ORYANTALİST SEYAHATNAMELERDE TÜRK İMGESİ
ÜZERİNE BİR İNCELEME:
ALEXANDER WILLIAM KINGLAKE’İN SEYAHATNAMESİ
EOTHEN*ÖRNEĞİ
İbrahim E. Bilici**
ÖZET
ALEXANDER WILLIAM KINGLAKE |
Oryantalist seyyahlar, Doğu ile ilgili
yüzyıllar
sonra bile hatırlanacak tasvirlerde bulunmuş, Doğuyu
yeniden tanımlamışlardır. İletişim
ve ulaşım
teknolojilerinin yeterince gelişmediği dönemlerle seyahatnameler, uzak diyarlar
hakkında
zihinlerde fikirler ve imajlar yaratan başlıca bilgi kaynağıydı.
Oryantalist seyahatnameleri ‘gezi notu’ ve yapılan gezinin bir ‘raporu’ olmaktan çok,
mübalağa ve Sömürgecilik tarihinde önemli bir yeri olan İngiltere’den toprak
bütünlüğünün zayıflamaya başladığı dönemde Osmanlı topraklarına
gelip, gezerek bilgi toplayan önemli resmi görevlerde bulunmuş oryantalist
seyyah Alexander William Kinglake, 1844’te yazdığı Eothen adlı
seyahatnamesinde,
Türkler başta olmak üzere, dünyanın doğusu sayılan yerler hakkında
figüratif anlatımlarla yer yer gerçekten çok sapan imajlar
çizmiştir. Batılı benmerkezciliğin (Eurocentrism)
ötekileştirdiği Doğu’ya bakış köle/efendi
diyalektiğine kadar gidip dayanmaktadır. Seyahatname sadece gezilen görülen
yerler hakkında bilgi vermekle kalmamış, o yerlerin ‘nasıl
görülmesi’ gerektiği konusunda da hem Batılı hem de Doğulu zihinlere derin izler bırakarak
yer yer çarpık imajlar çizerek temsil etmiş, tarihe
önemli notlar düşmüştür.
Giriş
Batı’nın Doğu hakkındaki bilgisinin temeli, oryantalist bakış açısıyla atılmıştır. Oryantalist gezginler Doğu’yu gidip
yerinde görmeyi, gördüğünü dönünce anlatmayı, Doğu’da yaşadıklarıyla birlikte bazen tahminleri de kaydedip,
seyahatname şeklinde kitaplaştırarak tarihe not düşmeyi görev bilmişlerdir.
Oryantalizm bir düşünce biçimidir. Özellikle kitle iletişim araçlarının bu denli yaygınlaşmasından önce, Doğu’ya gitmemiş bir Batılı, Doğu hakkındaki ilk bilgilerini, izlenimlerini hep
seyahatnamelerden almıştır.
Bu çalışmada, seyahatnamelerdeki bilgi ve önyargıların, iletişim (kitle) ve ulaşım teknolojilerinin yeterince gelişmediği
dönemlerde Batıda Türk imajının temellerini attığı; bugünkü imajlarda bu temellerin
izlerinin bulunduğu varsayılmaktadır. Ayrıca, Türk imajı
ile kastedilen milliyet değil, ‘Türkiyeli’
insanların Batıdaki imajıdır.
Bu çalışmanın amacı, Batı perspektifinde tarih yazımı zemininde, oryantalist seyahatnamelerde
Türk imgesinin nasıl inşa edildiği, dışarıdan bir Batılı gözüyle Türk’ün; seyahatnamenin yazıldığı
dönem ve koşullar içinde nasıl görüldüğünü, Türk imgesine ait bilginin
nasıl oluşturulduğunu tespit etmektir. Batı’nın Doğu’ya bakışında geçmiş ile bugün arasındaki bağı kurmak okuyucuya veya başka bir çalışmaya bırakılmıştır.
Bu incelemede, Kinglake’in Doğu izlenimlerini
işaretlemede hareket noktasının neler olduğu, daha çok nelerin dikkatini çektiği ve
nelerin üzerinde durduğu, oryantalizm bilgisi doğrultusunda bu işaretlemeyi
hangi bakış açısıyla yaptığı, tespit edilmeye çalışılmıştır. Oryantalist seyahatnamelerinde Türk
imgesi ana çerçevesi içinde konunun orijinindeki ‘imge’, ‘oryantalizm’,
‘seyahatname’, ‘tarih yazımı’ kavramları ve çarpıcı bir örnek olarak seçilen Alexander William
Kinglake’in Eothen adlı meşhur seyahatnamesinde tasvir edilen Türk imgesinden
izler bu çalışmanın kapsamını oluşturmaktadır.
McLuhan’ın öngörüsüyle küresel köy [global
village] halini alan, hızla küreselleşen dünyada, bırakın Doğu-Batı tanışıklığını dünyanın en karanlık ve ücra köşesinde kalmış bir ülkeyi ekonomik, sosyal, kültürel,
tarihi ve politik açılardan tanımak son derece önemlidir. Sadece tanımak değil, kendini ona doğru bir biçimde
tanıtmak da bir o kadar önemlidir. Diğerlerinden
izole olmak, içine kapanmak artık mümkün olamadığına göre onları
doğru tanımak ve onlar tarafından doğru tanınmak, zihinlerde doğru bir Türk imgesi
inşa etmek gerekmektedir.
İncelenen seyahatnamede egemen olan oryantalist bakış açısı ve oryantalizm, Doğu ile Batı
arasında yapılan varlıkbilimsel ve bilgi kuramsal ayrımlara dayanmaktadır. Asıl mesele, bilginin- ve bu yüzden teorinin
veya tarihin – ötekinin idraki ve ilhakı yoluyla nasıl tesis edildiğiyle ilgilidir (Young,
2000: 27). Batı’da ilk Doğu izlenimlerinin yazılı=inandırıcı/söylenti olmayan nitelikte Oryantalist
seyyahların kanaat önderliği ile şekillendirildiği
ve yüzyıllar öncesinde temeli atılan Doğu fikrinin ikinci binyılda da Doğu yaklaşımlarında zemin hazırlamakta olduğu muhtemeldir. Bu durumda
tarihin tozlu sayfalarında Doğulu imgesi içinde özellikle Türk
imgesine yakından bakmak kavrayışımızı arttıracaktır.
İmge ve Gerçek
İmge, İngilizce ‘image’ sözcüğünden Türkçeye geçmiştir.
Hayâl, tasvir, suret, şekil, toplumun kanaati, heykel, fotoğraf ve zihinde
meydana gelen şekil, görüntü, nesneleri zihinde şekillendirmek (Babylon Programı
ver.1.2), aslı
‘gibi’ olmak (Yüksel, 2005: s.y.) gibi
anlamları olan imge,
gerçekliğin yaklaşık olarak bir görsel sunumudur (Emir, 2003:
33). İmgeler gerçek nesnelere, varlıklara dayanır, daha çok aslına benzemeye bazen da aslını değiştirmeye çalışır. Türkçede kullanımıyla imge, imleme/işaretleme bağlamında image’in kasıtlı olarak yanıltıcı düzenlemeyle sunulan yanını da kapsar. İmgeler gerçeği yeniden
üretmekten çok, izleyende farklı etkiler bırakmak amaçlıyorsa, bir yanılgılar yumağı sunmaktadır.
İnsanlık tarihi boyunca insan hep imgeler yaratmıştır. Avladıkları hayvanın, ürettikleri tahılın, imajını üreten insan, bazı
imajları yaşatmak istemiş, firavunları
mumyalayarak zamana dayanıklı hale getirmiş; freskler, kabartmalar,
heykeller yaparak, yine zamana dayanan taş ve çürümeyen metaller kullanmıştır. Teknolojinin gelişimiyle birlikte imge
üretimi de bir endüstri ve toplumun belirleyeni haline gelmiştir.
İmgelerin yanı sıra bu imgelerin oluşmasına yol açan yazınlar arası, hatta ekinler arası
bağlantıları bulmayı amaçlayan imgebilim, İnsanların başka ülkeler ve uluslar hakkında imgelerin sembol sistemi ve yazısına yansımasını da incelemektedir. Böylece kültür ile
birlikte imgelerin oluşum süreci de kapsamına almış olur.
Oryantalist Bakış Açısı ve Öteki
Benmerkezcilik bireyde başlayıp topluma yayılabilmektedir. Oryantalizm
terminolojisinde Avrupa’daki bu kendini odağa alma olgusu Avrupa merkezcilik [Eurocentrism]
kavramı ile karşılanmaktadır. Bunun metindeki bir örneği; Gezileri
esnasında karşılaştığı
Doğuluların selamlamalarını Kinglake, “..Atımdan inerek girişe doğru ilerledim. Reisleri kendi adetlerince
önce benim elime ve sonra da kendi alnına dokunarak ve bu hareketi birkaç defa
tekrarlayarak beni selâmladı. Bu hareketiyle sanki benden aldığı
gücü bir elektrik akımı
gibi kendisine aktarıyordu” (Kinglake, 2004: 118) ifadeleriyle tasvir etmiştir.
‘Biz’ ve karşısına ‘öteki’nin yaratılması bir sosyal süreçtir. Bir grup önyargısı geliştirebilmek için önce grup bilinci
geliştirilir ve gruplar ayrıştırılır, diğerinden izole edilir. Grup ön yargısı, bir grup üyelerinin bir başka grup ve
üyeleri hakkındaki ortak ön yargılarından oluşur. ‘Öteki’ genellikle de
olumsuzluk yüklüdür. Bir toplumun ‘öteki’ kavramını yaratmasının pratik yararının ne olduğu sorgulandığında, temelde sürdürülmesi gereken bir üstünlük/alçaklık ilişkisi ortaya çıkar: “Emperyalizmin büyük gelişme devresinde müstevliler kendilerinde
üstün beşeri
kıymetler
görürler, buna dayanarak başkalarını
kendi refahları
uğrunda esir gibi kullanmayı
en tabii bir hak telakki ederlerdi” (Tekeli, 1998a: 87). Üstün olan; ötekini
edilgen, pasif ve olumsuzluk adına her türlü sıfata uygun olarak tanımlamıştır. Denetleyen ve hâkim olan, ötekini
sadece kendi denetimlerine bir meşruiyet söylemi kazandırmak için yaratmamakta, ötekini denetimi
sürdürmek için araçsal amaçlarla da yaratmaktadır. Ünlü ‘böl ve yönet’ formülü ötekiler
yaratılarak işletilmektedir.
Aslında bir üstünlük iddiasıyla öteki kavramını yaratan bir sosyal yapı
kendisini de bir kalıp tipe, ötekiyle belli bir ilişki biçimine
ve belli bir ahlâka sınırlandırmaktadır. Hegel’in ünlü efendi/köle diyalektiğindeki
gibi, insan zorunlu olarak ya efendidir ya da köle, bunlardan biri olduktan
sonra da, varlığı ve özellikleri
öteki tarafından belirlenir hale gelir (Tekeli, 1998b:
2). Bir değerler dizisi olarak ‘efendi/köle’ diyalektiği kaçınılmaz bir biçimde tüm iktidar ilişkilerini
bir homojenliğe teslim etmektedir.
Egemen ile boyun eğdirilen arasındaki fark, basitleştirerek tanımlanır ve sadece ‘ideoloji’ ile ilgili
nosyonlarla ayırt edilir (Tekelioğlu, 2003: 148). Efendi
köleyi kendi arzularını doyurmak için çalıştırır. Efendisinin arzularını doyuma ulaştırmak uğruna, Köle kendi içgüdülerini bastırmak, kendisini olumsuzlamak ya da alaşağı
etmek zorunda kalır (Sarup, 2004: 34). İşçi sınıfının modern köleliğinde evrensel özne-nesne,
etken-edilgen, fail-kurban konumuyla birlikte başka grupların da özellikle kadınlar, zenciler ve tüm diğer etnik gruplar
ve azınlıkların (Young, 2000: 17) hatta mutlu azınlıkların bu ilişki biçimi içinde konumlandırıldığı
bilinmektedir.
‘Kimsin, necisin, nereden gelmiş nereye gidersin?’
soru dizisinin yanıtı olarak kimlik özdeşimi, kimlik tanımı, bilinçli bir varlığın verdiği yanıttır. Ötekilerin kimliği veya ‘ne’liği ile
ilgili görüşlerimiz, başkalarına atfettiğimiz nitelikler onların kimliği değil bizim zihnimizdeki
imgeleridir (Güvenç, 1998: 24). Ötekinin yaşadığını yaşamadan, aynı
bilgileri ve deneyimi paylaşmadan onun
kimliğini aslında ancak betimlemek mümkündür, belirlemek
değil.
Ötekinin ‘öteki’ olabilmesi için, önce onu egemen
özneden ayırmak gerekir. Feminin/maskülin,
beyaz/siyah, efendi/köle… Doğulu/Batılı bu ‘zıttıyla kaim’ kavramların aralarında bir sınır çizilmelidir. Gerçek ayrım, coğrafyanın sınırlarında değildir, örneğin coğrafyayı
Hall (1996: 185)’ün de bahsettiği gibi
haritaları basitçe çizip
bölseniz dahi bu sınırların zamanla değişmeyeceği garanti
edilemeyeceği gibi, en azından zihinlerdeki sınırların sabit kalabileceği göz önünde
bulundurulmalıdır.
Hall, “The West and the Rest:
Discourse and Power” adlı makalesinde, ‘Batı’ ve
‘geri kalanı’nın totalci bir yaklaşımla
nasıl
ikiye ayrıldığını şöyle
açıklamaktadır: “Değişik
Avrupa kültürleri homojen Batı olarak ‘geri kalan’ların tamamından ‘farklı’dırlar, Benzer bir şekilde, ‘geri kalan’lar,
kendi aralarında farklar olsa da, Batı’dan tümüyle farklı oldukları için ‘aynı’ olarak temsil edilirler. Kısaca, ‘temsil sistemi’ olarak söylem, dünyayı basitçe ikiye böler: ‘Batı’ ve ‘Geri kalanı”
(1996:
189). Derrida’nın klasik sözlüğündeki ‘ d i f f é r a
n c e ’ sözcüğü, doğa, nitelik ve biçimce aynısı olmamak
ya da benzeri olmamak anlamında; ‘fark’ →’ayırım’
kavramını karşı karşıya
gelen farklı güçlerin etkileşimindeki ayrımlarla
ele almaktadır (Boyne, 1998: 14).
Derrida’ya göre tarih, bütünlükten kopmaların tarihidir, ‘fark’tır (Young, 2000: 112). Levinas ise totalleştirmenin uzun tarih boyunca Batı
felsefesine, onun birliğe ve ‘tek’e olan arzusuyla ötekiyi kendi
içinde sahiplenmiştir. Bu ‘ontolojik emperyalizm’, bir
iktidar felsefesine, ötekiyle ilişkinin onun benliği içine asimile edilmesiyle kotarılan bir bencilliğe tekabül eder. Öte yandan Edward ’e bakıldığında, Said bütünleyici yaklaşımları eleştirmektedir (Said, 1998: 309). Said’e
göre, çoğul nesneleri bütünleyici şemalar içerisinde kavrayan yekpare anlayış
tarzları önermek yerine onları
oldukları gibi tahlil edebilecek yeni bir bilgi türü
üretilmelidir.
Sartre için ‘insan tarihi Batı’nın tarihiyle özdeşleşmiştir (Said’den aktaran: Young, 2000: 25,
29-30, 39, 73). Toynbee, de bu Batılı benmerkezciliği ağır bir şekilde eleştirerek; “Batı
medeniyetinin çocuklarının teslim oldukları, tahrif edici bir benmerkezci yanılsamanın mantık dışı
ürünü; Batı
toplumunun sonradan görme ve taşralı
tarihiydi” (Toynbee’den aktaran: Young, 2000: 39).
Tarih sorunu bilginin oluşumu sırasında araştırmacının rolünden ve yazan-özne olarak tarihçinin
izlerinden ayrıştırılamaz bir hâl almaktadır (Young, 2000: 244). Ötekiyle arada
sonsuz bir mesafenin bulunduğu ilişkiyi Levinas metafizik olarak adlandırmıştır. Sömürgelerini ‘ötekiler’ olarak tanımlayarak kendini egemen özne olarak pekiştirmiştir. Aynı zamanda onları, idare ve pazarların genişlemesi maksatlarıyla, bu egemen benliğin programlanmış
suretleri şeklinde düşünmüştür (Spivak’tan aktaran: Young, 2000: 36).
Böylece efendi/köle ilişkisi kurulup meşrulaştırılmıştır.
Bu köle/efendi diyalektiğinde tepedeki insanlar diptekileri sürekli
aşağılarlar. Özellikle deri rengiyle doğanın gazabına dönüşen insanların, doğal efendilerine karşı bırakın isyan etmeyi eşitlik talep etmeleri bile başlı başına büyük bir hakarettir. Bu durum üst ve
alt sınıflar arasındaki ilişkide geçerli olsa da, ırklar arasındaki ilişkide daha geçerlidir (Hobsbawn, 1999:
391).
Üstünlük/alçaklık, biz/onlar, özne/nesne, köle/efendi gibi
zıtlıklar kültürlere yerleşmektedir. Gruplar ve toplumların karşılıklı bakış açılarında, inşa edilip zamanla içselleştirilen imajların büyük rolü vardır. Algıların, bireylerin ön yargıları, ideolojileri, sosyo-kültürel çevrelerden
etkilendiğine vurguda bulunan Foucault ise bir örnek
verir: “Afrika’nın en ücra köşelerinden birine bir test
filmi göstermek üzere giden psikologlar, gösterimin sonunda seyircilerden filmi
anladıkları
gibi anlatmalarını
isterler. Üç kahraman arasında geçen bu öyküde seyircileri yalnızca tek bir şey ilgilendirmiştir: Ağaçların arasında gezinen ışık ve gölge oyunları.” Algılarımız kişilere göre belirlenir. Gözlerimiz de bir şartlanmışlık içinde, gelip giden, ortaya çıkan ve kaybolan kişileri arar (Canpolat, 2003: 74). Foucault,
toplumda farklı, dışlanmış, ötekileştirilmiş olan ‘delilik’ kavramı
üzerine düşünmüştür. Sosyal yapı
içinde deliler su götürmez şekilde ‘öteki’ oldukları
halde, milliyetçi tarihçilerin bu
kimselerle ayrı bir toplumsal sınıf olarak ilgilendikleri nadir olarak
görülür (Fentress, 1998, 183).
Seyahatnamelerle Tarih Yazımı
Geçmişte neler olup bittiğini kayıt altına alınmış olan bilgilerden elde edilmektedir. Yazı
öncesinde kabartmalar ekonomik, sosyal,
kültürel yapılardaki gelişmelere (kuraklık, bereket, doğal felâketler ) tanıklık etmektedir. İnsanlığın temel belleği olarak yazılı kayıtlar çok önemli tarihsel bilgi kaynağıdır. İnsanlığın varlığını sürdürmesi için yaptığı
tüm faaliyetler onun tarihini oluşturur. Aristo’yu bize tarih tanıtır, Graham Bell’i de. Cep telefonunu
üretenleri de iki binli yılların tarihçileri, sonuçta bu dönemde yaşayan birileri, gelecek nesiller için tarih
yapacak, tarihini yazacaktır. O halde toplumu oluşturan bireylerin tarihi olduğu gibi, tüm toplumların da birer tarihi vardır. Önemli gelişmelere, savaşlara imza atanların ‘yaygın olarak bilinen’ bir tarihi olacağı
gibi, hemen hiçbir şekilde tarih sahnesinde boy göstermemiş
ülkelerin, Afrika’daki en ilkel toplumların da birer tarihi vardır.
Tarih yazıcıları kendi toplumlarındaki
gelişmeleri
kaydederken bazıları da diğer ülkelerde yaşayanları,
ötekileri izleyip anlatan seyyahlardır. Her toplumun bir tarihi olduğu
halde Afrika’nın bir tarihi olmadığını ilan
eden Hegel’di ve İngiliz emperyalizmini eleştiren
de Hindistan’ın İngilizler tarafından
sömürgeleştirilmesinin neticede iyi olduğunu
çünkü bunun Hindistan’ı Batı tarihinin evrimci anlatısına
dahil ettiğini, böylece müstakbel sınıf
mücadelelerine zemin hazırladığını söyleyen de Marks’tı.
Marks, tarihin itici gücünün din olduğunu yazmış, Ranke gibi en seçkin Alman tarihçilerin
yazdıklarını ise,
‘tarihi sevimli anekdot tüccarlığı’ olarak
tanımlamıştır
(Engels’e mektup, 7 Eylül 1864 aktaran: Bottomore, 2002, 570). ‘Dünya tarihi’
ise sadece Fredric Jameson’ın hürriyetin zaruretler sahasından
sökülüp çıkarılması şeklinde tanımladığı şey değil, aynı zamanda her zaman için Avrupa’nın
‘ötekileri’nin yaratılması, tabi kılınması ve nihai sahiplenilmesini de ihtiva
etmektedir (Young, 2000, 13).
Tarihsel metinlerin mutlaka az-çok gerçek dayanağı
olmalıdır. Eğer metinleri, bazı
durumlarda olduğu gibi kurgusal türetmeler ise, bu
türetmelerin ham maddesi doğruluğu kanıtlanabilen olgudur (Bedarida, 2001, 79). Tarihe not düşmek, arınma gerektirir. İdeolojiden, ilişkilerden, aidiyetten, siyasetten arınmakla tarih kaydedilir. Bu tarafsızlık durumunu Hobsbawn şöyle açıklar: “Biz tarihçilerin çalışmaları
IRA’nın kimyasal gübreyi bir patlayıcıya çevirmeyi öğrendiği atölyeler gibi bomba fabrikalarına dönebiliyor. Bizim özelde tarihin
politik-ideolojik açıdan istismarına engel olma genel olarak da tarihsel
olgulara karşı bir sorumluluğumuz söz konusudur” (1999, 10).
Tarih, ‘iktidar seçkinleri’nin kitle iletişim araçlarıyla tüketilebilir bir ‘şey’e dönüşmüştür. Kitleselleştirilerek kullanıma sunulan yalnızca imajlar değildir, tarih de kitlesel imajlar yığını haline gelmiştir. Bütün değerlerin her gün yıkılıp, değişen tüketim kalıplarına göre yeni baştan düzenlendiği bir ortamda, tarih de her gün değişen kalıplara göre kurgulanmakta ve yapay bir
toplumsal bellek oluşturulmaktadır.
Oryantalist Bakış
Orient Doğuyu, işaret etmektedir. Batıdan Doğuya bakan yazarlar tarafından Doğu, tuhaf, garip, egzotik, içine dönük...
bir kayıp dünya olarak tasvir edilir. Oryantalizm,
Batı’nın Doğu’ya yaklaşımını betimlemede kullanılan bir terimdir. “Oryantalizm; Batı'nın ürettiği hayali bir Doğu' tasviriydi bu ama uçuk bir Batı
rüyası
da değildi. Doğu'nun ve ona ait özelliklerin Batılı
gözle yeniden kurulmasıydı. Batı'nın karşıt imgesi olarak ona göre kendini tanımladığı
ve rahat bir vicdanla sömürebilmek için
‘ötekileştirdiği’ suskun Doğu'nun siluetidir” (Parla, 2001). Oryantalizm Doğu’ya bir öğrenme, keşfetme ve pratik konusu olarak sistemli bir
şekilde yaklaşan bir disiplindir. Üstelik Doğu olarak bölünen çizginin gerisinde neler
kaldığı hakkında konuşmaya çalışan herkesin elinin altında hazır bulunan düşler, imgeler, sözcüklerden oluşan koleksiyondur (Said’ten aktaran:
Binark, 1998, 71).
Oryantalizmin, Batı’nın
kapitalistleşme-sanayileşme süreci içinde ortaya çıkan
bir ilgi, düşünce ve duygu alanı olduğu doğrudur.
İkincisi
ise başlangıçta
bu kavramın iki anlamda, Doğulu
zevk ve yaşam biçimi ve bu yaşam
biçimini bilimsel olarak inceleme olmak üzere iki şekilde
kullanıldığıdır
(Timur, 2003, 64).
Tarihsel metinlerin mutlaka az-çok gerçek dayanağı
olmalıdır. Eğer metinleri, bazı
durumlarda olduğu gibi kurgusal türetmeler ise, bu
türetmelerin ham maddesi doğruluğu kanıtlanabilen olgudur (Bedarida, 2001, 79). Tarihe not düşmek, arınma gerektirir. İdeolojiden, ilişkilerden, aidiyetten, siyasetten arınmakla tarih kaydedilir. Bu tarafsızlık durumunu Hobsbawn şöyle açıklar: “Biz tarihçilerin çalışmaları
IRA’nın kimyasal gübreyi bir patlayıcıya çevirmeyi öğrendiği atölyeler gibi bomba fabrikalarına dönebiliyor. Bizim özelde tarihin
politik-ideolojik açıdan istismarına engel olma genel olarak da tarihsel
olgulara karşı bir sorumluluğumuz söz konusudur” (1999, 10).
Tarih, ‘iktidar seçkinleri’nin kitle iletişim araçlarıyla tüketilebilir bir ‘şey’e dönüşmüştür. Kitleselleştirilerek kullanıma sunulan yalnızca imajlar değildir, tarih de kitlesel imajlar yığını haline gelmiştir. Bütün değerlerin her gün yıkılıp, değişen tüketim kalıplarına göre yeni baştan düzenlendiği bir ortamda, tarih de her gün değişen kalıplara göre kurgulanmakta ve yapay bir
toplumsal bellek oluşturulmaktadır.
Oryantalist Bakış
Orient Doğuyu, işaret etmektedir. Batıdan Doğuya bakan yazarlar tarafından Doğu, tuhaf, garip, egzotik, içine dönük...
bir kayıp dünya olarak tasvir edilir. Oryantalizm,
Batı’nın Doğu’ya yaklaşımını betimlemede kullanılan bir terimdir. “Oryantalizm; Batı'nın ürettiği hayali bir Doğu' tasviriydi bu ama uçuk bir Batı
rüyası
da değildi. Doğu'nun ve ona ait özelliklerin Batılı
gözle yeniden kurulmasıydı. Batı'nın karşıt imgesi olarak ona göre kendini tanımladığı
ve rahat bir vicdanla sömürebilmek için
‘ötekileştirdiği’ suskun Doğu'nun siluetidir” (Parla, 2001). Oryantalizm Doğu’ya bir öğrenme, keşfetme ve pratik konusu olarak sistemli bir
şekilde yaklaşan bir disiplindir. Üstelik Doğu olarak bölünen çizginin gerisinde neler
kaldığı hakkında konuşmaya çalışan herkesin elinin altında hazır bulunan düşler, imgeler, sözcüklerden oluşan koleksiyondur (Said’ten aktaran:
Binark, 1998, 71).
Oryantalizmin, Batı’nın
kapitalistleşme-sanayileşme süreci içinde ortaya çıkan
bir ilgi, düşünce ve duygu alanı olduğu doğrudur.
İkincisi
ise başlangıçta
bu kavramın iki anlamda, Doğulu
zevk ve yaşam biçimi ve bu yaşam
biçimini bilimsel olarak inceleme olmak üzere iki şekilde
kullanıldığıdır
(Timur, 2003, 64).
Said’te şarkiyatçılık sürekli hümanizm değerlerine ve ‘insan ruhu’ nosyonuna başvurur. Temel tezi şudur: Şarkiyatçılık ‘hümanist değerler’i yok etme çabasını içerir ve şarkiyatçı gerçeklik hem insan karşıtı hem de süreklidir (Young, 2000, 203-204).
Seyahatname ve Doğu İmgesi
Despotizmi, mistisizmi, otantikliği ile gizemli; zulmü, ihtişamı, duygusallığı, erotizmi, ehlîleştirilmiş felsefesi ile yeniden seyahatnamelerde
roman gibi kurgulanan bir dünyadır Doğu.
Batılı öznenin seyahat etme ve ötekini yerinde görme arzusu
oldukça ilginçtir. Aslında Yerlileri görebilmek için Üçüncü
Dünya’ya seyahat etmek yerine Batı şehirlerinin çevre mahallelerine yapılacak bir ziyaretle burada göçmen olarak
yaşamakta olan Üçüncü Dünya’nın insanlarını görmek çok daha zahmetsiz olurdu (Yeğenoğlu, 2003, 55). Ancak seyyah için cazibe o
yerliyi geçmişinden tarihinden getirdiği kırıntılarla değil ‘yerinde’ orijinal haliyle görme
arzusudur.
Turistleri akın akın doğuya sürükleyen, geçmiş
yüzyıllarda seyyahları
canı pahasına binlerce mil at sırtında, yürüyerek, aç kalarak yer küre
üzerinde gizemli, tuhaf, garip doğuyu dolaştıran… Gidip, yerinde görmek, diğerleri adına keşfedip, gezdiği yerdeki insan dahil tüm nesneleri, onların yerine onları
temsil ederek anlatmak arzusudur.
Eothen’de Türk ve Doğu İmgesi
Güneş Batmayan İmparatorluk’tan Doğuya bakan, İngiltere’nin saygın ailelerinden Mudcombe Park mensubu
olan Alexander William Kinglake, İngiltere’den İstanbul’a gelip buradaki yaşama katıldıktan sonra, Truva, İzmir ve Anadolu toprakları
boyunca ilerleyip Şam, Gaza, Nablus Kudüs gibi Osmanlı
toprakları içinde yolculuk etmiştir. Kinglake, bu seyahatini Eothen’de
anlatmıştır. Gezmenin, salt ‘görmek’ ve ‘eğlenmek’ten farklı
bir anlam taşıdığı, henüz ‘turizm’ kavramının ortaya çıkıp yaygınlaşmadığı bir dönemde, ulaşım imkânlarının da son derece kısıtlı olduğu da göz önüne alınırsa bu tip bir ‘ölüm pahasına’ gezinin basit nedenleri olması
düşünülemez.
Kinglake’in Osmanlı topraklarında gezmesinin nedeni Osmanlı
hakkında bilgi toplamaktı. Çünkü o dönemde İngiliz parlamentosu toplanıp, Osmanlı’nın toprak bütünlüğü konusunu tartışıyordu. Said’e göre bu seyahatnamenin yazılmasının nedeni:“Bu kitabın görünen ana hedefi, Doğu’ya seyahat etmenin ‘insan karakterini’
(Hatta kişiliğini) değiştireceğini ispat etmektir. Fakat aslında değişecek olan yok, güçlenecek olan vardır. Yabancı
sevmezliğiniz kuvvetlenecek ve kendi ırkınızın ‘her şeyi yapacak kadar kudretli’ bir ırk olduğuna inancınız bütünleşecektir.”
Kinglake seyahate çıkışının nedenini kendisi açıklarken kafasında da bir Avrupa imajı
canlandırmaktadır. Ona göre seyahatin gerekçesi şudur
(Kinglake, 2004, 103-104):
Eğer bir adam, özellikle de bir İngiliz, anasından ağzında bir gemle doğmamışsa, bir gün gelecek topluluğun usanç verici taraflarından nefret edecek, uygar insanlardan hoşlanmayacak, her şeyle alay edecek, kızacaktır. Uygarlık kemendini üstünüze atmak için fırsat kolluyor. Muhakkak sizi de kapacaktır ve ehlîleştirip faydalı
bir duruma sokacaktır. Bu gücün karşısında seni başka bir şey çekecek, önce Avrupa turları
sonradan da Doğuda gezme isteği belirecek. O zaman İngiltere ovaları
ve çayırları
artık seni tutamayacak. Bu küçük, hür toprak
parçalarından
büyük adımlarla
fırlayıp gideceksin. Bu senin için, sevimli,
orta-yaşlı, kıymetli, başarılı, gösterişli, titiz bir dadıya benzeyen, Avrupa’nın bezginliğinden kıvranan birisi için, sağlık, huzur ve kuvvet kaynağıdır.
Yazarın Batılının Doğuluya bakışını (diğer yazarlardan özde fazla farklılık olmamakla birlikte) kendi şahsında açık sözlülükle ve ciddiyetle yansıtmış olması (bu konuda gerçekten samimi olup olmadığı
belli değildir aslında) nedeniyle eseri o dönemde bir İngiliz’in
bakışıyla Türk imgesini görmek açısından önemli bir kayıttır.
Yazar, Osmanlı topraklarına
girişini şöyle anlatıyor: “Güneye doğru bakınca, Tuna vadisi üzerinde sert ve kapkara
yükselen tarihi Osmanlı kalesi Belgrat’ı gördüm. Sanki tekerlek üstünde giden Avrupa’nın sonuna gelmiştim” (bundan sonra sadece at ve deve üzerinde
seyahat edecektir) Çünkü Osmanlı topraklarında uzun mesafe seyahat edilecek arabalar
kullanılmamaktadır.
(s.26) “…ve şimdi artık doğunun görkem ve olağanüstülüğünü seyredecektim.” der. ‘Avrupa’nın
sonuna gelmek’ ifadesi ilk olarak Hall’ün ‘…where Europe ends in the
East’ satırlarını hatırlatmaktadır. Avrupa bir yerde bitmekte ve o ‘meçhul’
doğu başlamaktadır. Kinglake’e göre bu sınır
Belgrat’tır (Kinglake, 2004, 7).
Osmanlı imajı: Kinglake Türk insanını şu imgelerle tasvir etmiştir (s. 9): “Koskoca
esaslı ve
göz alıcı
kavukları
olan…”, mitolojik yüklemeler de yaparak biraz abartmıştır: “Ölümsüz ruhlar taşıyan ve belki de düşünme yeteneği olan varlıklar. Sava kıyılarında yaşayan koca Türkler… asker mi sivil
mi oldukları belirsiz
olan bu insanlar eski Türklerdendir, tüm yoksulluklarına rağmen hâlâ zafer kazanmış bir ırkın sert ve özgür tavrını
taşırlar…”
Kinglake’e Osmanlı topraklarında seyahati boyunca refakat etmekle
görevlendirilen, “Osmanlı ırkına özgü, düzgün ve yakışıklı
çehresi olan adam” için de (s. 10): “Yüzünde saf bir
gurur, onur, sağlamlık ve gizlemeye çalıştığı
bir tür çapkınlık vardı. Fikri bir derinliği olmamakla birlikte
doğuştan akıllıdır. Atalarının Hıristiyanlara korku salan o hakimane
yürüyüş tarzını
hâlâ korur.” diye tarif etmektedir.
Yolculuk esnasında yine kendisine refakat edenlerden
Şerif içinse; “Şerif ne coğrafyayı, ne nerede olduğunu, ne de nereye gittiğini
biliyordu. Her şeyi Allah’a, kadere ve İngiliz’in yıldızına bırakmıştı” (s. 107). diyen Kinglake’i Said haklı
olarak şöyle eleştirmektedir: “Savunma
önlemi almaya gerek duymadan konuşmasına rağmen hiçbir Doğu dilini yeterince
bilmemektedir. Cahilliği Doğu’yu, Doğu kültürünü, Doğu düşünüş biçimi ve Doğu
toplumunu kendince elekten geçirecek genellemeler yapmasına engel değildir” (Said, 1998, 266).
Türklerin rengârenk giysileri vardır:
“Rengârenk yelek ve cepkenler, bol paçalı
donlar ve en zayıf kimseleri bile gerçek bir göbeklilik
heybeti verecek şekilde bele kat kat sarılmış şal (kuşak). Kuşakların içinde parlak ve gümüş kaplamalı
türlü silahlar, eskimiş ve hatta lime lime
olmuş elbiselerin üstüne kuşanılınca büsbütün parlıyorlardı. ‘O’ na göre silaha bakmak bir namus
meselesidir. O parlak yatağanın kendi kötü durumundan etkilenmesine asla
izin vermez. Sonra uzun, sarkık bıyıklar, insanı
deler gibi bakan gözler üzerine indirilmiş,
vaktiyle beyaz olan kavuklar…
Kinglake’in bakış açısından genel hatlarıyla ‘Osmanlı’da bir erkek’ böyle tasvir edilmektedir.
“Tavırlarındaki yorgunluk bu adamlara hüzünlü bir
gurur verir ve eskiye bağlı
kalmış
Osmanlılarda ekseriya görülen güçlüklere karşı
alaycı
bir tavır. Sanki boğazımızı
kesmekle bavullarımızı
taşımaktan daha faydalı, daha onurlu ve daha dindarca bir iş
yapacaklarmış
gibi duruyorlardı” (s. 10). Yazar yer yer bu denli abartılı ifadeler üretme serbestisini bulmaktadır.
Osmanlı topraklarında yürümeye başladığı
andan itibaren Kinglake,
çevresindekilerden çok etkilenmiştir. Ancak, yanında getirdiği ön yargılarına ilk andan itibaren karşılık aramaya başlamıştır. Kinglake’in ön kabullerinde Türk demek;
‘çok eşlilik’, ‘sevabına öldürmek’ ve ‘Kur’an demektir. “Uşak Steel, bunlardan korkuyordu diyemeyiz,
ama kendini cesaretle ölüme, Kuran’a ve hatta çok eşliliğe hazırlıyordu.(s. 10)” diyerek korkularını uşağının üzerinden anlatır.
Kinglake, Osmanlı topraklarına daha ayak basar basmaz karşılaştığı
insan manzarasını böyle tasvir ederken, içinden geçtiği
kenti, ıssız ve yıkık sokakları, iki tarafından damları alçak, penceresiz, beyaz evlerin sıralandığı
dar ve dik sokaklarla hatırlıyor. Orada, Sokak köpekleri bile vahşi
görünüşlüdür, kurda benzerler.
Doğu’da herkes, her şey sessizdir. Bu ‘ölü imparatorluğun
(s. 30)’ topraklarında bir ölüm sessizliği vardır. Kinglake’e göre, Doğulu için canlı
hiçbir şey yoktur; orada her şey kuru ve bir mumyadan farksızdır. Diğer
gezginlerin çoğu gibi o da ölmüş ve kurumuş, entelektüel mumya olmuş Doğu
yerine kendi doğusunu yaratmayı daha uygun görmüştür (Said, 1998, 266-267).
Kinglake, “Türkler biz aralık ayında yağan kara nasıl bakıyorsak, onlar da size Allah’ın mevsiminde gönderdiği açıklanamayan fakat ne işe yarayacağı
sonradan belli olacak, rahat kaçırıcı
bir marifeti olarak bakarlar” (s. 11). Kinglake’in Doğu’luya bakışı
ile Foucault’cu bakış arasında büyük bir benzerlik vardır. Bakışın sahibi öznedir. Çünkü iktidar, güç ondadır. Baktığını nesneye dönüştürür. İktidar ve güç, ‘Osmanlı’nın toprak bütünlüğünü sağlama’ hedefinde varlık gösterir (s. 14).
Egemen olanın, görülmeden gören hükmedici iktidarın bakışı
panoptik bir bakıştır. Panoptik bakış, Mimar Jeremi Bentham’ın hapishane için tasarladığı
ve hiçbir zaman gerçek hayata geçirilmemiş
olan cezaevi dizaynıdır. Binanın tam ortasında bir gözetleme kulesi yer alır ve kuleden tüm mahkumların hücreleri görülebilir. Böylece
amaçlanan, mahkumların sürekli gözetlendikleri hissi ile
hareket etmelerini sağlamaktır. Foucault panoptik kavramını iktidarın bakışı
olarak ortaya atar (Rigel, 2003, 320-321).
İktidar erkekse, erkeğin bakışı
panoptiktir.
Kinglake Osmanlı topraklarında iken köle satan bir tacire uğrar. Tacir:
“Ayın
ondördü gibi güzel bir kız gösterir... Kinglake: “Hakikaten de geniş yüzlü
Türk kızının geniş yüzü son derece beyaz ve yuvarlak
olması nedeniyle
ayın
ondördüne benzetmek yanlış olmazdı. Ancak, ‘pek genç olmasına rağmen, fazlasıyla şişman bir kadındı. Bazı
ilaçlarla veya özel bir perhizle beslenmiş
ve beyazlatılmış gibi görünüyordu.” Bakışın sahibi olan özne tabii ki Kinglake’tir,
baktığı nesne ise alt
tarafı satılık ‘beğenilmek’ için orada ‘beslenen’
köledir. Çünkü iktidar, güç egemen olandadır. Baktığını nesneye dönüştürür.
İslam dininin hakim olduğu yerlerde görünüşte ne hazin
ve ağır
bir havanın
hüküm sürdüğünü bilirsiniz. Müslümanlar güzelliği hapsederler ve öyle sert ve
kasvetli bir ahlak kuralı uygularlar ki, yorgun gezginin etrafta bir
mutluluk işareti görebilmesi için çok dolaşması
gerekir (s. 138).
Belgrad Kalesi’ndeki paşayı
ziyaret eden Kinglake, orada içtiği kahve
ve nargile malzemelerinden ve servisten çok etkilenerek ‘doğu keyfî’ne tanık olmuş, ilk defa Doğu’da bir şeyi çok beğenmiştir.
‘Çay sevgisi İngiliz’le Asyalı arasında bir dostluk kaynağıdır. İran’da çayı
herkes içer. Osmanlılar arasında lüks sayılırsa da, mübarek çayın tadını
bilmeyen Osmanlı
azdır.’ (s. 108) Diye düşünmektedir seyyah.
Asyalının ehli keyf olmasından etkilenen Avrupalının karşısında Avrupa’nın teknik gelişmeleri kulağına çalınan Asyalı vardır. Paşa İngilizlerin tekerlek üstünde
kaynar kazanlarla işleyen lokomotiflerini ‘zihninin aldığını’ belirtir. İngiliz de, Osmanlılar gibi kendilerinin de doğruluğu seven,
sözüne sağdık bir ulus olduğunu belirtir. Karşılıklı kanaatler böyle sürer gider. Aslında Doğulu, Batılıyı anlamaktan aciz, Batılı ise Doğulunun söyleyeceklerini zaten
önceden tahmin edebilmektedir. Kendini anlatamayan Doğuluyu bir de yanlış çeviri yapan tercümanla birlikte düşündüğünüzde,
Doğulunun söylediklerinin hiçbir önemi kalmamaktadır.
Kinglake’in Türklerin yaşam tarzı
ile ilgili izlenimi şudur: Asya’nın lüksü çok sadedir. Doğulu ayrıntıyı
seven bir yaratık değildir. Onun gösterişinde karmaşıklık yoktur. Bir İngiliz’in kibarlığı
ile kabalığı
arasındaki ince ayrım çok kolayca belirlenirken, Doğuda böyle
incelikler yoktur. Bir paşanın zevkiyle bir köylünün zevki aynıdır. Geniş, serin mermer döşemeler; sade bir
divan, gölgeli salonlardan serin serin esen hava, duvarda Kuran’dan bir sure,
akan su sesi ve manzarası, nargilenin serin güzel kokulu dumanı, evin iç odalarında toplanmış çocuklar ve eşler; varlıklı
bir kimsenin en yüksek zevkleri olan bütün
bunlara imparatorluk dahilinde en sade bir Müslüman bile sahip olabilir.
Türk’lerin kendilerine özgü gururlarına rağmen, bir İngiliz’e bile içten gelen bir saygı
gösterirken, Avrupa’da aynı
durumda insanların ne kadar asık suratla ve resmiyetle davrandığını kıyaslar ve Avrupa’nın köhneleşmiş uygarlığından kurtulmak ne tatlı
bir şeydir! diye düşünür. Ancak bu sadece Doğu’lunun doğallığından kaynaklanmaktadır, o kadar.
Yolculuğuna devam eden Kinglake, İstanbul’a geldiğinde burada vebanın hüküm sürmekte olduğunu öğrenir. Ancak yine de İstanbul’u çok beğenir, camileri ve minareleriyle ünlü İstanbul’da dünyanın hiçbir yerinde olmadığı
kadar güzel bir şekilde deniz içtenlikle şehre sokulmuştur. İstanbul’da otelinizden çarşıya gitmek isterseniz, içinde binlerce
yelkenli gemi bulunan ve Haliç denilen açık mavi suyolundan geçmeniz gerekir. St.
Mark sarayları arasında süzülüp giden gondollara alışıksınızdır. Fakat burada sokakta karşınıza yüz yirmi toplu bir gemi çıkar. İşte Kinglake’e göre İstanbul böyle bir yerdir.
Kervansaraylarla ilgili olarak seyyah: “Kervansaray
kalmak için fena bir yer değildir. Ortasında dört köşe bir avlu vardır. Zemin kat depo olarak kullanılır; birinci katta müşteriler kalır. Açık avluda ise hayvanlar bağlanır, yükler indirilip bindirilir ve ticaret
yapılır. Müşterilerin kaldığı
odalar, binanın etrafını
içten dolaşan koridorlara açılan küçük hücrelerdir.” demektedir (s. 142). Bu Foucault’nun
bahsettiği ‘Panoptik yapıyı çağrıştıran bir yapı tasviridir.
Kinglake’in genel söyleminden anlaşılan, o dönemde İngilizler yazarın gözünde dünyanın her yerinden sorumlu olan, her yere
hakim olan millet, dünyanın efendisiydi. “..Beyaz adam kendi
mitolojisini, Hint-Avrupa mitolojisini, kendi logosunu, yani kendi hususi
dilinin mitosunu, aklın evrensel şekli olarak kabul ediyor” (Derrida’dan aktaran: Young, 2000, 20). “...Hindistan
İmparatorluğu’nun emanet edildiği birkaç bin saygıdeğer İngiliz’den biri…” (s. 156),
“Avrupalıların doğal üstünlüğü..” (s. 206), “…ancak bir İngiliz böyle
asil bir davranışta bulunabilir…” (s. 182), İfadelerinden de bu egemenlik ve üstünlük
bilinci hissedilmektedir.
Kinglake, Doğulularla konuşmanın (bu gizemli yaratıkları anlayabilmenin) en emin yolunun, onlara
yaklaşmak olduğunu yinelemektedir. Ancak bir Avrupalı
olarak onlara nasıl yaklaşacaktır? Egemen bir Avrupalı
olarak (!) Egemenlik sahibi bir Avrupalı
olmaktan daha güçlü ne vardır? Kendisinden önce Lamartin gibi Kinglake
de kendi gücü ile ülkesinin gücünü mükemmel şekilde özdeşleştirmektedir (Said, 1998, 267).
Yeryüzündeki imparatorlukların en büyüğü ve en kuvvetlisinin payitahtı
Londra’dan çıkıp doğu prensinin payitahtına giderseniz, sadece azalmakta olan bir
kuvvet ve görkem bulursunuz ve sevincinizden gülüp oynamak istersiniz. Ama bırakın veba zebanîsi buradan gitmesin.
Ordulardan daha kuvvetli, en şanlı devrinde Süleyman’dan daha müthiş olan
veba, bu zayıf kente öyle bir görkem ve azamet kazandırır ki orada iken, bu ölü imparatorluğun
gölgeleri arasından geçmek zorunda kalırsanız, hiç olmazsa uygun bir saygı
ve korku duygusuyla geçersiniz (sh.30).
Tuhaf Doğuyu anlayabilmek için Batı
mihenk taşına vurmak gereklidir. Bu yüzden Kinglake
yer yer kıyaslamalara gider: Eğer aynı
veba Avrupa’da olsa idi, hastalık bulaşır korkusuyla kimse bir birinin yanına yaklaşmazdı. Oysa burada Müslüman, sanki Allah’ın gözü altındaymış gibi, rahat rahat yürür ve hiçbir şeye
kulak asmaz. Frenkler ise ölümden korkup büzülürler (s. 30). Kinglake, bir cenazenin mezara götürülürken tabuttan
ayağının sarktığını ve kendisinin de cenazenin ayağına dokunmuş olabileceğini söyleyerek ciddi bir mübalağada bulunmuştur. Çünkü Müslüman inancında cenazenin ayakları
birbirine bağlandıktan sonra, hiç ceset görünmeyecek şekilde kefene sarılmaktadır. Bu uygulama hiçbir zaman değişmez.
Kinglake Türk kadınlarından oldukça etkilenmiştir. Türk hanımefendisi bir yığın beyaz kumaş içindedir. Elbisesinin kıvrımları arasında bocalayarak yürür. Fakat kendisini
güzelleştiren bu yükünü taşıyışında bir kadın titizliği vardır. Bunlarda yüksek bir cesaret de vardır. “Üzerinizde hakimiyet kuracak
çapta bir güzellik karşısında betiniz benziniz atar (s. 33). Diğer
taraftan buna tezat olarak bu geçici dünyada kadının başlıca görevi olan güzel görünme konusunu, o
kadar boşlamışlar ki, onları
bunun için affedemiyorum” (s. 146) da demektedir seyyah Doğu Akdeniz bölgesinde
genel olarak Kıbrıs kadınlarının şahane İzmirli kız kardeşleri kadar güzel olmadığı
kabul edilirse de, Yunan denizi olan
Akdeniz’in hiçbir kentinde kendisine bir fenalık gelmeyeceğini ve hâlâ oralara hiç
korkmadan demirleyebileceğini söyleyen Yunanlı, sihirli Kıbrıs Adası’na gelir gelmez aşkın pençesine düşeceğinden emindir (s. 67)
Asya’da gezinin zevkini kaçıran ve seyyah için rahatsız edici olan şey, her yerde işinizi kafa tutarak
yaptırmanızdır. Tercümanlarınız sizin namınıza kim bilir ne ağır sözler söylüyor, ne yalan vaatlerde ve
tehditlerde bulunuyor ve kim bilir ne büyüklükler taslıyordur. Tercümanınız sizin için devamlı
mücadele etmek zorundadır (s. 142).
Edward Said’in Oryantalizm adlı
kitabında oryantalizmle İngilizlerle Fransızları çok ilişkilendirmektedir. Said’e göre kısaca oryantalizm, İngiltere ve
Fransa’nın Doğu’ya
karşı ince
bir duyarlılığıdır (Said, 1998, 306). İngiliz oryantalizmini değerlendiren Said, Doğu ve Batı
arasında korunması gereken farklılık duygusu, Batı’nın Doğu üzerinde egemenlik kurma isteği
gibi konular her iki oryantalizmde de aynıdır. Ayrıca İngilizler bağımsız topraklarda Doğu halklarının yönetimini çok iyi beceriyorlardı
(Said, 1998, 306). Doğulu bir şahıs; önce Doğulu, sonra insandır (Said, 1998, 314). Said’in tahlilleri ve
ulaştığı kanaatler ile bu
çalışmada incelenen Eothen, gerçekten de tam
olarak örtüşmektedir.
Said’e göre, “Tüm kişisel farfaralığına rağmen Kinglake Doğu üzerinde genel ve
ulusal bir düşünceyi dile getirmektedir. Kişiliği bu düşüncenin ifade aracıdır. Onu dilediği gibi kullanmaktadır. Yazdıklarının hiçbir noktasında Doğu hakkında yeni bir düşünce uyandırma gayretinin en ufak bir izine dahi
rastlanmaz” (Said,
1998, 267).
Sonuç
Seyahatname literatüründen elde edilen genel bilgiler
ve incelenen seyahatname doğrultusunda, oryantalist bakış açısının geçmişten gelen, hala devam eden belirli
kalıplarının olduğu tespit edilmiştir.
1844’te yazdığı Eothen adlı
seyahatnamesinde
oryantalist bakış açısıyla
doğu tasvirleri yapan yazar [depicter] Kinglake, sık sık Doğu-Batı kıyaslamasına
gitmiş, abartılı tasvirlerde bulunmuş, kimi zaman da
gördüklerinden fazlasını hayal gücünün yardımıyla
üretmiştir.
Oryantalist seyyah, Doğu da yaşayanın neden ve nasıl ‘Doğulu’ olduğunu yalnızca Batılıya değil, Doğuluya da göstererek
benimsetmektedir. Bu gösteride bazen her şey olduğu gibi gösterilir, bazen de
gerçeğin dev aynasından geçmiş hali imgeleştirilir. Oryantalist,
Doğulunun tarihini, coğrafyasını, dinini, dilini, kültürünü ve karakterlerini saptar,
belgelendirir ve tüm dünyayı bilgilendirir.
Eski metinlerde farklı (politik, ideolojik ve çıkar ilişkiler) açılardan bakılıp, farklı farklı görülen doğu aslında özünde tek bir Doğu; aynı
sıfatlar, aynı imgelerle betimlenen, hiç değişmeyen bir ‘mumyalaşmış’ Doğudur. (mumyalaşmış ifadesini Said Kinglake için Oryantalizm’de
kullanır) Seyahatnamelerde hayranlık duyulurken dahi ironik bir şekilde aşağılanan, açıktan beğenilen, örtük olarak hor görülen,
`üstün' Batı kültürüne karşı
Doğu... Doğulu, İngiliz’in yaptığı
buhar makinasını
‘zihni almamakta’dır. Kinglake’in “Türkler biz aralık ayında yağan kara nasıl bakıyorsak, onlar da size Allah’ın mevsiminde gönderdiği açıklanamayan fakat ne işe yarayacağı
sonradan belli olacak, rahat kaçırıcı
bir marifeti olarak bakarlar (s. 11)” şeklinde belirsizleştirdiği meçhul olarak Doğulu,
kendini kendisi tanıtmadığında, başkasının kendisini dilediği gibi tanıttığı
bir Doğuludur. Geçmişte Türk’ü Osmanlı’yı yani tüm ‘Doğu’yu o günün imkânlarında seyahatnameleri ile tasvir eden Batı, bugün de uluslararası
haber ajansları
başta olmak üzere, film ve tüm medya
endüstrisi üzerinden yapmaktadır.
Irkçılığı, sömürgeciliği ve emperyalizmi yaratmış olan Batı’da elbette ki Doğu’ya karşı önyargılar
vardır.
Fakat soruna iki yönlü bakmak gerekir. Bu gibi önyargılar,
Doğu’da da fazlasıyla bulunmuyor mu? (Timur, 2003, 68).
Avrupa’nın Doğu
hakkındaki
görüş ve düşünceleri daima Doğu ile Batı arasındaki ilişkilerde sorun olmuştur. Bu
sorunun aşılması için ne yapılması gerektiğini yine bir Oryantalist Massignon
şöyle tanımlar(Aktaran: Türkbağ, 2002, 208): ‘Ötekini anlamak için onu kendimize katmak değil onun konuğu olmak gerekir.
Dipnotlar
* İlk basımında (1845) orijinal adı
‘Eothen, or Traces of Travel Brought
Home From the East’ olan kitap; ‘EOTHEN (Türkçe karşılık bulunamamış) Bir Oryantalistin Doğu Seyahatnamesi adıyla Türkçe’ye çevrilmiştir. Kitap, İngilizce
ve Türkçe literatürde ‘Eothen’ olarak bilinmektedir.
**Dr.
İbrahim E. Bilici, Erciyes Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü
araştırma
görevlisi. e-mail adresi: bilici@erciyes.edu.tr
KAYNAKÇA
BEDARIDA, Francois (2001). Tarihçinin Toplumsal
Sorumluluğu, (Çev: Ali Tartanoğlu-Suavi Aydın), Ankara: İmge Kitabevi Yayıncılık.
BİNARK, Mutlu (1998). “Oryantalist Söylem ve
Japonya”, Kültür ve İletişim. Kış 1998 Sayı:1/1
BOTTOMORE, Tom (2002). Marksist Düşünce Sözlüğü, (Çev: Mete Tunçay), İstanbul: İletişim Yayınları.
BOYNE, Roy (1998). Foucault ve Derrida’da Feminizm ve
Ayrım, (Çev: Ayşe Banu Karadağ), İstanbul: Sel Yayıncılık.
CANPOLAT, Nesrin (2003). Bilginin Arkeoloğu Michel Foucault, (Editörler), Nurdoğan Rigel, Gül Batuş, Güleda Yücedoğan, Barış Çoban. Kadife Karanlık, İstanbul: Su Yayınları, s.73-113.
EMİR, İsmet Yazıcı (2003). Kitle İletişiminde İmaj, İstanbul: İm Yayın Tasarım.
FENTRESS, James (1998). ''Deli Öteki”, Tarih Eğitimi ve Tarihte ‘Öteki’ Sorunu, II.
Uluslararası Tarih Kongresi,
8-10 Haziran 1995, İstanbul. Tarih Vakfı
Yayınları 62, 1998.
GÜVENÇ, Bozkurt (1995). ''Tarihi Perspektifte Kimlik
Sorunu Özdeşimlerini Belirleyen Bazı
Etkenler'', Tarih Eğitimi ve Tarihte ‘Öteki’ Sorunu, II.
Uluslararası Tarih Kongresi,
8-10 Haziran 1995, İstanbul. Tarih Vakfı
Yayınları 62, İstanbul, 1998.
HALL, Stuart (1996). The West and the Rest: Discourse
and Power, Modernity and Introduction to Modern Societies. Thompson, Blackwell.
HOBSBAWN, Eric (1999). Tarih Üzerine, (Çev: Osman Akınhay), Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları.
KINGLAKE, Alexander William (1845). Eothen, or, Traces
of Travel Brought Home From the East, Wiley and Putnam, 161 Broadway New York,
KINGLAKE, Alexander William (2004). Eothen Bir
Oryantalistin Doğu Seyahatnamesi, (Çev: Adem Fidan), İstanbul: İlkbiz Yayınevi.
MARDİN, Şerif (2002). ''Oryantalizmin Hasıraltı Ettikleri'', Oryantalizm-I, Doğu Batı Düşünce Dergisi, 2002 Yıl: 5, Sayı: 20, Ankara: Doğu Batı Yayını
PARLA, Jale (2001). ''Oryantalizm Hayali Doğu'', Atlas Dergisi, Mart 2001 Sayı: 96.
PITERBERG, Gabriel (1995). “Uyanış” Mecazı: Oryantalizm ve Milliyetçi Tarih Yazıcılığı'', Tarih Eğitimi ve Tarihte ‘Öteki’ Sorunu, II.
Uluslararası Tarih Kongresi,
8–10 Haziran 1995, İstanbul. Tarih Vakfı
Yayınları 62, İstanbul, 1998.
RİGEL, Nurdoğan (2003). Lacan’ın Çekiciyle Put Kırmak Slavo Zizek, (Editörler), Nurdoğan Rigel, Gül Batuş, Güleda Yücedoğan, Barış Çoban. Kadife Karanlık, İstanbul: Su Yayınları, s.315-345.
SAID, Edward (1998). Oryantalizm, (Çev. Nezih Uzel), İstanbul: İrfan Yayıncılık & Tanıtım
SARUP, Madan (2004). Postyapısalcılık ve Postmodernizm, (Çev: Abdülbaki
Güçlü), Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları.
TEKELİ, İlhan (1995). ''Tarih yazıcılığı ve Öteki Kavramı
Üzerine Düşünceler'', Tarih Eğitimi ve Tarihte ‘Öteki’ Sorunu, II.
Uluslararası Tarih Kongresi,
8-10 Haziran 1995, İstanbul. Tarih Vakfı
Yayınları 62, İstanbul, 1998b.
TEKELİ, İlhan (1998). Tarih Yazımı Üzerine Düşünmek, Ankara: Dost Kitabevi Yayınları.
TEKELİOĞLU, Orhan (2003). Foucault Sosyolojisi, İstanbul: Alfa Basım Yayım Dağıtım Ltd.
TİMUR, Taner (2003). ''Oryantalizm(ler) tartışması'', Toplumsal Tarih Dergisi, Türkiye
Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı Yayını, Kasım 2003 Cilt: 19 Sayı: 119.
TÜRER, Celal (2002). ''Ralph Waldo Emerson’ın Oryantalizmi'', Oryantalizm-II, Doğu Batı Düşünce Dergisi, Ankara 2002 Yıl: 4 Sayı: 20.
TÜRKBAĞ, Ahmet Ulvi (2002). ''Şark’a Dair: Miladın 24. Yılında Şarkiyatçılık'', Oryantalizm-I, Doğu Batı Düşünce Dergisi, 2002 Ankara Yıl: 5 Sayı: 20.
YEĞENOĞLU, Meyda (2003). ''Öteki Mekânda Olmak: Post Kolonyal
Dünyada Göçmenlik ve Turizm'', Kültür ve İletişim, 2003 Sayı:6/2.
YOUNG, Robert (2000). Beyaz Mitolojiler
Tarih Yazımı ve Batı, (Çev: Can Yıldır), İstanbul:
Bağlam
Yayınları.
YÜKSEK, Özcan (2005). ''İmge İmparatorluğu'',
Atlas Dergisi, Atlasname, http://www.kesfetmekicinbak.com/atlasdan/atlasname/01034/
, Erişim tarihi: 06.10.2005
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder