13 Mart 2013 Çarşamba

Osmanlı'nın borçları-Avni Özgürel


Osmanlı 19. yüzyılda borç batağında ekonomik bağımsızlığını kaybetti ve her kuruş için siyasi taviz verdi.

Fatih döneminde başladı Osmanlı İmparatorluğu maliyesinin sorunları. İki yakası bir araya gelmedi devletin. 

Ama fütühat asırlarının ganimet akımı örttü aksaklıkların üstünü. 

İmparatorluk askeri bakımdan zayıflayıp gerilemeye başladığında gün ışığına çıktı hastalık.
Derdin çaresini tespitte zorlandı İstanbul. Bilgi ve teknoloji alanında trenin kaçmakta olduğunu göremedi bir türlü. 

Layiha üstüne layiha yazdı durumu fark eden akil insanlar. Bir kısmı hiç dikkate alınmadı, alınanın ise önerdiği yapılmadı. Ekseriyeti 'maziye' takılı kalmıştı...
Önceleri derman 'Ayağını yorganına göre uzatmak' sanıldı. Yani tasarruf. Yeni vergiler kondu tabloyu denkleştirmek için. İthalat sınırlandı. Öyle ki Avrupa mamulü bazı kumaşlardan elbise dikimi bile yasaklandı. Ama Tanzimat'la Avrupa kapısına gelip dayandı devlet.
Yiğidin kamçısı
Dış borç fikrinin geçmişi Tazimat'tan hayli önceye uzanıyor. 1783'te Osmanlı- Rus Savaşı sırasında gündeme geldi borç almak. Dönemin defterdarlarına raporlar hazırlattırıldı, ihtiyaç duyulan paranın Fransa ve İspanya'da bulunabileceği ortaya çıktı. Şeyhülislamlık, Hıristiyan bir memlekete borçlanılmasını uygun görmeyince Fas ve Cezayir'in isimleri ortaya atıldı. 
Bu iki ülkeden 1 milyon kuruşluk borç istendi de. Ama ikisi de başvuruya özür mektuplarıyla karşılık verdiler.
Sonra Fransa ve İspanya'nın kapıları çalındı. Fransızlar devletin borç veremeyeceğini, bunun için bankerlere müracaat edilmesi gerektiğini söylediler; İspanya ise Avrupa'da devam eden savaşları ve tarafsızlık ilkesini gerekçe göstererek 'Hayır' cevabı verdi. Sonra 75 yıl akla gelmedi borçlanma. 
Ta ki, 1850'de İngiltere Büyükelçisi'nin padişah Abdülmecid'e sunduğu bir raporla yeniden hatırlanana kadar. Mustafa Reşit Paşa, mali sıkıntının atlatılabilmesi için taraftardı borç almaya. Ne var ki Abdülmecid, 
"Atalarımın yapmadığı şeye ben tevessül edemem. Osmanlı'nın Avrupa nezdinde
itibarı azalır" diyerek onay vermeyince pazarlıklar sonuçsuz kaldı.
Padişahtan habersiz borç
Mustafa Reşit Paşa aslında padişahtan habersiz olarak 27 sene vadeli 55 milyon franklık (O zaman 1 sterlin 25 frank, o da 110 kuruş ediyordu) borç tahvillerini Paris'te satışa sundurmuş ve 20 milyon frank da toplamıştı. Abdülmecid itirazını geri çekmeyince alınan paralar iade edildi. 
Dört yıl sonra Osmanlı devleti Lond- ra'da 3 milyon sterlin borç için anlaşma yaptı. Borçlanma fikri ilk olarak Osmanlı-Rus Savaşı sırasında Kırım'ın işgali sırasında doğmuştu, bir asır sonra ilk borç yine Kırım Savaşı için alınıyordu.
Ardı arkası kesilmedi borçlanmanın. Borcu ödemek için borç, borç faizlerini
ödemek için borç, para basmak için borç... Sürdü gitti... 1875'e gelindiğinde 242 milyon altın lira borçluydu Osmanlı ve bu borç karşılığında nakit olarak eline bunun ancak yarısı kadar para geçmişti.
Çünkü bankerler ve devletler faizi peşin alıp komisyonlarını da düşerek İstanbul'un hesabına aktarıyorlardı parayı.
'Saray kaç kuruş?'
1875, Maliye tarihimiz açısından bir dönemeç kuşkusuz. Bütçe gelirlerinin 17 milyon lira, borç taksitlerinin 13 milyon liraya ulaştığı dönemdir bu. Aynı zamanda Sadrazam Mahmut Nedim Paşa işin içinden çıkamayıp ne yapacağını şaşırdığı bir anda Rus elçisi İgnatiev'in tavsiyesi üzerine birikmiş borç ve faizlerin beş yıl süreyle ancak yarısının ödeneceğini, kalan yarısı için yüzde 5 faizli yeni tahviller verileceğini öngören kararname yayımladığı dönem. Sonrası Düyun-u Umumiye'ye giden yol...
1878'de toplanan Berlin Konferansı'ndan Osmanlı'nın mali denetimi için 
uluslararası komisyon kurulması kararı çıktı, İstanbul alacaklılarla anlaşma yapıp (Muharrem Kararnamesi) devletin bazı vergi gelirlerinin toplanması hakkını onlara bıraktı... Düyun-u Umumiye egemenlik hakkının devri anlamına geliyordu aslında.
Yeri gelmişken Düyun-u Umumiye döneminin acı bir sonucuna işaret etmekte de yarar var. Bu teşkilat Osmanlı devletinin en güçlü vergi kaynaklarından topladığı vergi gelirleriyle sadece borçları ödemiyor, bu paraları başka devletlerin hazine tahvillerine yatırarak nemalandırmaya çalışıyordu. Bu durum trajikomik bir örnek doğurdu. İtalya, Duyun-u Umumiye'den aldığı borcu Osmanlı'ya karşı sürdürdüğü Trablusgarp Savaşı'nın harcamalarını finanse etmek için kullandı.
İktisat zihniyeti oluşmadı
Yaşananlara rağmen imparatorlukta iktisat zihniyetinin oluşmadığı da bir gerçek. Nitekim neredeyse yarım asrı kâğıt para meselesiyle uğraşarak geçiren İstanbul'un bunun çok basılmasının neden enflasyona sebep olduğunu anlamadığının sayısız örnekleri var. Başlangıçta seçilmiş hattatlar eliyle ve belli yazı karakteri kullanılarak tek tek hazırlanan 'kaime'nin sahtelerinin yapılmasını engelleyemedi devlet.
Matbaada basılmış kâğıt paralar kullanılması fikri benimsendiğinde de klişeleri yapan ustaların bunun kopyalarını üretebilecekleri akla gelmedi. Nitekim Amerika'dan sandıklarla gelen sahte paralarla uğraşmak bezdirdi maliyeyi. 
Düzenli olarak piyasadan paranın toplanıp padişah huzurunda imha edildiği bir yarım asır yaşandı. Ama yine de 'para' konusunda duyarlılık oluşmadı. Sultan Aziz'in dışardan alınan borçla inşa edilen Dolmabahçe Sarayı'nı yapım sırasında ziyaret ettiğinde Hazine-i Hassa Nazırı'ndan aldığı cevap bunun açık örneği. Padişah sarayın kaça mal olduğunu sorduğunda "Önemli bir şey değil, 3 bin 500 kuruş hünkârım..." cevabını alıyor. Buna şaşmamak lazım, çünkü bakanın gözünde harcanan para, banknot için kullanılan kâğıt, mürekkep ve baskının masrafından ibaret.
Elde var sıfır
On sene içinde çıkmaza giren Osmanlı İmparatorluğu maliyesinin onca borçlanmasından geriye ne kaldı diye bakıldığında Kırım Savaşı harcamaları hariç yapılan tek işin Trakya demiryolu olduğunu görmek konunun diğer bir acı yanı. 
Alınan paranın faiz ve komisyonlar dışında maaş ödemelerine gittiği açık. Bunda suiistimal ve rüşvetin payının ne oranda olduğunu düşünmek insafınıza kalmış.
Yaşanan karabasan döneminin tırmandığı noktayı gözünüzün önüne getirmek 
için, Hazine tahvillerinin ilan edilen faizlerinin yarıya indirilmesi kararının alındığı bakanlar kurulu kararının bakanların ellerindeki tahvilleri satmaları için bir gün gecikmeyle yürürlüğe sokulduğunu, sadrazamın telaştan aynı tahvillere para yatırmış olan padişaha haber vermeyi unutup ertesi gün azar işittiğini düşünün.
'Gelir üçe taksim olunur'
Fikir vermesi bakımından aynı dönemde Fransa bütçesiyle Fransız devlet yöneticilerinin Hazine'den aldıkları maaş ve ödenekleri Osmanlı'yla karşılaştıralım: Fransa'nın devlet gelirleri yıllık 18 milyon 'kese'ydi...
İmparatorun yıllık ödeneği ise 25 milyon frank. Yani aylığı 19 bin 'kese'ye geliyordu. 
Devlet geliriyle oranlandığında yüzde 1 cıvarında. Buna karşılık Osmanlı devletinin yıllık geliri 3 milyon 'kese'ydi... Bunun da ancak 2 milyonu için 'kesin gelir' denilebiliyor. Bu gelirin yüzde 10'nun Hazine-i Hassa'ya, yani saraya aktarıldığı biliniyor. 
Milletvekillerinin maaşlarının da Fransız parlamenterlerin maaşlarının iki katı olduğunu kaydedelim...
Akil bir Osmanlı, mali durumu aşağıdaki gibi tarif ediyor: "Bizde devletin geliri üçe taksim olunur. Birincisi çalınır, ikincisi israf olunur, üçüncüsü gerekli yere harcanır... Sonuncusuna tahsili şüpheli para Hazine'ye gelirse tevessül olunur..."


Çerçeve
Saddam'ın kişisel albümü

Saddam Hüseyin hayatını Bağdat'ta gerçekleşen her darbenin içinde yer almaya çalışarak geçirmiş, o ayak oyunları içinde piştiğine inandığı noktada son sıçramayı yapmış bir lider. 
Amerika'nın Bağdat'ta görevli CIA ajanı onun yönetime gelmesini, "Bir köpek olduğuna kuşku yok, ama bizim köpeğimiz bu" diye tarif ediyor.
Yukarıda yer alan fotoğraflarda Saddam Hüseyin'i, Nasır döneminde büyük bir hayranlıkla ziyaret ettiği Mısır'da Nil sahilinde, Bağdat'ta kendi darbesinden önceki ihtilallerin coşkusu içinde ve gençlik dönemlerinde görüyorsunuz. 
Saddam sevgiyle sarıldığı kızının kocasını da gözünü kırpmadan idama göndermiş bir diktatör...


Çerçeve
Bir savaş bir barış vergisi
İmparatorluk hazinesi eriyip mali krizin başladığı 18. yüzyılda Osmanlı savaşı gerekçe gösterip bir defaya mahsus 'imdad-ı seferiye' adı altında vergi toplamaya karar verdi. Ancak Osmanlı bürokrasisi fermandaki 'bir defaya mahsus' ibaresini 'başlamış olan savaş bitene kadar' diye yorumlayıp
vergiyi yıllarca toplamaya devam etti. 
Savaş bitince aynı miktarda gelir için başka kaynak bulunamayınca bu kez yine 'bir kereye mahsus' denilerek 'imdad-ı hazariye' yani 'barış dönemi vergisi' konuldu. Ve tabii o da 'barış bitene kadar' alındı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder