3 Mart 2013 Pazar

Milyon dolara Türk resmi-İlber Ortaylı


Hayatım boyunca şunu gözlemledim: Türk ressamının kazanç umudu yoktu ve çilekeşti. O nedenle, spekülasyonlar sanatçıyı ve sanatsever çevreleri irkiltse de bugün ulaşılan düzey sevindiricidir


Akyavaş’ın “Kuşatma” resmi, Topkapı Sarayı Müzesi’nde bulunan ve Matrakçı Nasuh’a ait “Estergon Kalesi” minyatürünü hatırlatıyor.



Hayatım boyunca şunu gözlemledim: Türk ressamının kazanç umudu yoktu ve çilekeşti. O nedenle, spekülasyonlar sanatçıyı ve sanatsever çevreleri irkiltse de bugün ulaşılan düzey sevindiricidir 

60 yıllık ömrümde neler gördüm; 20 yaşlarımızda bizlere birisi “Bu tabloları alın, ileride milyon dolara satın” dese gülerdik. Kalfa yapısı ile geçinen memleketimizde 20 yıl sonra yerkürenin her ikliminde mühendislik harikaları yaratacaksınız deseler “Diyor işte” derdik. “Buraya ameliyat olmaya gelecekler” deseler inanmazdık. Çok şeyler gelişti, gelişmeyen dallar da var; dilbilim, musiki, hukuk... Atatürk’ün ısrarla yatırımlar yaptığı bu dallar hep yerinde sayıyor. 

Çok yakında Burhan Doğançay’ın 
2 milyon 200 bin liraya giden “Mavi Senfoni”sini geçen haftaki müzayedede Erol Akyavaş’ın “Kuşatma” adlı tablosu 2,1 milyon lirayla izledi. Ressamlarımız atılım yaptı, özgün eserler vermeye başladılar. Ama asıl yükselen sermaye sanata yönelik. Benim çocukluğumda ve ilk gençliğimde bugün yüz milyarlarla değerlendirilen Oya Katoğlu’nun en göz nuru tabloları hiç de böyle bedeller görmezdi. Vaktaki yurtdışında sergi açtı, değerin birden fırladığını gördük. Çünkü orada gerçek değerini vermeye başladılar. 


Tek çılgın: Adalet Cimcoz
Türkiye’de resim sevenler ve resimden anlayanlar çok sınırlıydı; bunların içinde resme ve heykele para verecek kadar mali gücü olanlar daha da azdı. Resimsevenler daha çok Hikmet Onat, İbrahim Safi gibi klasik empresyonistlere yönelirdi. Onlara da çok iyi bedeller ödendiği söylenemezdi. Ressamların galeri bulması çok zordu çünkü doğru dürüst galeri yoktu. 
1950’lerde bu çılgınca yatırımı yapan bir tek Maya Sanat Galerisi’ni açan Adalet Cimcoz’du. Avangard ressamlar burada sergi açardı ve Emniyet’in orayı izlediği söylenirdi. 
Çoğu zaman bankaların alt katındaki galeri benzeri yerlerde açılan sergilerdeki tablolar da gene aynı şekilde bankalara satılmaya çalışılırdı. Büyük bankaların hatta Mülkiye Mektebi gibi kuruluşların bodrumlarında önemli ressamlarımızın tablolarının bulunması bir tesadüf değildir. 
Bizim ömrümüzün büyük kısmında gözlediğimiz gerçek şudur; Türk ressamı resim yapardı. Kazanç umudu yoktu ve çilekeşti, bugün ulaşılan düzey sevindiricidir. Spekülasyon sanatçıyı ve sanatsever çevreleri irkiltse de sanatın değerlenmesi sanat eserlerinin bilinmeyen bodrumlarda değil, ulaşılabilir koleksiyonlarda bulunması açısından yararlı ve gereklidir. Önce klasikleşen Türk ressamlarının eserleriyle başlayan bu rağbet, çağdaş eserlere de ulaşmış vaziyette. Bu gelişme, yetenekli gençlerin bu dallara yönelmesini ve daha ciddi çalışmalarını teşvik eder. 


Hindistan-Türk mimarisi üzerine bir eser
 Genellikle Hind-Türk mimarisi dendiği zaman Babür’ün 16’ncı asırda Kuzey Hindistan’ı fethi ve Delhi Sultanlığı denilen devleti kurması anlaşılır. Oysa Türkler Hindistan’a daha evvel Gazneliler devrinde girmişlerdir ve Delhi’deki “Kutub Minar” denen yüksek minare ve bazı eserler o devirden kalmadır. Genellikle Kuzey Hindistan’a camii, etrafında bedesteni, hamamı, medresesi ile Selçuklu ve Osmanlı Türkiye’sinde görülmeyecek ölçüde, tıpkı Orta Asya’daki gibi hatta daha da muhteşem türbeler ve hepsini çeviren kalelerle doğan şehirler, hepsi bu dönemin eseridir. 
Eserlerin üretimi hiç şüphesiz ki büyük ölçüde malzemeyi tanıyan yerli usta ve işçilerin işidir; ama mimarların ve nakkaşların değişik kaynaklardan geldiği görülmektedir. Hindistan’ın bu asırdan sonraki tarihi muhteşem bir Türk-Hind ve İran sentezidir. Timurlenk’in kendisini, Cengiz Han sülalesinin damadı gibi takdim etmesi (Emir Gürgan) unvanını taşıması ve muhtemelen etrafta halk arasında bunun yayılması Hindistan’daki idareye Mugal denmesine sebep olmuştur ve Britanya İmparatorluğu yönetimi sırasında da bu tabir bilhassa kullanılmış olmalıdır. 

Mutlaka Türkçeye çevrilmeli
Büyükelçi Halil Akıncı’nın düzeltilmesi üzerinde hassasiyetle durduğu bu yanılgıya şüphesiz ki sadece Türk tarihçiler değil, kitabın yazarı Mansura Haidar gibi Hintli Müslüman tarihçiler de katılmaktadır. İşte Hindistan’daki Türk mimarisinin tarihi üzerine Mansura Haidar’ın topladığı, hem de Orta Asya, Anadolu ve İran’dan tek tek çıkardığı örnekler, Hindistan’daki sayısız yapıyla tek tek mukayese ve analiz ediliyor.
Hiç şüphe yok; 11. asırdan itibaren bir Türk-İslam mimarisi var; Çin sınırındaki Orta Asya’dan, Kuzey Hindistan’dan Anadolu’ya kadar uzanan bir dünya var ve yerel özellikler ve ayrılıklara hatta aykırılıklara rağmen müşterek çizgiler daha baskın. Her şeyden önce mimar, çini ustası, duvarcı takımı imparatorlukların yarattığı imkânlarla oradan oraya gitmiş. Bunun yarattığı değişimi Hintte görmek özellikle mümkün. 
Halil Akıncı bu kitabın hakikaten editörlüğünü yapmış, tetkik sırasında araştırmacıya imkanları bahşetmiştir. Ortaya çıkan Mansura Haidar’ın eserini de Nezih Başgelen’in Arkeoloji ve Sanat Yayınları İngilizce olarak neşretti: “Indo-Turkish Architecture”. Resimler fevkalade, baskı güzel. Türkçeye de çevrilmesi tavsiye olunur.


Monako: Akıllı, düzgün ufaklık

“Küçük ev, küçük dert” sözünü düstur edinen Monako büyüklerin gizli numaralarının çevrildiği ülke olarak rahat ve huzurlu yaşıyor

Yeryüzünün Vatikan’la birlikte en küçük arazili devleti son 10 yılda dış ilişkilerini daha müstakil olarak kurmaya başladı. Topu topu iki kilometrekare tutan arazisi Monte Carlo denen kayanın etrafında iki kilometre uzunluğunda bir kıyı ve geriye doğru 1 km’den oluşuyor. Doğu tarafına baktığınızda bir burun görüyorsunuz; o da onların değil, Napolyon zamanında Fransa’ya geçmiş, Martin burnu. Sonraki körfez ve Venti Miglia şehri ise İtalya’nın...
Sarayın bulunduğu kaya ve dibindeki küçük şehir doğrusu hoş görünümlü ama gerisi alabildiğine yükselen gökdelenlerle dolu. Kıyı şeridinin hemen arkasındaki Fransa topraklarında oturanlar Monako’nun gökdelenlerinden fevkalade rahatsız ama hukuken yapacakları bir şey yok. Monako denizi dolduran ilk Akdeniz devleti, Monte Carlo otelini yapmak için denizi doldurmuşlar. Çevre ödülü alan Monaco’nun topraklarının dörtte biri bir asırdır denizin doldurulmasıyla elde edilmiş; ne yapsınlar?
Mamafih Monako’nun sadece kumarhanesi ünlü değil. Charles Garnier’nin yarattığı bina, tablo ve heykelleriyle sanat tarihinde yeri olan bir yapı; üstelik aynı binanın içindeki opera çağdaş Avrupa’nın önemli müzik merkezlerinden biri. 
Monako arazisi üzerinde tıkış tıkış 36 bin kişi yaşıyor. Yanı başında Fransa’da 700-800 avroya oturacağınız bir daire burada birkaç bin avroya kiralanır. Çünkü Monako başka. Monackolular 
-ki sayıları 6 bin kişidir- prensin tebaası olarak vergi vermezler. Çünkü 19’uncu asırda kumarhane kuruldu kurulalı 1887’de bütçenin yüzde 50’sine ulaşan gelir bu verginin kaldırılmasını sağlamış. 
Buna karşılık Monakoluların kumarhaneye girmeleri yasaktır; yasağa uyuyorlar, çünkü hiçbir Monako prens ve prensesi de kumarhaneye girmez ve girmemiştir. Kumarhanenin salonlarına kademe kademe girilir. Nihayet arkada adamakıllı kılık kıyafeti düzerek girebileceğiniz özel salonlar da var. Kumarhane geliri bugün bütçenin sadece yüzde 10’unu teşkil ediyor. Çünkü Monako’nun para kazanacağı ve kazandığı alanlar namütenahi. Galiba bu nedenle de prens nutuklarında Monako’nun bir kara para ülkesi olmayacağını tekrarlıyor. Anlaşılan o safhayı geçecek kadar beynelmilel turizm ve yatırımları çekebildiler. 

Fransa ile ebedi çekişme
Bir zamanlar 12’nci asırda Cenova Cumhuriyeti bütün sahili Porto Venere’den Monako’ya kadarİmparator Friedrich Barbarossa’dan satın almıştı. Cumhuriyetin içinde Guelfi ve Ghibellini aileleri birincisi Papalık’a ve diğeri imparatora sığınarak mücadeleye girişti. Cenova’nın ünlü kavgacı ailesi Grimaldiler sözde Papalık taraftarıydı. Paralarının gücü ve devletin armasında yer aldığı gibi silahlı rahiplerin hücumuyla Monako’yu ele geçirdiler. 1524’te İspanya’ya yanaşarak özerklik kazandılar. 1641’de Prens unvanını, 1815 Viyana Kongresi’nden sonra da Fransa ile ebedi çekişmelerini sona erdirerek bugünkü statülerini kazandılar. Arada III. Napolyon Fransa’sı Monako’nun küçük topraklarından bir kısmını ele geçirse de ziyanı yok, denizi doldurdular.
1960’larda vergi kaçırmak için Monako’ya genel merkez açan Fransız şirketleri yüzünden General de Gaulle ile takıştılar. İş tatlıya bağlandı. 1962’den evvel yerleşenler vergiden kurtulmaya devam, sonrakilere bu imtiyaz verilmedi. 

Hikayesini bir Türk yazmış
Monako’nun dünyaya katkıları da var. 19’uncu asırda Prens I. Albert Fransız Akademisi’ne üye seçilen değerli bir okyanus bilimciydi. Bu keşiflerin hikayesi ve kalıntıları Monako’nun ünlü Oceanografi Müzesi’sinde. Müzenin satış reyonunda ilginç bir kitap gördüm. Buna göre I. Albert’ten torunu II. Albert’e kadar Monako’nun hikâyesini bir Türk yazdı: İstanbul’daki fahri Monako konsolosu Tuna Köprülü (“From Albert I. To Albert II”). 
Monako yaşamaya devam ediyor. Herkes krizdeyken zenginleşiyor. Küçük devletler “büyük başın büyük derdi olur” veya “parva domus parva cura-küçük ev küçük dert” sözünü doğrularcasına, ama büyüklerin gizli numaralarının çevrildiği yerler olarak rahat yaşamaya devam ediyorlar. Bu onların kabahati değil. İnsanlığın akıllı ve düzgün küçüklere hep ihtiyacı vardır. Monako düzgün hizmet verilen, yanındaki ülkelerin umursamaz ve derbeder tavırlarının olmadığı “müşteri velinimetimiz” düsturuyla hareket eden bir halkın küçük ülkesi. 
Güney Fransa sahilleri hoş ve boş; Monako sahili de geceleyin ışıl ışıl bir kutu, gündüz ise beton yığınını görmezlikten gelin. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder