7 Eylül 2012 Cuma

Kraliçe ve Padişah - Serdar Kaya


"Halkçıyım" Diyenden Korkacaksın! 
Bir ülkenin resmi adında yer alan ifadeler, çoğu zaman o ülke hakkındaki gerçekleri yansıtmaz. Geçen Pazarki yazı bu konuya değiniyordu. Ancak o yazıyı yazmadan önce konu hakkında yapılmış sistemli bir araştırma bulunup bulunmadığını merak etmiş ve internet üzerinde yaptığım küçük bir aramadan sonra Carnegie Mellon Üniversitesi’nde doktora öğrencisi olan Brendan O’Connor’ın 2007 yılında blogunda yayınladığı basit ama ilginç çalışmayı görmüştüm.
Geçen haftaki yazıda verdiğim bilgiler, O’Connor’ın çalışmasını 2011 rakamları ile tekrarladıktan sonra elde ettiğim sonuçlara dayanıyordu. Konunun diğer detayları ise aşağıda.
Özgürlük ve Ülke İsimleri
Günümüz ülkelerinin resmi adlarında herhangi bir rejime atıfta bulunan altı farklı ifade bulunuyor: cumhuriyetdemokratik,halkçıİslamikrallık ve sosyalist. Peki resmi adlarında bu ifadelerin yer aldığı ülkeler özgürlük konusunda ne durumda? Mesela resmi adı demokrasiye atıfta bulunan ülkeler diğerlerine göre daha mı demokratik? Ya da monarşik isimlere sahip olanlar daha mı otoriter?
Her yıl Freedom House tarafından yayınlanan Freedom of the World raporuna bakarak bu konuda bir fikir edinmek mümkün. Dünya üzerindeki bütün ülkelere siyasi haklar ile sivil özgürlükler konusunda 1 ila 7 arasında bir demokrasi skoru veren rapor, bu skorlar doğrultusunda ülkeleri “özgür”, “kısmen özgür” ve “özgür değil” olmak üzere üç grupta kategorize ediyor.
Krallık Gibisi Yok!
Freedom House’un 2011 yılı raporu ülke resmi adları bazında tasnif edildiğinde, özgürlük ortalaması en yüksek olan ülke kategorisinin krallıklar olduğu görülüyor. Krallıkların özgürlük ortalaması, dünya ortalamasına çok yakın. Bunun nedeni, hem dünyanın en özgür ülkeleri arasında olan Avrupa krallıklarının hem de dünyanın çeşitli yerlerindeki diktatörlüklerin aynı kategoride yer alması.
Cumhuriyetlerin özgürlük ortalaması ise, (krallıklara göre bir parça daha düşük olsa da) yine dünya ortalamasına yakın. Ancak cumhuriyetler, krallıklara nisbeten daha geniş ve eşit bir dağılıma sahip. Yani “özgür”, “kısmen özgür” ve “özgür değil” kategorilerinin her birinde ciddi oranda cumhuriyete rastlamak mümkün. Dolayısıyla da, bir ülkenin isminde “cumhuriyet” ifadesinin yer aldığını bilmek, bize o ülkedeki muhtemel özgürlük seviyesi hakkında çok fazla fikir vermiyor.
Tabii aynı şey krallıklar için de geçerli. Yani bir ülkede monarşinin varolması da özgürlük seviyesi üzerinde belirleyici değil. Başka yerlerde olduğu gibi krallıklarda da belirleyici olan, hukukun üstünlüğü ve demokrasi. Bu nedenle de, anayasal monarşi ile mutlak monarşi arasındaki ayrım çok önemli.
Diğer dört kategoride yer alan ülkelerin özgürlük seviyesi ise, dünya ortalamasından belirgin bir şekilde daha düşük. Mesela, resmi adında “demokrasi”ye yer veren dokuz ülkenin beşi “özgür değil” iken, üçü “kısmen özgür”. Bu ülkeler arasında “özgür” kategorisinde yer alan tek ülke, Batı Afrika açıklarındakiSao Tome ve Principe Demokratik Cumhuriyeti.
İsminde İslam dinine atıfta bulunan dört ülkeden Pakistan “kısmen özgür” iken, Moritanya, Afganistan ve İran “özgür değil”. Bu kategoride özgür bir ülke bulunmuyor. (Resmi adında “İslam” ifadesi geçmediği için bu çalışmada incelenmeyen, ama müslüman bir nüfusa sahip olan ülkeler içerisinde sadece Endonezya “özgür” kategorisinde yer alıyor. Türkiye ve Senegal ise “kısmen özgür” ülkeler arasında. Yani Türkiye’de yaygın olan “Türkiye’nin dünyadaki tek müslüman demokrasi olduğu” argümanı gerçeği yansıtmıyor.)
Sosyalist üç ülkenin üçü de “özgür değil” kategorisinde. Ancak dünyada, resmi adında sosyalizm ifadesi yer almasa da anayasası sosyalizme atıfta bulunan Nepal ve Bangladeş gibi “kısmen özgür” ülkeler de var.
Son olarak, halkı en az özgür olan ülkeler, halkçı olduğunu iddia edenler! Bu kategoride özgür bir ülke yer almadığı gibi, özgürlük skorları da minimuma yakın seviyede. Galiba Türkiye’de olduğu gibi dünyada da kural aynı: “Halkçıyım” diyenden korkmak gerek!
Merak edenler için çalışmanın diğer detayları şurada.
Sonsöz
Bu sonuçlara bakınca insan, “İyi ki 1923′te sadece ‘cumhuriyet’ ilan etmişler” demeden edemiyor. Eğer “cumhuriyet” ile yetinmeyip Kuzey Kore gibi “demokratik halk cumhuriyeti” falan ilan etseler, kim bilir halimiz nice olurdu…

Kraliçe ve Padişah

Kanada’daki üniversitemizde öğrencilere zaman zaman KraliçeII. Elizabeth‘i soruyoruz… Malum, II. Elizabeth, halen Kanada’nın da içlerinde bulunduğu 16 ülkenin kraliçesi. Dolayısıyla da, Kanada devletinin başında bir cumhurbaşkanı değil, kraliçenin temsilcisi olan bir Umumi Vali (governor general) bulunuyor. Zira pek çok Batı ülkesi gibi Kanada da bir anayasal monarşi. Ve yine pek çok Batı ülkesi gibi, aynı zamanda günümüz dünyasının en ileri demokrasilerinden biri.
Kanada ileri bir demokrasi olduğu için, bizler de öğrencilere özgür bir şekilde, “Sizce Kanada Kraliçe’ye bağlı kalmaya devam etmeli mi? Yoksa tam bağımsızlığını mı ilan etmeli?” gibi sorular sorabiliyoruz. Onlar da bize ne düşünüyorlarsa söyleyebiliyorlar.
Herhalde ne demek istediğim anlaşılmıştır: Bizler aramızdan çoktan ayrılmış olan bir siyasi liderin ilkelerini terk etmeyi onlarca yıldan sonra bile hala korka korka teklif edebilirken, onlar hayatta olan, hükmü halen süren ve 300 yıllık köklü bir gelenekten gelen kraliçelerine bağlılıklarını sona erdirme konusunu özgürce ve sakince tartışabiliyorlar.
Söz konusu tartışmanın “kraliçe yanlıları” ile “kraliçe karşıtları” gibi herşeyi siyah ve beyazlardan ibaret gören iki grup arasında gerçekleşmiyor olması da ayrıca önemli. Şöyle ki, öğrencilerin bir kısmı, Kanada’nın kraliyet ailesine artık ihtiyacı olmadığını ve devletin başında bundan böyle Kanada içinden birinin de bulunabileceğini ifade ederken, diğerleri ise, kraliyet ailesinin temsil ettiği köklü siyasi geleneğin önemini (convention) vurguluyor. Ancak her iki tarafta bulunanlar da, ekseriyetle karşı tarafın argümanlarındaki doğruluk payını takdir etmekten çekinmiyor.
Siyasi Gelenek
Kraliçe söz konusu olduğunda siyasi gelenek vurgusu yapanlar, bir noktada illa ki, “Kraliçe olmasa da bir başkası aynı görevi yerine getirecek. Öyleyse zaten tanıyıp güvendiğimiz kraliçenin devletin başında bulunmasının ne mahsuru var?” şeklinde bir argümanı da dile getiriyorlar. Bu argüman, bir yönüyle gayet muhafazakar. Ancak diğer yandan da, hem yerleşik kurumların ve onlara atfedilen mananın önemini vurguluyor, hem de işlevselliğe atıfta bulunuyor olması itibariyle son derece gerçekçi.
Şöyle ki, bizler alışageldiğimiz için çoğu zaman yadırgamasak da, sistemin içindeki pek çok kurum ve uygulama, aslında etiği tartışılmaya müsait olan çok sayıda öğe barındırır. Örneğin, “seçim yapmak” ve “oyları saymak” gibi sistemin en temel uygulamaları dahi, sorgulanmaya epey müsait olan kimi varsayımlar üzerine kuruludur. (Mesela, Etyen Mahçupyan, liberalizm eleştirilerinde bu konularda önemli sorgulamalar yapar.)
Benzeri sayısız örnekten bir diğeri de cumhurbaşkanlığı makamıdır. Bizler, hükümetin başında zaten seçilmiş bir liderin bulunduğu pek çok ülkede aynı zamanda bir de devleti temsil ettiği söylenen ve sembolik ve seremonik bir görev ifa eden bir cumhurbaşkanının varlığını öyle alışageldiğimiz içinyadırgamayız. Ancak, bu makam kendiliğinden değil, bir süreç sonrasında ortaya çıkmıştır ve büyük ölçüde saltanat/kraliyet makamından mülhemdir.
Özetle, geçmişi terk etmek zannedildiği kadar kolay değildir. Dahası, bugün yaşanan sorunlar, büyük ölçüde, geçmişten bugüne yaşanan değişimin ne şekilde ortaya çıktığı ile ilgilidir.
Padişah ve Travma
Padişahlar ya da padişahlık makamı söz konusu olduğunda Türkiye’de sakin ve nitelikli bir tartışma yürütmek zordur. Zira tepkiler duygusal, hatta histeriktir. “Padişah” kelimesi telaffuz edildiği an, kimileri şartlı refleks sergileyerek derhal burnundan solumaya başlarken, kimi diğerleri de savunma psikolojisi içerisine girer. Dolayısıyla, değil fikir alışverişi, sağlıklı bir tartışma dahi yaşanamaz.
İnsanların birbirleriyle sakin bir şekilde konuşabilmelerine dahi izin vermeyen böylesine çatışmacı bir siyasi kültürün oluşmuş olmasında, ülkenin siyasi dönüşümlerinin hep cebir ile gerçekleştirilmiş (ya da engellenmiş) olmasının payının olmadığını söylemek zordur. Bu siyasi kültürün izini, III. Selimsuikastinden (sözgelimi) 27 Mayıs‘a ve bugüne dek uzanan uzun bir hat üzerinde sürebilmek mümkündür. Bu tarihi tecrübelerin her biri, ayrı travmalar doğurmuştur.
Spesifik olarak padişahlığın bu denli hassas bir konu haline gelmiş olması ise, herşeyden önce, halkın önemli bir kesiminin saltanatın kaldırılış şeklini içine sindirememiş olması ile ilgilidir. Bu, Batıdaki monarşi tecrübelerinden çok farklıdır. Örneğin, Avustralya’da 1999 yılında yapılan referandumda halkın %54,4′ü ülkenin Kraliçe II. Elizabeth’e bağlılığının sürmesi yönünde oy kullandı. Tabii söz konusu referandumda daha farklı bir sonuç da elde edilebilirdi. Ama her iki durumda da, bu, Türkiye tecrübesinden çok farklı olurdu.
Sonsöz
Bizim son padişahımız VI. Mehmed‘di. VI. Mehmed, sürgün edildikten dört yıl sonra 1926 yılında İtalya’da yokluk içinde öldü. Cenazesi günlerce kaldırılamadı. Kendisi şu an Şam’da gömülüdür. Kanadalılar, II. Elizabeth hakkında özgürce ve sakince konuşabilirler. Ama biz, bunca yıl sonra bile VI. Mehmed hakkında rahatça konuşamayız.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder