14 Mart 2013 Perşembe

‘Sansür’ diyorlar ya, bunlar ‘sansür’ görmemiş...-Sansür tarihimizden başka notlar-Herkes unutur, arşiv unutmaz-‘Atlatma haber’ mi dediniz?-Taha Kıvanç

‘Sansür’ diyorlar ya, bunlar ‘sansür’ görmemiş...

Milliyet’i ve Hürriyet’i ‘içeriden’ tanıyan Doğan Akın yazmasa zor inanırdım; ama başında bulunduğu T24 sitesinde yazan o. Başbakan Tayyip Erdoğan’ın “Batsın bu gazetecilik” demesi sonrasında Milliyet ve Hürriyet’te büyük panik yaşanmış...
İki yazarını dinlendirmeye almış Milliyet, Hürriyet ise yazılara sansür uygulamış... Yalçın Doğan ile Kanat Atkaya’nın yazıları konmamış, Mehmet Y. Yılmaz’ın parçalı köşesinden bir bölüm ayıklanmış...

Şaşırdım mı? Hayır. Bizim medyanın daha önce de ‘sansür’ krizleri tutmuştu. Bugün yazısına ‘sansür’ uygulananlardan biri tam altı yazarın yazısına aynı muameleyi reva görmüştü...
Hürriyet’ten rahmetli Yavuz Gökmen benim yakın dostumdu. 28 Şubat (1997) yalnız bizlere değil Yavuz’a da vurmuştu; yazıları yayın yönetmeni tarafından sansürleniyordu. Kızgındı Yavuz, ama elden ne gelir, yazısını gün içinde birkaç kez değiştirmek zorunda kalıyordu.
Aynı gazetede yazan Emin Çölaşan, onu kast ederek, “Yazısı sansürleniyor, fakat gıkı çıkmıyor; yazısı sansürlendiği halde ses çıkarmayan şerefsizdir” anlamına gelen şeyler yazabiliyordu...
Hürriyet’ten ayrılıp patronu ve yayın yönetmeniyle kavgaya tutuştuğunda, Emin Çölaşan, aynı dönemde kendisinin yazılarına da, tıpkı Yavuz Gökmen’e yapıldığı gibi, ‘sansür’ uygulandığını itirafedecekti.
Günün siyasi egemeniyle ters düşmemeye ayarlı bir yayın politikası izler çoğu gazete ve ters düşene asla acımaz; bu bir... Bir de, siyasi ortamı yeniden dizayn etme girişimi başladığında acımasız olur medyaya hükmedenler...
2001 yılı Mart ayı öyle bir dönemdi. Ak Parti’nin gümbür gümbür geldiği telâşına düşenler, karşısına güçlü bir alternatif çıkarma gayretine girmişti. Önce ‘makul çoğunluk’ tezi ve o teze uygun bir lider arayışına girildi; oradan hayır çıkmayacağı anlaşılınca varolanları birleştirerek sonuç alma denemesi başlatıldı.
Giyotin gibi iniyordu patronajın kılıcı... Milliyet’ten Umur Talu, Nilgün Cerrahoğlu, Şahin Alpay, Duygu Asena, Zeynep Oral, Yalçın Doğan, Yalım Eralp, Bedri Koraman ve Turhan Selçuk, Hürriyet’ten de Oya Berberoğlu, Pınar Türenç, Kurthan Fişek veZeynep Atikkan o günlerde gönderildiler...
Seçkin Türesay, Ege Cansen, Doğan Heper de vardı ‘gönderilenler’ paketi içerisinde; devran değiştiğinde geldikleri yere bir tek onlar yeniden dönebildi.
İster inanın ister inanmayın: O günlerdeki tasfiye hareketine medyada karşı çıkan bir tek ben vardım. Tasfiye yapılan Doğan Medya Grubu’nda önemli bir konumda bulunan Hürriyet yönetmeninin, öteki gazetelerin yayın yönetmenlerini arayıp, “Bizim attıklarımızı sizler de almayın” dediğini de yazmıştım. Yönetmen, avukatı aracılığıyla bu sonuncu iddiayı ispat etmemi istediğini bildiren bir açıklamagöndermişti bana.
Atılanların hiçbiri ‘öteki’ ile murad edilen gazetelere alınmadı. Kimi Zaman’a, kimi Cumhuriyet’e geçti, biri de çok sonra çıkan Habertürk’te yeniden yazmaya başladı.
Zeynep Atikkan “Eğer tensikatta ben de olacaksam, bırak istifa edeyim” dediğinde, “Sen benim en tuttuğum yazarsın, olur mu öyle şey” cevabını vermişti yönetmen...
Onun da gözünün yaşına bakılmadı.
Haziran 2001’e geldik, bu defa kılıç farklı şakırdadı...
Medya Grubu RTÜK yasasının çıkarlarına uygun çıkmasını istiyor... Başbakan Ecevit uyumlu, hastalığına rağmen Meclis’te nöbette... Yardımcısı Mesut Yılmaz zaten yasaya hayatını koymuş... Hükümetteki tek çatlak ses Sadettin Tantan da gönderilmiş...
Neredeyse her şey kontrol altında sanılırken, aa o da ne, bazı Milliyet yazarları ‘eleştirel’ tavır almamış mı? Hasan Cemal (evet, yine o yaramaz), Derya Sazak ve Meliha Okur’un yazılarının bütünü ile Melih Aşık ve Meral Tamer’in parçalı köşelerinden birer bölüm sökülüp atılmış...
Atan? Doğan Akın’ın parçalı yazısından bir bölümünün sansürlendiğini söylediği Mehmet Y. Yılmaz... Dönemin Milliyet yayın yönetmeni...
Burada kesiyorum.


Sansür tarihimizden başka notlar


“Tutanakların yayımı neye yaradı?” derseniz cevabım hazır: Medya içi hayırlı tartışmalara yaradı. Gün geçmiyor ki köşelerin birinde gazete yazarlığı üzerine bir yazı çıkmasın... Bazısı kendi köşesinde yazamadıklarını başka gazetelere, dergilere veya internet sitelerine söyleşi olarak yansıtıyor...
Hasan Pulur uzun yıllar çalıştığı Milliyet gazetesinde sahip değişikliği sonrasında huzurunun kalmadığını anlatmış T24 sitesinden Hazal Özvarış’a... “Eskiden böyle olmazdı” anlamına gelen şikâyetleri ve eleştirileri var. Gazete sahipleri özgürlüklere daha saygılıymış, yazılara karışmazlarmış... Yazarların muhatabı yayın yönetmenleriymiş; herhangi biri kalkıp da “Yazını koymuyoruz” demezmiş...
Acaba?
Kuşku duymamın sebebini açıklayayım: Hasan Pulur’un şimdilerde Milliyet’te yaşananları eleştirirken söyledikleri, uzun meslek hayatına dair Safa Kaplan’a anlattıklarından oluşan kitaptaki tanıklıklarıyla çelişiyor...
Son söyleşisinde Milliyet’in Aydın Doğan’dan önceki patronu Ercüment Karacan’ı öve öve bitiremiyor Hasan Pulur. “Sadece gazete çıkarıyordu, ihaleleri, inşaatları yoktu” diyor. Bülent Ecevit’e müthiş karşı olmasına rağmen asla yayına müdahale etmezmiş. Abdi İpekçi’nin izlediği politik çizgiyi beğenmez, ama beğenir görünürmüş...
İlk tanıklık: Kemal Bisalman bir zamanlar Milliyet’te yazardı; Ercüment Karacan ile Abdi İpekçi’nin Milliyet’inde... Hasan Pulur o günlerde gazetenin yazı işleri müdürü. Patron, “Bugünden itibaren Kemal Bisalman’ın yazısını koymayacaksın” diyor... Kime? Yazı işleri müdürü Pulur’a... “Abdi Bey yurtdışında, dönüşünü bekleyelim” itirazını dinlemiyor patron, “Lüzum yok, yazıyı koymayacaksın...” diyor...
Yazılarının artık gazeteye konulmayacağını öğrenen Bisalman’ın “Neden?” sorusuna, Pulur’un cevabı şu oluyor: “Anlaşma yaptığın insan artık yazılarının yayımlanmasını istemiyor...” (s. 123)
Herhalde bu olaydan çıkardığı ilkeyi söyleşide şöyle formüle etmiş: “Gazetenin içeriğine, sözleşmeye aykırı yazılar yazdığınızda işveren buna müdahalede bulunabilir, sözleşmeyi feshedebilir...” O zaman neyi eleştirmiş oluyor bugün? Yazısına müdahalenin yayın yönetmeni yerine yayın koordinatörü eliyle yapılmasını mı?
T24’e verdiği söyleşide kendisini ‘ilkeli’ biri olarak ve “Sosyal demokratım, Kemalistim, Atatürkçüyüm” diye tanıtan Hasan Pulur’un, Demokrat Parti iktidarı döneminde ‘Hürriyet gibi olmak’ amacıyla çıkan ‘DP-yanlısı’ Havadis gazetesinde çalıştığını da, yine kitaptan, (‘olaylar ve insanlar’ın Peşinde Bir Ömür – Hasan Pulur Kitabı’, İş Bankası Kültür Yayınları) öğreniyoruz (s. 71).
“Para için geçtim” diye açıklıyor bir yıldan fazla sürmüş Havadis macerasını...
Aslında şu sırada Milliyet’te değil de Sabah’ta yazıyor olsaydı başına bunlar gelmezdi...
Nedeni şu: Geçenlerde Sabah’ın yayın yönetmeni Erdal Şafak’ın kendi yayın gruplarına ait aylık bir dergide çıkan söyleşisini okurken açık sözlülüğüne bayılmıştım. Birbirimizi tanırız da bu denli ilginç biri olduğunu bilmezdim. “Sabah kalktığınızda hangi gazete yazarını okursunuz?” sorusuna cevaben söyledikleri meselâ: “Hiçbir yazarı okumam, benim aklım bana yeter. Yazarlara ayıracağım zamanı dünya gazetelerine ayırırım.”
Çok beğendim bu yaklaşımı... Her gazetenin yayın yönetmeni Erdal Bey gibi zamanını verimli işlere ayırsa belki çok farklı bir medyamız olurdu. (Aktüel’de yayımlanan söyleşisinde, Erdal Şafak, “Ben sabah bu ofise oturduğumda, Kanada'dan başlarım, Japonya'dan çıkarım. 80 ayrı dünya gazetesi okurum. Afrika'yı da ihmal etmem. Bu süreyi yazarlara ayırırsam, hiçbir şey okuyamam”diyor...)
Takip edenler biliyordur, ben yine de takdirlerimi sunayım: Erdal Bey’in kendisiyle fazlasıyla barışık ilgisi sayesinde, hergün Sabah alanlar, başka hiçbir gazetenin önem vermediği konuların onun sütununda ele alındığını görüyorlar.
Yayın yönetmeni okumadığı için, Sabah’ta yazıyor olsaydı, Hasan Pulur’un yazılarına da dokunulmazdı...
Milliyet’in sahibinin “Başbakan emretsin, gazeteyi kapatırım” dediğini ileri sürüp “Milliyet’te bu olmazdı” diyor Hasan Pulur. Oysa kendisi Milliyet’te yazarken, Aydın Doğan, önce Meydan gazetesini sonra da Gözcü adıyla çıkanı kapatmadı mı?
Unutkanlık herhalde...
Vallahi seviyorum bu arkadaşları... Günü geldiğinde kural tanımıyorlar, günü geldiğinde en ileri kuralcı onlar oluyor...
Milliyet’in ‘tutanak’ yayını sonrasında ne yapacaklarını bilemediler, ama konumuz o değil...
Hürriyet geçen gün birinci sayfasından Suriye’de muhaliflerin düşürdüğü bir helikopterin fotoğrafını “AA’ya özel helikopter düşürdüler” başlığıyla yayımladı. Anadolu Ajansı başlığa şaşırmış. AA haberin içeriğinde başlığı haklı çıkaracak bir yön bulunmadığı, bunun emeğe saygıdan uzak bir tasarruf olduğu görüşünde... “Haber veriş şekliniz, başta Suriye’dekiler olmak üzere habercilerimizi hedef gösteriyor, can güvenliklerini tehlikeye atıyor...” da diyor AA...
İtiraza cevapHürriyet’in okur temsilcisinden geldi dün. Temsilci, fotoğraftan kuşkulandıklarını, muhabirle görüşme sonucu AA muhabirinin öyle bir görüntü elde etmek için 15 gün havaalanı çevresinde pusuya yattığını öğrendiklerini yazıyor...
Esas bomba ‘kural’ biçiminde ve bundan sonra geliyor: “Bir gazetecinin işlevi, savaşan taraflardan birinin gücünü anlatmak olmasa gerek. Tam tersine gazetecinin görevi savaşın dehşetini gözler önüne sermek, savaşa karşı tavır almak olmalı. (..) Bir anlamda o sahne gazeteci için hazırlanıyor, o da fotoğrafı çekiyor. Ya o helikopterde ölen insanlar? Onlardan hiç bahis yok. Ne yazık ki, gazeteci, ölümü ve savaşın dehşetini yansıtmanın değil, ÖSO’nun gücünü aktarmanın peşinde. Savaş muhabirliği bu değil...”
Okur temsilcisinin satırları size ne düşündürdü bilemem, ama beni derhal 2003 yılına, ABD’nin Irak’a saldırmaya hazırlandığı ve sonrasında işgalci güç haline dönüştüğü günlere götürdü. Atılan manşetler, kocaman kullanılan fotoğraflar, savaşkan yorumlarıyla ‘Hürriyet’ gözümün önüne geldi.
Kısa bir araştırma sonucu Gazi Üniversitesi’nde tam da bu konuda yapılmış bir yüksek lisans tezine ulaştım. Gül Keçelioğlu Zorcu’nun ‘Hürriyet’in Irak Savaşı’nda tarafların orduları hakkındaki görsel sunumu’ tezine...
Tez yazarı işgal dolayımında Hürriyet’in kullandığı fotoğraf, grafik, imaj ve harita gibi malzemeleri ‘görsel analiz tekniği’ kullanarak incelemiş. Vardığı sonucu en başta şöyle paylaşıyor: “İncelemenin bulguları, Hürriyet’in, savaşı, ABD lehine taraflı olarak sunduğu ve savaşın sunumunda büyük oranda uluslararası dev medya tekellerine bağlı kaldığı yönündeki varsayımı doğruladı.”
Ne diyordu okur temsilcisi ‘kural’ olarak; “Gazetecinin görevi savaşan taraflardan birinin gücünü anlatmak değildir; hani o helikopterde ölen insanlar?”
Peki Hürriyet’in 2003 Irak Savaşı konusundaki yayın politikasını özellikle görsel açıdan inceleyen araştırmacının tespiti ne? Şu: “Tüm bu veriler göstermektedir ki, Hürriyet bu savaşta Irak ordusunu, askerlerini ve direnişçileri yok saymıştır. Bir taraf olarak göstermemiştir. Savaşlarda cepheler olur ve cephe kavramı alınla ilgili bir kavram olup içinde karşılıklılığı barındırır. Oysa bu savaşta ‘Irak cephesi’, olmayan bir cephe olarak sunulmuştur.”
Okur temsilcisinin koyduğu ‘kural’ ile olan arasında ne yaman çelişki var, değil mi?
Tespitler bu kadarla kalsa iyi. Görsellerden hareketle varılan başka sonuçlar da var. Birini okuyalım: “Hürriyet ABD ve koalisyon güçlerini olumsuz bir kodla vermemek için yoğun bir çaba içinde olmuştur. Haberlerde sivillere yöneltilen namlular haklılaştırılmaya çalışılmıştır.”
Araştırma köşe yazarlarını kapsam dışı saymış; tek istisna, Hürriyet’in yayın yönetmeni de olan yazarı ‘pop sosyolog’… Onun elinde beyaz bayrak tutan öldürülmüş iki Iraklı askerle iki Amerikan askerinin fotoğrafını tevil eden ‘Geç kalmış beyaz bayrak’ başlıklı yazısı…
Başkaları Iraklı iki askerin beyaz bayrak açtıkları halde öldürüldüğünü yazarken, ‘pop sosyolog’, fotoğrafını yayımladıkları olayda, askerlerin beyaz bayrak çıkarmadan önce öldürüldükleri iddiasında bulunmuş. Araştırmacı, “Gazetenin genel yayın yönetmeni tarafından yapılan bu yorum analize gerek bırakmayacak niteliktedir” diyor…
Herkesi unutkan sanıyorlar, herkes unutsa arşiv unutmaz oysa...
Herkes unutur, arşiv unutmaz
Milliyet’in ‘tutanak’ yayını sonrasında ne yapacaklarını bilemediler, ama konumuz o değil...
Hürriyet geçen gün birinci sayfasından Suriye’de muhaliflerin düşürdüğü bir helikopterin fotoğrafını “AA’ya özel helikopter düşürdüler” başlığıyla yayımladı. Anadolu Ajansı başlığa şaşırmış. AA haberin içeriğinde başlığı haklı çıkaracak bir yön bulunmadığı, bunun emeğe saygıdan uzak bir tasarruf olduğu görüşünde... “Haber veriş şekliniz, başta Suriye’dekiler olmak üzere habercilerimizi hedef gösteriyor, can güvenliklerini tehlikeye atıyor...” da diyor AA...
İtiraza cevapHürriyet’in okur temsilcisinden geldi dün. Temsilci, fotoğraftan kuşkulandıklarını, muhabirle görüşme sonucu AA muhabirinin öyle bir görüntü elde etmek için 15 gün havaalanı çevresinde pusuya yattığını öğrendiklerini yazıyor...
Esas bomba ‘kural’ biçiminde ve bundan sonra geliyor: “Bir gazetecinin işlevi, savaşan taraflardan birinin gücünü anlatmak olmasa gerek. Tam tersine gazetecinin görevi savaşın dehşetini gözler önüne sermek, savaşa karşı tavır almak olmalı. (..) Bir anlamda o sahne gazeteci için hazırlanıyor, o da fotoğrafı çekiyor. Ya o helikopterde ölen insanlar? Onlardan hiç bahis yok. Ne yazık ki, gazeteci, ölümü ve savaşın dehşetini yansıtmanın değil, ÖSO’nun gücünü aktarmanın peşinde. Savaş muhabirliği bu değil...”
Okur temsilcisinin satırları size ne düşündürdü bilemem, ama beni derhal 2003 yılına, ABD’nin Irak’a saldırmaya hazırlandığı ve sonrasında işgalci güç haline dönüştüğü günlere götürdü. Atılan manşetler, kocaman kullanılan fotoğraflar, savaşkan yorumlarıyla ‘Hürriyet’ gözümün önüne geldi.
Kısa bir araştırma sonucu Gazi Üniversitesi’nde tam da bu konuda yapılmış bir yüksek lisans tezine ulaştım. Gül Keçelioğlu Zorcu’nun ‘Hürriyet’in Irak Savaşı’nda tarafların orduları hakkındaki görsel sunumu’ tezine...
Tez yazarı işgal dolayımında Hürriyet’in kullandığı fotoğraf, grafik, imaj ve harita gibi malzemeleri ‘görsel analiz tekniği’ kullanarak incelemiş. Vardığı sonucu en başta şöyle paylaşıyor: “İncelemenin bulguları, Hürriyet’in, savaşı, ABD lehine taraflı olarak sunduğu ve savaşın sunumunda büyük oranda uluslararası dev medya tekellerine bağlı kaldığı yönündeki varsayımı doğruladı.”
Ne diyordu okur temsilcisi ‘kural’ olarak; “Gazetecinin görevi savaşan taraflardan birinin gücünü anlatmak değildir; hani o helikopterde ölen insanlar?”
Peki Hürriyet’in 2003 Irak Savaşı konusundaki yayın politikasını özellikle görsel açıdan inceleyen araştırmacının tespiti ne? Şu: “Tüm bu veriler göstermektedir ki, Hürriyet bu savaşta Irak ordusunu, askerlerini ve direnişçileri yok saymıştır. Bir taraf olarak göstermemiştir. Savaşlarda cepheler olur ve cephe kavramı alınla ilgili bir kavram olup içinde karşılıklılığı barındırır. Oysa bu savaşta ‘Irak cephesi’, olmayan bir cephe olarak sunulmuştur.”
Okur temsilcisinin koyduğu ‘kural’ ile olan arasında ne yaman çelişki var, değil mi?
Tespitler bu kadarla kalsa iyi. Görsellerden hareketle varılan başka sonuçlar da var. Birini okuyalım: “Hürriyet ABD ve koalisyon güçlerini olumsuz bir kodla vermemek için yoğun bir çaba içinde olmuştur. Haberlerde sivillere yöneltilen namlular haklılaştırılmaya çalışılmıştır.”
Araştırma köşe yazarlarını kapsam dışı saymış; tek istisna, Hürriyet’in yayın yönetmeni de olan yazarı ‘pop sosyolog’… Onun elinde beyaz bayrak tutan öldürülmüş iki Iraklı askerle iki Amerikan askerinin fotoğrafını tevil eden ‘Geç kalmış beyaz bayrak’ başlıklı yazısı…
Başkaları Iraklı iki askerin beyaz bayrak açtıkları halde öldürüldüğünü yazarken, ‘pop sosyolog’, fotoğrafını yayımladıkları olayda, askerlerin beyaz bayrak çıkarmadan önce öldürüldükleri iddiasında bulunmuş. Araştırmacı, “Gazetenin genel yayın yönetmeni tarafından yapılan bu yorum analize gerek bırakmayacak niteliktedir” diyor…
Herkesi unutkan sanıyorlar, herkes unutsa arşiv unutmaz oysa...






‘Atlatma haber’ mi dediniz?




Üstüme vazifeymiş gibi, “Başbakan neden tutanağı sızdıran kaynağı bu kadar önemsiyor, neden ‘Siz söylemezseniz, biz açıklayacağız’ tehdidini savuruyor?” sorusunu bana soruyorlar...
‘Atlatma haber’, adı üstünde, atlatmadır, gazeteci kaynak açıklamaz... Öyle değil mi?
Gazetecilik dizilerinde karşınıza çıkan ‘atlatma haber’ olaylarına fazla kaptırmayın kendinizi; dünyayı sarsacak önemde atlatmalar öyle her gün yaşanmaz bizim meslekte... Her haberci hayatı boyunca bir hadi bilemediniz iki önemli olayı ilk veren olmuşsa kendisini şanslı sayabilir.
Mesleğin en kıdemlilerinden Kenan Akın’ın büyük zahmetlere katlanarak 25 yıldan beri aksatmadan çıkardığı ‘Babıali Magazin’ dergisinin yeni sayısında, son zamanlarda kaybettiğimiz meslektaşlarla ilgili değişik kalemlerin anlatımıyla anılar var... Zafer Atay sözgelimi, yıllar boyu birlikte haber peşinde koştuğu Mehmet Ali Birand’ı anarken, onun ‘atlattığı’ bir olayı hatırlamış...
Okuyalım: “Rahmetli Ecevit’in Kıbrıs barış harekâtından sonra yaptığı ilk ABD gezisi tam bir kâbustu. (..) Rahmetli Washington’dan önce Brüksel’e uğramıştı. Bir grup arkadaşımız başbakanı orada izliyordu. Biz Brüksel’e uğramadan doğrudan Washington’a uçmuştuk. Birden Milliyet’te Birand’ın imzasıyla bomba patladı: ‘Denktaş Makarios ile buluşacak’... Hepimizi atlatmıştı. Genel yayın yönetmenimiz Güneri Cıvaoğlu bizi aramış ve kibarca ‘Zafer Bey... Dakika 1, gol 1’ diyerek fırçasını atmıştı.”
Denktaş-Makarios görüşmesini ilk vermek... İşte size bir ‘atlatma’ haber...
Bob Woodward bütün dünya habercilerinin ismini imrenerek andığı bir Amerikalı gazetecidir. İmrenilmesinin sebebi, Richard Nixon adlı ABD başkanının sonunu getiren ‘Watergate Skandalı’nı derinleştiren haberlere imza atmış iki gazeteciden biri olmasıdır. İkinci kez yeniden seçilmiş güçlü bir başkan, yaptığı yanlışlığı ilmek ilmek birbirine bağladıkları ‘atlatma’ haberlerle gündemde tutan Woodward ve arkadaşı yüzünden koltuğunu kaybetti.
“Woow” demezsiniz de ne dersiniz?
40 yıl boyunca kendilerine ‘atlatma’ haberleri veren kaynağın kimliğini gizli tuttu Bob Woodward ve arkadaşı Carl Berstein... ‘Kaynak’ tam öleceğine yakın, Vanity Fair dergisine, “Onların haberlerinde kullandıkları bilgi ve belgeleri sağlayan ‘gizli kaynak’ bendim” deyiverdi...
Mark Felt adlı biriydi kaynak... Amerikan dahili haberalma örgütü FBI’ın iki numaralı koltuğunda oturuyordu. Görevleri arasına, Woodward-Berstein ikilisini belge ve bilgilerle besleyen kaynağı ortaya çıkarmak da giriyordu. Adam kaynağı belirlemek bir yana, Başkan Nixon’u devirecek yeni malzemeler sağlayıp durmuş iki gazeteciye...
Eğer Nixon sonunu getirecek haberleri ‘sızdıran’ kaynağı en başta tespit edebilseydi, alacağı tedbirlerle kötü âkıbetinden kurtulabilirdi...
Acaba Tayyip Bey bu olayı bildiği için mi kaynağın peşinde?
Bob Woodward, Watergate olayından tam 40 yıl sonra siyasi bir skandala imza attı...
Obama şu sıralar kemer sıkma politikalarını Kongre’ye kabul ettirme derdinde. Her türlü ikna yöntemini deneyerek istediği türden bir paketi yasalaştırmaya çabalıyor. Woodward, Washington Post’ta, “Başkan kurallarla oynayarak sistemi zorluyor” anlamına gelen suçlayıcı bir yazı yayımladı. Yazısının ardından Beyaz Saray’dan bir yetkilinin kendisine gönderdiği maddi yanlışlarına işaret eden bir açıklamaya, “Beyaz Saray beni tehdit etti, ben böyle şeylere pabuç bırakmam” tepkisini verdi.
‘Tehdit’ ha!!!
‘Skandal’ dememin sebebi, açıklama yapan yetkilinin ne kadar zorlarsanız zorlayın asla ‘tehdit’ denilmeyecek bir üslubu bulunması... Hatalarını sıralarken, eğer dikkat etmez ve aynı hataları tekrarlarsa, sonradan ‘pişmanlık duyacağını’ Woodward’a bildirmiş... Bu kadar...
Konu kamuoyunun dikkatine girdikten sonra koskoca Bob Woodward’la herkes alay etmeye başladı, iyi mi?
Yoksa ‘koskoca’ dediğim gazetecinin Watergate’ten sonraki 40 yıl boyunca başka hangi ‘atlatma’ haberlere imza attığını merak mı ettiniz?
Ortağı Bernstein tehlikeyi görüp başka alanlara kaymıştı, Woodward ise...
En iyisi burada keseyim.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder