlı Seferleri Tarihi' kitabında Prof. Steven Runciman yapmıştır:
'Kudüs'teki kanlı katliam bütün dünyada derin akisler uyandırdı. Kurbanlarının sayısı hakkında kesin bir rakam verilemez; bilinen cihet bütün Müslüman ve Yahudi sekenenin öldürülmüş olduğudur. Hıristiyanların bir çoğu bile böyle menfur bir davranıştan dehşet duydular. O vakte kadar Frankları, zamanın karmakarışık siyaset yumağının bir ilmeği gibi kabule eğilimli olan müslümanlara gelince, bunlar, bu canileri bu ülkeden sürüp çıkarmak hususunda kesin karara vardılar. İslamın taassubunu yeniden körükleyen, hıristiyan taassubunun kaniçiciliğinin bu şekilde ispat edilmesi oldu. Daha akıllı Latinler, daha sonraki zamanlarda, Doğu'da Hıristiyan ve Müslümanların işbirliği için bir
temel bulmaya çalışırlarken, bu katliamın
acı hatırası daima aşılmaz bir mania olarak önlerine dikildi.'
Papa II. Urbanus'un çağrısı hıristiyan yığınlarının gözünde müslümanları şeytanlaştırmıştı. Şeytanlaştırılan, ötekileştirilen ve yok edilmesi gereken topluluklar arasında yahudiler ile Doğu hıristiyanları da yer almıştı. Haçlı seferlerinde kendilerine esin kaynağı bulan Siyonistler ve destekçisi neo-conlar ise dünyayı yeniden din savaşlarına boğmak istiyor. İnsanlık alemi bu fitneye kesin bir kararlılıkla dur demedikçe vazgeçmeyeceklerdir.
Kudüs, Hazreti Ömer ve Selahaddin
Kudüs en huzurlu dönemlerini müslüman idareciler döneminde yaşadı. Müslüman fatihler Kudüs'teki Hıristiyan ve Yahudilerin dini geleneklerine ve kutsal emanetlerine saygıda kusur etmedi. Hazreti Ömer'in Kudüs'e girişiyle, Selahaddin Eyyubi'nin Kudüs'e girişi arasında fark yoktur.
1099'te Frenkler Kudüs'ü mahvetmiştiler, şimdi Siyonistler şehri İslam'ın nişanelerinden arındırmaya çalışıyor. 'Arapların Gözüyle Haçlı Seferleri' kitabında Amin Maalouf bakın ne diyor:
'İstilacıların tahrip ettikleri anıtların arasında, Kudüs'ü 638 Şubatında Rumlardan alan ikinci Halife Ömer İbn-i Hattab adına yapılmış Ömer Camii de bulunmaktadır. Ve Araplar bunu izleyen süre içinde, kendi davranışlarıyla Frenklerinki arasındaki farkı açığa çıkarmak üzere bu örneği sık sık hatırlatacaklardır... 638 Şubatında Halife Ömer, ünlü beyaz devesinin sırtında kente girmiştir ve kentin Rum patriği ona doğru yaklaşmaktadır. Halife, sözlerine bütün kent halkının can ve mallarının güvencede olduğuyla başlamış, sonra patrikten kendini hıristiyanlığın kutsal yerlerini gezdirmesini istemiştir. İsa'nın mezarındayken (Kıyama, Kutsal Kabir) ibadet saati gelmiştir. Ömer patriğe, namaz kılmak için seccadesini nereye serebileceğini sormuştur. Patrik ona yerinde kılabileceğini söyleyince, Halife 'eğer bunu yaparsam, yarın müslümanlar, Ömer burada namaz kıldı, diyerek buraya sahip çıkmak isterler' cevabını vermiştir. Ve seccadesini alıp, namazını dışarıda kılmıştır. Doğruyu görmüştür, çünkü adını taşıyacak olan cami tam da burada inşa edilmiştir. Frenk şefleri, ne yazık ki bu gönül yüceliğine sahip değillerdir. Zaferlerini, tarifi olanaksız bir katliamla kutlamışlar, sonra saygı duyduklarını iddia ettikleri kenti vahşice yağmalamışlardır.'
Haçlıların Kudüs'teki dindaşları bile vahşetten kurtulamamışdı. Müslüman fatihlerin saygı gösterdikleri eski bir gelenek uyarınca ayinlerini birarada yapan Doğu Hıristiyan mezheplerine mensup papazları Frenk işgalciler 'Kutsal Kabir Kilisesi'nden kovmakla kalmamışlar, onlara işkence yaparak kutsal emanetleri de ellerinden zorla almışlardı.
Hazreti Ömer'den 549 yıl sonra Selahaddin Eyyubi de Kudüs'e aynı ruhla girmişti. 20 Eylül 1187 günü Kudüs'ü kuşatan Selahaddin, 2 Ekim'de kente girdiğinde tek bir hıristiyanın burnu kanamadı, hiçbir kutsal mabed zarar görmedi. Oysa Frenkler 1099'te gerçekleştirilen katliamlara bir misilleme yapılabileceği korkusu içindeydiler.
Kudüs'ün teslim olması halinde Selahaddin kimseye bir zarar gelmeyeceği sözü vermişti. 1099'da Frenkler de söz vermişlerdi ama sözlerinde durmamışlardı. Korku içinde bekleyen Frenkler Selahaddin'den alicenaplıktan başka bir şey görmediler. Hatta Selahaddin, vaat ettiklerinin bile ötesine geçmişti. Frenk yaşlılarının, dul ve yetimlerinin fidyelerini bağışlamakla kalmamış, onlara şehri terketmeden önce çeşitli armağanlar vermişti.
Fidyelerini ödeyen zengin Frenkler şahsi mal ve varlıklarıyla şehirden ayrıldıkları gibi, papazlar da kiliselere ait değerli eşyaları yanlarında götürmüşlerdi. Selahaddin'in cömertliğini abartılı bulan yakınları, ondan bir parça taviz vermesini istemişlerdi. Selahaddin ise, 'İmzaladığımız anlaşmalara harfiyen uymalıyız, böylece hiç kimse müminleri anlaşmalara ihanetle suçlayamaz' demişti. Kudüs'ün yeniden fethedilmesini Yahudiler sevinçle karşılamışlardı, Frenkler tarafından gaspedilen haklarını geri almışlardı.
Selahaddin'in Kudüs'ü fethi ile Frenklerin Kudüs'ü işgali arasında dağlar kadar fark vardı. Selahaddin Kudüs'ü altın yığmak veya intikam almak için fethetmemişti. O, Müslüman, Hıristiyan veya Yahudi olsun, herkesin huzur içinde ibadetini edebileceği, mahremiyetlerini koruyabileceği, can ve mal emniyetlerini muhafaza edebileceği bir Kudüs vermişti. 9 Ekim 1187 günü El Aksa Camii'ndeki cuma hutbesinde Kadı Muhiddin el-Zeki'nin vurguladığı gibi, Selahaddin, müslüman ulusa saygınlığını yeniden kazandırmıştı.
Papa Urbanusların ilginç kaderleri
Haçlı Seferleri ilan ederek 'din savaşları' maskesi altında insanlık tarihinin en büyük kıyımlarına sebebiyet veren Papa II. Urbanus'un en büyük hayali sağlığında Kudüs'ün müslümanların elinden alındığını görmek idi.
Papa II. Urbanus 1095'de Fransa'nın Clermont kentinde Haçlı seferini tetiklemiş, hıristiyanlardan biribirlerini öldürmek yerine müslümanları öldürmelerini istemişti. Çünkü Tanrı öyle istiyordu ve kutsal savaşa katılanların günahlarını bağışlayacaktı! Haçlılar Avrupa'da Yahudileri katletmekle işe başlamışlar, kıra kıra, kırıla kırıla ilerleyerek Kudüs'e girmişlerdi.
Tarihçi Steven Runciman'ın ifadesiyle, uzaklarda, İtalya'da, Haçlı seferinin baş tertipçisi hasta yatmaktaydı. 29 Temmuz 1099'da, savaşçılarının Kutsal Şehir'e girişlerinden iki hafta sonra, fakat haberin kendisine ulaşmasından önce Papa II. Urbanus Roma'da ölmüştü.
Tarihin cilvelerinden olsa gerek, 88 yıl sonra, Selahaddin Eyyubi Kudüs'ü kuşattığında Papalık tahtında III. Urbanus oturuyordu. Selahaddin'in Kudüs'e girdiği 2 Ekim günü müslümanlar Peygamberimizin Miracını kutluyordu. Miraç ve fetih, her ikisi Kudüs'le ilgiliydi ve Allah'ın takdiriyle aynı güne denk düşmüş idi. Haberciler Kudüs'ün düştüğünü haber verdiklerinde Papa III. Urbanus Roma'da hasta yatıyordu. Acı haber durumunu daha kötüleştirmişti. Tarihçilerin bildirdiğine göre Papa, 20 Ekim 1187 günü kederinden ölmüştü.
Hatırladıklarım..
İsrail BM falan takmıyor. BM'ye ait sığınma evlerini ve okullarını vuruyor.
Kadınlar, çocuklar ve masum siviller ölüyor.
Daha 1948'de arabuluculuk için BM tarafından görevlendirilen İsveç Kralı V.Gustaf'ın yeğeni Kont Folke Bernadotte ve yardımcısı Fransız Hava kuvvetleri albaylarından André-Pierre Serot ile Kudüs'te Yahudi teröristler tarafından öldürülmüştü.
İkinci Dünya Savaşı yıllarında İsveç Kızıl Haç teşkilatının başında olan Bernadotte Alman toplama kamplarından yirmi bin kişiyi kurtarmıştı.
Ne oldu peki?
Bernadotte Arap mültecilere, artık İsrail Devleti'nin parçası durumuna gelmiş bulunan yurtlarına dönme izni verilmesini önerdiği için Yahudi terör örgütleri tarafından kara listeye alındı.
Sonrasını biliyorsunuz.
***
1956'da Türkiye Tel Aviv elçisini geri çekmişti.
Dışişleri Bakanlığı yaptığı açıklamada şöyle diyordu:.
“Yakın şarkta çok esaslı bir huzursuzluk ve tehlike unsuru olmakta devam eden bu meselenin elan halledilmemiş olmasını esefle kaydeden Türkiye hükümeti, Filistin işi adilane ve nihai surette bir hal şekline raptedilinceye kadar vazifesi başına avdet etmemek üzere, Tel Aviv'deki elçisini geri çağırmağa karar vermiştir.”
1952'de askeri darbeyle iş başına gelen Mısır Devlet Başkanı Nasır'ın yardımcısı Enver Sedat Türkiye'nin Tel Aviv elçisini çekmesini yeterli bulmadıklarını açıklamıştı.
Aynı Enver Sedat “Camp David” anlaşmasıyla İsrail ile masaya oturmuştu.
Enver Sedat'ın halefi Hüsnü Mübarek ise Refah kapısını kapatarak İsrail'e destek veriyor.
Türkiye 1967 savaşında da İsrail karşısında bir tutum izledi.
Süleyman Demirel Hükümeti NATO üslerinin Arap ülkelerine girişilecek bir müdahalede kullanılmayacakları güvencesi vermişti ayrıca.
Aynı Türkiye kuvvet istimali suretiyle arazi kazancı sağlanması veya pozisyon takviyesi yoluna gidilmesine de karşı olduğunu bildirmişti.
Açıklamanın hedefi İsrail'di.
Türkiye bugün olduğu gibi 1967'de de İsrail'le savaşmış Arap ülkelerine derhal yiyecek giyecek ve ilaç yardımında bulunmuştu.
Öyle ki Türkiye Kudüs'ün İsrail tarafından statüsünün değiştirilmemesi için BM'ye sunulan tasarının sunucuları arasındaydı.
Türkiye İsrail'in 1967 öncesi sınırlarına çekilmesini öngören BM kararını da Arap ülkeleriyle birlikte desteklemişti.
***
Hatırladıklarım bu kadar değil..
Türkiye ABD'nin Arap ülkeleriyle kesilmiş olan diplomatik ilişkilerini Türkiye aracılığıyla yürütülmesi önerisine yanaşmamıştı.
Ayrıca Ekim 1968'de Doğu Akdeniz'de ABD ile birlikte yapılması öngörülen NATO'nun “Orient Express” tatbikatına da izin vermemişti Türkiye.
Demirel hükümetinin Arap-İsrail çatışmasında her zaman İsrail karşısında yer alan tutumunu eleştiren ise CHP Lideri İsmet İnönü'ydü.
İnönü 1970'de Bütçe konuşmasında Demirel hükümetin tarafsız kalmamakla suçluyordu.
İsmet Paşa'ya göre Türkiye Ortadoğu'da tarafsız ve İsrail-Filistin meselesinde kararsız kalmalıydı.
“Biz Orta Doğu olayında kararsızız demek, cesaretle bunu söylemek lazım. Bunu söyletemedim. Söyletemediğim şöyle dursun, gizli oturumlarda 'biz taraflıyız, taraflı olacağız, gerisi şöyledir, böyledir' diye de eğlenerek cevap verirler” diyordu İsmet paşa.
İsmet Paşa döneminde Türkiye, 1947'de Filistin'i ikiye bölen “Taksim” kararına karşı Arap ülkeleriyle birlikte aleyhte oy kullanmıştı.
Fakat ne olduysa oldu, aynı Türkiye Amerika ve İngiltere'nin ittirmesiyle 1949'da İsrail'i tanıdı.
Cumhurreisi İsmet Paşa Meclis'te yaptığı konuşmada “Yeni doğan İsrail devleti ile siyasi münasebetler açılmıştır. Bu devletin yakın doğuda bir barış ve istikrar unsuru olacağını ümit ediyoruz” diyecekti.
İsmet Paşa'nın bu sözleri sadece boş bir temenniden ibaret kaldı.
Aradan altmış yıl geçti.
İsrail, aynı İsrail.
Hiiiç değişmedi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder