3 Eylül 2012 Pazartesi

Siyaset Bilimi 106: Laiklik -Liberalizmin Zihinsel Sınırları ve Laiklik -Türkiye’nin Laiklik Faciası -Serdar Kaya


Siyaset Bilimi 
106: Laiklik
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan Mısır’da katıldığı bir televizyon programında, dünyadaki farklı laiklik anlayışlarından söz etti. Türkiye’de uzun yıllar boyunca bu konu üzerinde düşündüklerini ifade eden Erdoğan, neticede, devletin (inançlarından bağımsız olarak) bütün vatandaşlara eşit uzaklıkta olduğu bir laiklik anlayışında karar kıldıklarını belirtti ve Mısırlılara da bu anlayışı tavsiye etti.
Bütün bunlarda çok fazla problem yok. Ancak Erdoğan, konuşmasında, “Laik bir devlet yapısı dinsizliğin değil, herkesin dinini inandığı gibi yaşamasının teminatıdır” gibi, açıklanması daha zor olan ifadeler de kullandı.
Laikliği din ve vicdan özgürlüğü ekseninde tanımlama yönündeki bu eğilim, Türkiye’de son dönemde giderek yaygınlaşıyor. Halbuki, laiklik başka, din ve vicdan özgürlüğü başka anlamlar ifade eder. Dahası, her demokrasi için vazgeçilmez olan bu iki kavram, müstakil olmanın yanı sıra, birbirini tehdit edici niteliğe de sahiptir. Dolayısıyla da, karşılıklı olarak dengelenmeleri zorunludur. Zira laikliğin yanı sıra din ve vicdan özgürlüğünün de güvence altına alınmadığı (yani laikliğin dengelenmediği) durumlarda, Sovyetler Birliği ya da Türkiye örneklerinde görülen türden zorbalıklar yaşanır.
ABD Anayasasının bir parçası olan Haklar Bildirgesinin ilk maddesinde yer alan “Kongre, dini bir kurumu destekleyen, ya da dinin özgürce icra edilmesini yasaklayan hiçbir kanun yapmayacaktır” ifadesi, bu dengenin nasıl gerçekleştirilebileceğinin çok iyi bir örneğidir. Zira ilgili ifadenin ilk kısmı (Establishment Clause) laikliği, ikinci kısmı (Free Exercise Clause) ise dini hürriyetleri teminat altına alır.
Medeniyet İthali ve Kavram Karmaşası
Türkiye’de yaşanan ciddi seviyedeki kavram karmaşasının doğurduğu en yaygın sorunlardan biri, laiklikdemokrasihaklar,özgürlükler gibi kavramları gerçekte ifade ettiği anlamların dışında (ve hatta zaman zaman da birbirleri yerine) kullanmak. Tabii bu durum çok da şaşırtıcı değil. Zira bu kavramların hiçbiri Türkiye’nin kendi siyasi geleneği içinde doğmadı. Daha da önemlisi, Batı kimi dönemlerde Osmanlı’yı bu konularda reforma zorlamış olsa da, ilgili kavramlar, tarihin doğal seyri içerisinde yaşanan gelişmelerle bugüne gelmedi. Dolayısıyla, bugün, belli bir süreç sonrasında şu anda bulunduğu noktaya gelmiş olan Fransız ya da Anglosakson laiklik anlayışlarından söz etmek mümkün iken, günümüz Türkiye’sindeki politikalar için aynı şeyi söylemek zor.
Türkiye’nin laiklik geleneği, bir generalin bir tarihte Fransa’dan ithal ettiği politikaları din ve vicdan hürriyetini hiçe sayarak halka dayatması, ve sonrasında buna gösterilen haklı tepkilerin bölünmüş bir toplum ortaya çıkarmasından ibaret. Bu bölünmüşlüğün, bugün yaşanmakta olan kavram karmaşasındaki payı da büyük. Zira yapısal değişiklikleri emir ile, yani doğal süreçlerin üzerine çıkarak gerçekleştirebileceğini zanneden “cumhuriyetçi” kadronun uyguladığı dayatmalar, bir yandan toplumu kaba bir siyasi ortam içerisinde kamplaştırırken, diğer yandan da kavramları sloganlaştırdı. Hep birlikte “ilericilik” başlığı altında kategorize edilen “laiklik”, “özgürlük” gibi Batılı kavramlar, hem aynılaştı hem de yaşanmakta olan kültürel devrimin sloganları haline gelerek ucuzladı. Bu kavramlar arasındaki (hiçbir zaman tam olarak öğrenilmemiş olan) farklar iyice silikleşince, bu kelimeleri birbirlerinin yerine kullanmak dahi olağanlaştı! “Demokratik, laik, hukuk devleti” gibi tekrarlana tekrarlana anlamını hepten yitirmiş olan virgüllü ifadeler, bu sığ mirasın bir sonucudur.
Sonsöz
Türkiye Cumhuriyeti, (kronolojik sırayla ve özetle) bir bölgedeki vatandaşlarının tepesine bombalar yağdıran ve çoluk çocuk demeden hepsinin topluca imha edilmesi emrini verebilen, yoktan varedilen vergi borçlarından ötürü malına mülküne el koyduğu gayrimüslimleri tutuklayıp sürgünlere gönderebilen, şehir merkezlerinde pogromlar düzenlemekten geri durmayan, üst üste üç kez seçilmiş bir başbakanı idam edebilen, ülkenin topraklarını faili meçhul binlerce insana (taşsız) mezar eden, başörtülü insanlara iç düşman muamelesinde bulunan ve 2000′li yıllarda bile gayrimüslim yazarlara suikast planları yapan otoriter ve acımasız bir devlet iken, bugün belki de tarihinde ilk kez gerçek bir cumhuriyet olma yolunda. Bu değişim, siyasetin halka ait olduğu ve dolayısıyla da kavramların slogan olmaktan uzaklaşarak hayatın içinde reel karşılıklar bulmaya başladığı yeni bir süreci ima ediyor. Anayasanın ilk kez siviller tarafından yapılacak olmasının asıl önemi de zaten bu normalleşmede

Liberalizmin Zihinsel Sınırları ve Laiklik
Türkiye’de (dindar olan ve olmayan) liberaller, “din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması” şeklinde yapılan bir laiklik tanımına sahip çıkma eğilimindeler. Bu tavrın temelinde, bu tanımın hem dine hem de devlete özgür alan tanıdığı ve dolayısıyla da laiklik konusunda yaşanan çatışmalara çözüm olabileceği düşüncesi yatıyor. Ancak bu konu bu kadar basit değil.
Kurgular ve Gerçekler
Hayatı anlamlandırabilme adına zihnimizde çeşitli kategoriler oluşturuyor ve bunun doğal bir sonucu olarak, bu kategoriler arasına sınırlar çiziyoruz. Dinisiyasisosyalekonomik,kültürel gibi kategoriler, toplumu ilgilendiren konulardan söz ederken en sık kullandıklarımız arasında. Ancak ne var ki, bizim pratik kaygılarla zihnimizde kimi sınırlar çiziyor olmamız, bu sınırların gerçekte varolduğu ya da bizim çizdiğimiz yerlerden geçtiği anlamına gelmiyor.
Dahası, bu farklı kategoriler kendi aralarında çok geniş örtüşme alanlarına sahip. Örneğin, yukarıdaki beş kategorinin herbiri, diğer dördü ile çok ciddi derecede iç içe. Dolayısıyla, dini alan ile siyasi alanı (ya da yukarıdaki beş kategoriden herhangi ikisini) birbirinden ayırmak, istesek bile pek mümkün değil.
Liberal Bakışın Sorunları
Sosyal hayatı bu müstakil parçalardan oluşan bir bütün olarak tasavvur etmek, siyasetin algılanış şekline de doğrudan yansıyor. Siyasi alan ile dini alanın arasına bir çizgi çizmek suretiyle her iki alanı da kendi içinde özgür kılmayı düşünmek, böyle bir yaklaşımın sonucu. Bu yaklaşım bir dizi sorunu da beraberinde getiriyor.
Örneğin, dinisiyasisosyalekonomik ve kültürel alanların önemli ölçüde iç içe olmaları, herhangi bir sivil talebi bu kategorilerden sadece biri ile ilişkilendirmeyi zorlaştırıyor. Örneğin, Ramazan orucu, bir ibadet olmanın yanı sıra, sosyal ve kültürel boyutlara da sahip. Oruç tutan devlet memurlarını düşünerek Ramazan ayında devlet kurumlarının çalışma saatlerinin iftara vaktine göre yeniden düzenlenmesi talebi ise, bu konuya siyasi bir boyut da getiriyor.
Peki laik bir devlet, bu konuda Ramazan ayına özel bir düzenlemeye gidecek midir? Farklı laiklik anlayışları bu soruya farklı yanıtlar veriyorlar. Kimileri dini bir içeriğe sahip olan her konuyu diğer boyutlarına bakmaksızın siyasetin (ve hatta sosyal alanın) dışına itmeye çalışırken, diğerleri daha kapsayıcı politikalar izliyorlar. Ancak bu noktada asıl önemli olan, hangi politikanın izlenmesi gerektiğinden ziyade, dini ve siyasi alanları birbirinden tamamen ayırmanın baştan mümkün olmaması. Bu nedenle de, din ile devleti birbirinden ayırınca sorunların çözüleceğini düşünmek yerine, ister istemez kesişmek durumunda olan bu iki kurum arasındaki ilişkilerin ne şekilde düzenlenmesi gerektiğini belirlemek gerekiyor.
Topluma Dokunmak
Dini, siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel alanların kesişmekten de öte iç içe olması, toplumlara dair bir gerçeklik. Hatta, bir toplumu toplum yapan da zaten bu girift yapı. Bu noktada, bu gerçeği kabul etmek ve sivil taleplerin dini bir çıkış noktasına sahip olup olmadığına aldırmaksızın bir arada yaşamanın kurallarını birlikte oluşturmayı öğrenmek gerekiyor. Bunun alternatifi ise, toplumu onun için önceden çizilmiş (seküler olan ya da olmayan) kalıplara sığdırmaya çalışmak.
Kemalizm (totaliter yapısı gereği) bugüne dek hep ikincisini yaptı. Liberaller ise, iyi niyetliler ve bu tavra karşı çıktıklarını söylüyorlar. Ancak hayatı farklı alanlara bölmek ve özgürlüklerin sınırlarını bu alanları esas alarak çizmek gerçekliğe tekabül etmediği gibi, (subjektif ve normatif olması itibariyle) ideolojikleşmeye ve otoriterleşmeye de müsait.
Bu yaklaşım liberalizm için yeni değil. Zira “her bireyin başkalarının özgürlüklerini ihlal etmediği müddetçe kendi özel alanında tamamen hür olması” esasına dayanan liberal özgürlük anlayışı da aynı şekilde insanlar arasındaki kesişim alanlarını gözardı eden bir yapıya sahip. Halbuki siyaset, tanımı gereği, söz konusu ortak alanlar hakkında kararlar almakla ilgili olan bir süreç. Bu alanları büyük ölçüde gözardı eden ve öncelikle bireysel alanlara yönelik dışsal tehditlere odaklanan liberalizm ise, kendisini (Etyen Mahçupyan’ın ifadesiyle) topluma dokunamayan bir ideoloji olmaya mahkum ediyor.
Sonsöz: Laiklik Bir Saplantıdır
Eğer bir demokraside aslolan, vatandaşların (dini olan ya da olmayan) talepleri ise – ki bu taleplere (dini olan ya da olmayan) dayatmaları reddetmek de dahildir – o zaman laiklikten bu kadar söz ediyor olmak neden? Laiklik dediğimiz şeyin aslında “yüksek modernist” bir saplantı olmasından olmasın? (Bu noktayı açacağım.)
Türkiye’nin Laiklik Faciası
Gülay Göktürk, önceki hafta gayet isabetli bir değerlendirmede bulundu ve laikliğin, demokrasinin din alanına uygulanmasından başka bir şey olmadığını yazdı. Zira din ve vicdan özgürlüğü ya da devletin din konusunda tarafsızlığı zaten demokrasinin bir parçası. Peki o zaman neden laiklikten ayrıca bu kadar söz ediyoruz? Gülay Göktürk, bunu dinin özel bir önemi olmasına bağlıyor. Ama ben işin bu kısmından çok emin değilim.
“Yüksek Modernizm”
Yale Üniversitesi’de görev yapan siyasetbilimci ve antropologJames C. Scott, 1998 yılında yayınlanan ve şimdiden alanında bir klasik haline gelmiş olan Devlet Gibi Görmek adlı kitabında, “yüksek modernizm” olarak atıfta bulunduğu bir ideolojiden söz eder. Bu ideolojinin temelinde, bilimin insanlığın her sorununu çözeceğine dair bir “iman” vardır. Özellikle 1800 ve 1900′lü yıllarda hakim olan bu düşünce, o dönemde bilim ve endüstride yaşanan (daha önce benzeri görülmemiş çapta) ilerlemelerin neden olduğu aşırı özgüvenin bir sonucudur. Bu yaklaşıma göre, bilim, geçmişin karanlığına bir son verecek ve sadece doğayı değil, insanları ve sosyal alanı dahi olması gereken şekle sokacaktır!
Ancak yüksek modernizm, bilime vurguda bulunmasına rağmen, bilimsellikten uzaktır. Örneğin, eleştiri ya da şüpheye tahammülü yoktur. Bu nedenle, Scott, yüksek modernizmi bir ideoloji ve hatta bir inanç olarak nitelendirir. Dahası, bu ideoloji, doğruyu kendi tekeline aldığı ölçüde totaliterleşir. Bu totaliter algı, yüksek modernist devletleri, geleneksel olan (ve dolayısıyla ilerlemenin önünde bir engel teşkil eden) her türlü kurum ve pratiği ortadan kaldırmaya yöneltir. Geleneksel hayat tarzlarını, ahlaki değerleri ve dünya görüşlerini ortadan kaldırmanın yolu ise, büyük çaplı toplum mühendisliği projeleridir.
Ne var ki, Stalin Rusyasından Tanzanya’ya, Brezilya’dan Almanya’ya dek her yerde, yüksek modernist projeler (gerek sosyal gerekse endüstriyel alanda) hep hüsranla sonuçlanır. Dahası, militerleşen ve kendi vatandaşlarına şiddet uygulamaktan çekinmeyen yüksek modernistler, bu uğurda ciddi insanlık suçları işlerler. Büyük facialar yaşanır.
Yüksek Modernizm, Türkiye ve Laiklik
James Scott, devlet eliyle gerçekleştirilen ve trajediyle neticelenen söz konusu toplum mühendisliği projelerinde (son derece tehlikeli olarak nitelendirdiği) dört özellik tespit eder. Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’dakine benzer bir gelişme kaydedebilme amacıyla hareket eden pek çok ülkede ortak olan bu dört özellik, aynı zamanda Atatürk devrimleri ile ortaya çıkan facianın da formülü gibidir: (1) devletin doğayı ve toplumu şekillendirmeye girişmesi; (2) bilim ve teknolojinin hem endüstriyel ilerlemeyi temin edeceği hem de sosyal alanı dizayn edeceği inancını telkin eden bir devlet ideolojisi; (3) bir savaş, devrim ya da buhran sonrasında ortaya çıkan ve söz konusu yüksek modernist tasarımları gerçekleştirme adına var gücüyle dayatmalarda bulunan bir otoriter devlet; ve (4) bu otoriter devletin planlarına karşı koyma gücüne sahip olmayan zayıf bir toplum.
Tablo gayet açık: Benzeri bir tecrübe yaşayan diğer ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de, çalkantılı bir dönemin ardından gelenek karşıtı, pozitivist bir kadro iktidara gelmiş ve bu kadro toplumu kendi ideolojisi doğrultusunda şekillendirmek üzere hayatın her alanında dayatmalarda bulunmaya başlamıştır. Amaç, gerilikten kurtulmak ve ilerlemektir. Söz konusu ideoloji, bu ilerlemeyi temin edecektir. Bu nedenle de, her türlü gerilik militer bir anlayışla ortadan kaldırılacak ve gerekli görüldüğünde halka şiddet uygulamaktan çekinilmeyecektir.
Laiklik, bu yüksek modernist ideolojinin en merkezi unsurudur. Dolayısıyla da, Türkiye özelinde, laikliğin “devletin din konusundaki tarafsızlığı” ile herhangi bir ilgisi yoktur. Amaç, demokrasi değil, toplum mühendisliğidir.
Sonsöz
Her devlet vatandaşlarına çeşitli masallar anlatır. Bu masallara inananlar, kendi ülkelerini ve liderlerini biricik zannederler. Tam da bu nedenle, Karşılaştırmalı Politika dünyanın siyasi anlamda en tehlikeli branşıdır. Zira dünyayı mukayeseli bir perspektifle öğrenmeye başlayınca, aslında herşeyinizle ne kadar da sıradan olduğunuz gerçeğiyle karşı karşıya gelirsiniz. Ölümsüz olduğuna inandığınız kişi ya da fikirlerin belli bir dönemin tipik ve modası geçmiş kopyaları olduklarını öğrenmek dünyanızı yıkar.
Trajik de olsa, bu bizim hikayemiz. Tabii başka ülkelerin de laiklik adına başka serüvenleri, başka masalları var… 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder