14 Mart 2013 Perşembe

Medya halkın haber kaynağı mı, yönetmeye yarayan direksiyon mu?- Katolik-Agnostik Paris, “İran Devrimi”ne neden yataklık yaptı? İşte Oklahoma ve Salman Rüşdi olayı-Medya ve 28 Şubat; Bir Havuz kaç Tankı yürütebilir?Medya’nın İrtica söyleminin arkasında iktidar ve paylaşım kıskançlığı mı var? Âleme şenlik medyamız, Hükümetten emir almayan ordumuz ve gülünecek halimiz-canmehmet.com


Medya halkın haber kaynağı mı, yönetmeye yarayan direksiyon mu? (1)

Bilim adamları ve diğerleri bu denemenin yapılmasını istiyorlardı, Çünkü bu projeye muazzam bir para yatırılmıştı.

Gazeteler, halkın çıkarlarının korunmasında en büyük güç olmasının yanında demokrasinin de temel direklerindendir. Ancak bu durum, 1789 Fransız Devrimi ile yön değiştirmiştir.

İçerikte, yakın tarihlerde yaşanmış önemli olayların iç ve dış medyada nasıl çarpıtılarak kullanıldığı ve halkın nasıl aldatıldığı örneklerle açıklanacaktır, ki;
Vatandaş, gerçeğin peşinde ve arayıcısı olsun ve birilerine alet olmasın, aldanmasın.
İşlenecek konular;
-İkinci Dünya Savaşında Atom bombası ile ilgili saklanan gerçek nedir?
-”Irak’ta Nükleer Silahlar var!”
-Neden dünya medyasına, 7/24 , İngiliz-ABD-Suud ortak yapımı ,”Taliban” ve  İngilizlerin dikte ettirdiği, “Vahhabi” gibi özel yapımların  icraatları servis edilmektedir? Bu yayınların, özel amaca yönelik bir sömürgeci politikası,Vatikan’ın misyonerlik faaliyeti olduğunun bilinmesine rağmen…
-İran, Batı’nın işgal ve sömürü faaliyetlerine bahane bulmalarını neden kolaylaştırmaktadır, Humeyni’nin Paris’ten gelerek Şii islam devrimi yapması, Batı ile yapılan bir pazarlığın sonucu, bir oyunu mudur?
-Tüm yabancı devrim liderlerin  yolu ve felsefesi neden Paris’ten gelmekte ve geçmektedir? Arka planda olan nedir? İran Devrimini gerçekleştiren Humeyni’nin, Rus Devriminin aktörlerinden Lenin’in, Osmanlıyı yıkan, İttihatçıların  ortak noktası nedir, Paris’ten gelen ve geçen?
-Susurluk’la ilgili kamuoyunda gizlenen operasyon nedir? Pakistan ile Susurluk olayının ortak bir ilgisi var mıdır?
-Kurtuluş savaşını başlatan Osmanlı ve Sultan Vahdettin neden hain olmak zorundaydı?
-“İrtica” söylemleri neyi maskelemektedir?
-Bu ülkenin neden -yakın zamana kadar-  5-10 zengini vardır? Servetin tabana yayılmadığı ülkelerde halk kendisini ve çocuklarını nasıl geliştirecek, yetiştirecektir?
-Salman Rüştü-İran Olayında gizlenen nedir?
-Yabancı yatırımcılar bir ülke için ne kadar yararlıdır?
-Türkiye’nin enerji gerçeği ve gizlenenler…
-Gelişmekte olan ülkeler gerçekte tam bağımsız mıdır?
-“Güçlü Ordu” İfadesi bir ülkeyi nasıl batırmaktadır.
-Ve daha çarpıtılan birçok önemli konu…
1789 Fransız Devrimi’nin hazırlık aşamasında, devrimi hazırlayanların dikkatlerini çeken bir olay vardır;
Gazeteler ne yazıyorsa, halkın büyük çoğunluğu meselelere o gözlükle bakmakta ve yazılanlardan etkilenmektedir. Halkın bilgilenmek için kullandığı  tek haber kaynağı gazetelerdir.
İşte, O gün bu gündür gazeteler olması gerektiği gibi halka ham bilgiyi –haberi-değil, işlenmiş rafine bilgiler vermektedirler.
Birinci örneğimiz;
İkinci Dünya Savaşında Atom bombası ile ilgili saklanan gerçek nedir?
“İkinci Dünya savaşı sonunda Atom bombasının atılmasına gerek yoktur. Daha doğrusu savaş ve Japonya bitmiştir.  Japonların barış şartlarının içerisinde olmazsa olmaz bir şartları vardır; İmparatorları yerinde kalacak ve değeri aşındırılmayacaktır.
Ancak, Amerika Atom Bombasının üretimi ile ilgili birçok masraf yapmıştır ve bunun sonucu görülmelidir. Özeti ile Yüzbinlerce insanın yok yere ölmesinin gerçek hikayesinin özeti budur.
Ve çoğumuzun kutsadığı, Modern Dünya ile  aydınlanma çağının aydınları gerçeği  bu örneklerle daha iyi ortaya çıkmaktadır.
Sizler atom bombasının atılmasının gerçek nedeni ile ilgili dünya medyasında bir eleştiri veya bir habere  rastladınız mı?
Gerçeğinde medyanın bu haberleri çok sık işlemesi ve gündemde tutması ; en azından bundan insanlığa zarar veren bu çeşit olayları önlenemezse  bile kamuoyu baskısı ile mümkün olan ölçüde azalacaktır.
Ve hikayemiz…
“İlk atom bombası 6 Ağustos 1945’te Hiroşima’ya atıldı. Şehrin  büyük bir kısmı yerle bir olurken, yaşayanların dörtte biri olan yaklaşık 80.000 insan öldü.
Üç gün sonra, 9 Ağustos’ta, ikinci atom bombası Nagazaki ye atıldı.  Hiroşima’ya atılan bombanın haberi Potsdam Konferansı’ndan dönmekte Truman’a denizde verildi.
Yanlarında olanların verdikleri bilgiye göre Truman, büyük sevinçle bağırmıştı:
-“Bu tarihin gördüğü en büyük olaydır.”
Bununla beraber, bombanın atıldığı günlerde, Japon Hükümeti, Batı’nın düşündüğü ve hayal ettiği şekilde etkilenmemişti. Bombanın meydana getirdi hasar ve can kaybı, kayıtsız koşulsuz teslimiyeti kabul etmeyen altı kişilik konseyin üç üyesini hiç sarsmamış ve etkilememişti.
Ve özellikle geleceğe ilişkin bazı güvencelerin sağlanmasını ve “İmparatorun egemenlik haklarına” dokunulmamasını istiyorlardı.
Japon halkına gelince, Hiroşima ve Nagazaki de olup bitenleri ancak savaş sona erdikten sonra anlayabildi. Rusya’nın 8 Ağustos’ta Japonya’ya savaş ilan etmesi ve ertesi gün Mançurya’ya girmesi, teslim olma konusunu hızlandırmış ve İmparator’un etkisini de arttırmış gözüküyordu.
Zira, 9 Ağustos’ta (İmparatorun) kendisinin de hazır bulunduğu toplantıda, durumun umutsuzluğunu çok açık bir biçimde ortaya koymuştu ve hemen barışın tesis edilmesi gerektiğini ve desteklediğini söyledi.
Muhalif olan diğer üç üye bu kez bu talebe aynı kararlılıkla karşı çıkamadılar ve İmparator’un nihai kararı verebileceği ve daha yaşlı devlet adamlarını katılacağı “Gozenkaigi” toplantısının yapılmasını kabul ettiler.
Bu arada, hükümet radyodan teslim olmaya istekli olduklarını bildirdi.
Ancak tek koşulu İmparator’un kişilik ve egemenlik haklarına saygı gösterilmesiydi.
Bu (şart) konu, Müttefiklerin 26 Temmuz’da yayınladıkları Potsdam Bildirisi’nde dikkat çekici bir şekilde sessiz geçiştirilen bir maddeydi.
Bazı tartışmalardan sonra Truman, bu şartı kabul etti. Bu “Kayıtsız koşulsuz teslimiyet” ilkesinin üzerinde yapılan önemli bir değişiklikti. Bu karardan sonra bile 14 Ağustos’ta yapılan Gozenkaigi toplantısında çeşitli görüşler vardı, fakat imparator kararlı tutumuyla sorunu çözdü:
-“Şayet, kimsenin söyleyecek fikri yoksa, biz kendi fikrimizi açıklayacağız. Ve bu fikri sizden kabul etmenizi talep ediyorum. Japonların kendilerini kurtaracak tek yolun kaldığına inanıyorum. Bu nedenle katlanılmaz koşullara katlanmaya kararlıyız.”
Ondan sonra, Japonların teslim olduğu radyodan İlan edildi. Japonya’nın teslim olmasını sağlamak için atom bombasının kullanılması gerçekten gerekli değildi.
Japonların deniz filosunda bulunan gemilerin onda dokuzu ya batmıştı ya da kullanılacak durumda değildi, hava ve deniz kuvvetleri felce uğramıştı, endüstrisi tahrip olmuştu, halkın yiyecek stokları giderek tükeniyordu,
Churchill’in söylediği gibi, Japonların çöküşü artık kesindi.
Amerika Birleşik Devletleri Stratejik Bomba Araştırma Kurulu verdiği raporda, bu raporda, bu konuya şöyle değiniyordu:
“Atom bombasını kullanmada, hava üstünlüğü, Japonya’yı kayıtsız koşulsuz teslim olmaya zorlayabilir”
Amerika Birleşik Devletleri Deniz Kuvvetleri Komutanı Amiral King
-“Japonların sadece denizde ablukaya alınması bile, onları açlığa mahkûm edeceğinden, teslim olmalarını sağlamış olacaktı. Ve yeter ki biz beklemeye istekli olmuş olabilseydik.” Demiş.
Amiral Leahy’in bu konudaki görüşü, atom bombasının kullanılmasının gereksizliğini daha vurgulayıcı bir şekilde ortaya koyuyordu.
-“Bu vahşi silahı Hiroşima ve Nagazaki’de, Japonlara karşı kullanmamız bize, Japonlara karşı olan savaşımızda maddeten hiçbir yarar sağlamayacaktı. Japonlar zaten yenilmiş ve teslim olmaya hazırdı. Etkili bir deniz kuşatması ve Klasik silahlarla sürdürülecek bir bombardıman bu sonucu sağlayacaktı.”
O zaman, atom bombası neden kullanıldı?
Amerikalı ve İngilizlerin hatlarını kurtarmaktan öte başka zorlayıcı nedenler var mıydı? Burada karşımıza iki neden çıkıyordu.
- Birisi, Churchill’in, 18 Temmuz’da, atom bombasının başarılı deneme haberinin kendisine ulaşmasından sonra Truman’la yaptığı görüşmedeki açıklamaları ve o anda aklına gelen fikirlerdi:
-“…O zaman Ruslara ihtiyaç duymayacağız. Japonya ile savaşın sona erdirilmesi, artık Rus ordularının kullanılmasına bağlı değil… Onlardan yardım istemek zorunda değiliz…
“…Şu anda Amerika Birleşik Devleti Devletleri Japonya’ya karşı yürütülecek savaşta, Rusların yer almasını istemeyecektir.”
Stalin’in Postdam Konferansı’nda Japonya’nın işgalinden pay talep etmesi çok rahatsız edici bir tutumdu ve Amerikan Hükümeti böyle bir ihtimalden sakınmak istiyordu.
Atom bombası bu sorunun çözümüne yardımcı olabilirdi.
Rusların iki gün sonra, 6 Ağustos’ta savaşa girmeleri gerekiyordu. Atom bombasının, Hiroşima ve Nagazaki’ye atılmasının, ikinci nedenini de Amiral Leahy açıklıyordu:
-“Bilim adamları ve diğerleri bu denemenin yapılmasını istiyorlardı, Çünkü bu projeye muazzam bir para yatırılmıştı.”
Toplam iki milyar dolar harcanan bu atom bombası projesinde yer alan nuyu daha açık bir şekilde anlatıyordu:
-“Bomba projesi başarılı olmak zorundaydı. Üzerine çok masraf edilmişti, bir kez başarısız oldu mu biz bu kadar harcamanın hesabını nasıl verebilirdik? Olabilecek tepkiyi düşünün bir kez… Zaman azaldıça, Washington’da bulunan belirli çevreler, Manhattan Projesinin başı olan General Groves’u çok geç olmadan bu denemenin yapılması için sıkıştırıyor ve  ikna etmeye çalışıyordu. Bombanın tamamlanıp ve atıldığı zaman ilgili herkes, müthiş bir şekilde rahatlamıştı.”  (1)
Bu konu ile ilgili bir ilim insanın TÜBİTAK tarafında Türkçeye de çevrilmiş bir eseri vardır.
Kitabın ismi; Karanlık Bir Dünyada Bilimin Mum Işığı
Bu kitabın 285’inci sahifesinde bakınız ne anlatılmaktadır;
“Bilim adamları günahı tattığında…
Başkan Harry S. Truman ile savaş sonrası yaptığı bir görüşmede Manhattan Nükleer Silahlar Projesi bilimsel yöneticisi J. Robert Oppenheimer, üzüntü içinde bilim adamlarının ellerini kana buladıkları, artık günahı tanıdıkları yorumunda bulunur.
Ardından Truman, yardımcılarına, bir daha asla Oppenheimer’ı görmek İstemediği yolunda emirler verir.
Kimi zaman bilim adamları kötülük yaptıkları, kimi zaman da bilimin kötü amaçlı kullanımına karşı uyarıda bulundukları için cezalandırılır…”
Devam edecek…
Resim;dünyaninderinlikleri.com
(1) LIDDEL HART, II. Dünya savaşı

Medya kime su taşımaktadır? Katolik-Agnostik Paris, “İran Devrimi”ne neden yataklık yaptı? (2)

İran, 1908'de petrolün bulunması ile birlikte, önce gelişmiş Batı'nın sonra hem Batı, hem Doğu'nun satranç tahtası olacaktır.
Paris’i nasıl bilirsiniz? “Paris, Bilim, Sanat ve Aşk yuvasıdır?” Devriminin lideri Humeyni, sayılanlardan hangisine girmektedir ki, Paris kendisine kuluçkalık, yataklık yapmıştır?
Bilgiler, meraklısına bir kapı açmak içindir. Bilinmektedir ki, okunanlar bilgi, deneyim ve özümsemeye bağlı olarak, Su misali, –bilgi- döküldüğü kabın rengini ve şeklini almaktadır.
Paris’in, “Devrimci hareketlerin esin ve kontrol kaynağı” olduğunun ilk farkına varanların başında, Rus Çar’ı I. Nikola (1795-1855) gelmektedir.
“…Çağdaşlarının çoğu gibi Çar da, Paris’te Avrupa’daki bütün devrimci hareketlere esin kaynağı olan ve devrimci hareketleri kontrol eden merkezî bir örgüt olduğuna inanıyordu…” (1)
Bu tespit;1979’da,‘İran Şii İslam Devrimi’ni gerçekleştiren Humeyni’den, yaklaşık 150 yıl evvel yapılmıştır.
Bakalım Devrime giden taşlar nasıl döşenmektedir?
İran’ın kuruluşundan başlarına sorun olacak petrolün bulunuşa; 1501 den 1908’e
İran, Şii İslam devleti , -Safevi Hanedanlığı- Şah İsmail tarafından – (1501 ile 1736 arası) kurulmuş; Safevi Hanedanlığını da, 1921 yılına kadar sırası ile; (1736’da Afşar; 1750’de Zend ;  1794’de Kaçar Hanedanlıkları takip etmiştir. Son Hanedanlık, 1921′e kadar devam edecektir.
Oyun başlıyor…
1908 Yılında İran’da petrol bulunur ve  Batılı Gelişmişler İran’da oyun için bir  satranç tahtası kurarlar…
1921- 1979 yıllarında arasında İran…
“İngiliz ajanı Sir Ardeşir J. Reporter aracılığıyla İngilizlere tanıtılan Rıza Pehlevi, 1921 darbesiyle İngilizler için çalışmaya başlar, 1923’de başbakan; 1925 yılında İran şahı olur.
Rıza Şah, Rusya ve İngiltere’nin arasında bir denge politikası yürütmüş olsa da,  II. Dünya Savaşı’nda Almanya ile yakınlaşması İngiltere ve Rusya’yı alarma geçirir ve 1941’de İran, İngiltere ve SSCB tarafından işgal edilir.
İşgalin ardından Şah, oğlu Muhammed Rıza Pehlevi lehine tahtından feragat etmeye zorlanır ve (denetimli olmak üzere) Muhammed Rıza Pehleviiktidarı başlar…
İlerleyen dönemde oyuna ABD’de katılır.  İngiltere, SSCB ve ABD’nin çıkar mücadelesine sahne olan İran’ın, 1942’de imzalanan anlaşmanın ve 1943’te yapılan Tahran Konferansı’nın ardından, bu üç devlet tarafından yeniden inşa edilmesine karar verilir…
Petrol Millileştirmeleri ve 1953 Darbesi
İran’ın, II. Dünya Savaşı sonrasında petrol yataklarını yabancı şirketlere açma politikası, Muhammed Musaddık önderliğinde güçlü bir milliyetçi hareketin doğmasına yol açtı. Musaddık hızla güçlenince, Muhammed Rıza Şah, Musaddık’ı başbakanlığa atamak zorunda kalır ve Ağustos 1953′te Musaddık’ı başbakanlıktan uzaklaştırma girişimi boşa çıkınca şah İran’dan kaçmak zorunda kalır.
Ancak Şah, kısa bir süre sonra Amerika Birleşik Devletleri’nin desteğiyle İran’a geri dönecek ve yeniden iktidarı devralacak, Petrolü millileştiren Musaddık tutuklanacaktır.
Musaddık kimdir? (1882-1967)
“İran’daki İngiliz petrol tesislerinin millileştiren ve başbakanlığı sırasında (1951-1953) Şah Muhammed Rıza Pehlevi’yle büyük bir iktidar çekişmesi içine giren İranlı siyasi önderdir.  1953 yılında darbe ile görevden uzaklaştırılmıştır.
Sovyetler Birliği’ne İran’ın kuzeyinde petrol çıkarma ve arama hakkı tanınmasına karşı başarılı bir muhalefet hareketi yürüttü. Ardından İngilizlere ait Anglo-Iranian Oil Company Ltd.’nin İran’daki tesislerinin millileştirilmesi çağrısında bulunarak, milliyetçi çevrelerde büyük saygınlık kazandı. Musaddık’ın hazırladığı İran petrollerinin millileştirilmesini öngören yasa tasarısı 1951′de meclisten geçti ve şah, meclisin bu kararıyla daha da güçlenen Musaddık’ı başbakanlığa getirmek zorunda kaldı.
Millileştirme kararı İran’da giderek derinleşen bir siyasi ve ekonomik bunalıma yol açtı. Musaddık ve önderlik ettiği Ulusal Cephe Partisi, halk arasında güçlenmeye devam ettiyse de, yönetimde güçlü bir konumu olan elitlerin ve Batılı güçlerin Musaddık yönetimine tepkileri yoğunlaştı. İngilizler çok geçmeden İran petrol pazarından çekildiler.
Musaddık’ın İran petrolü için yeni pazarlar bulmada karşılaştığı güçlükler ekonomik sorunları derinleştirdi.
(Meraklıları bilecektir, Batı’da Petrolü millîleştiren hükümetleri sıkıştırmak için kullanılan yaygın bir usul vardır. İlgili ülkenin ekonomisi, ithalat ve ihracat kanalları daraltılarak halk yokluklar içerisinde, darbeye-isyana hazır kıvama getirilmektedir. 1979 Şii İslam devriminin altında da ekonomik bunalım vardır.
Bizdeki 1980 darbesinin şartlarını da değerlendirebilirsiniz.)
Musaddık’la ciddi bir iktidar mücadelesi içine giren şah, Ağustos 1953′te başbakanı görevden alma girişiminde bulundu. Ama Musaddık yanlılarının başlattığı kitlesel sokak gösterileri karşısında İran’dan kaçmak zorunda kaldı. Musaddık’ın muhalifleri olaydan birkaç gün sonra ABD’nin de desteğinin alındığı iddia edilen bir darbe düzenleyerek Musaddık’ı yönetimden uzaklaştırdılar ve şahın ülkeye dönmesini sağladılar…”
Yukarıda çok kısa özetten anlaşılan, İran’da (başlangıçta) İngiltere ve Rusya vardır.  İkinci Dünya Savaşından sonra ABD, açık olarak İran’ın petrolünün paylaşımında demeyelim de diğerlerinin yanında masada yerini almıştır.
Bu noktada konunun meraklıları bizim NATO’ya neden gereksinim duyduğumuzu ve girilmesinin aşamalarını değerlendirebilirler.
Bunlarla birlikte, Muhammed Rıza Şah iktidarı sırasında İran, Türkiye ile beraber İsrail’i tanıyan iki Müslüman ülkeden biri olduğunu da belirtelim.
İran Şahı Rıza Pehlevi 1934 yılında ülkemizi ziyaret etmiştir.
Ve İran İslam Devrimi
İran’daki baskıcı yönetim biçiminin yanında, yolsuzluklar, petrol ihracından sağlanan gelirlerin dengesiz dağılımı ve bir korku figürü sayılan siyasi polis örgütü SAVAK’ın uygulamaları, doğrudan Muhammed Rıza Pehlevi’yi hedef alan bir muhalefet anlayışını geliştirmiştir.
Gelişen muhalefet anlayışını Dini Çevreler iyi değerlendirmiş ve  halkı, toplumsal adaletsizliklere, despotluğa ve yabancı egemenliğine karşı mücadeleye çağırarak muhalefeti bir araya toplamayı başarmışlardır.
Şii din adamları arasında on binlerce molla, dini muhalefeti etkili bir örgütlenmeye kavuşturmuş, Bu arada, Devrimci İslamiyet anlayışını yaymaya çalışan Halkın Mücahitleri Örgütü yönetiminde gerilla hareketi gelişmiştir.
Ocak 1978′de, on beş yıl önce İran’dan sürülen Şii topluluğun ruhani önderi Ruhullah Humeyni’ye karşı hakaret dolu bir makalenin yayımlanması, Kum kentinde bir protesto yürüyüşüne yol açmış ve hareketlenmeyi hızlandırmıştır…
Büyük kitle gösterilerinin ülke ekonomisini felç etmesiyle yeniden sertleşen yönetim 8 eylül 1978′de büyük kentlerde sıkıyönetim ilan etti. Kanlı bir şekilde bastırılmasına karşın gösteriler durmadı.
Toplumda geniş destek bulan muhalefet, 1964′te sürgün edildikten sonra önce Irak’ta, ardından Fransa’da İslamcı hareketi yöneten Ayetullah Ruhullah Humeyni çevresinde toplandı.
Durumunun ümitsizliğini gören Muhammed Rıza, 16 Ocak 1979′da kesin olarak ülkeyi terk etti; Humeyni’nin 1 Şubat 1979′da ülkeye dönüşüyle, son direnci de yıkılan şahlık rejimi çöktü…”
Konuyu toparlama adına yaşananlar tekrar hatırlanırsa;
–İran, 1941’de İngiltere ve Rusya tarafından işgal edilir…
-Petrol, 1951’de Başbakan Musaddık tarafından millileştirilir.
-İçerdeki baskı karşısında kaçan İran Şah’ı, ABD desteği ile, (1953) İran’a geri döner…
-Ekonomideki bozulmalar ve halkın üzerindeki baskı-terör çeşitli nedenlerle muhalif olanları birleştirir…
-Muhalefet belirli büyüklüğe ulaştığında da, sürgündeki Humeyni, 1 Şubat 1979’da İran’a  geri döner.
-Devrimden sonra iranlı öğrenciler, 4 Kasım 1979’da, Tahran’da ABD Büyükelçiliği’ni işgal ederek 52 ABD’liyi rehin alır ve uzun pazarlıklar sonucunda elçilik çalışanları 444 gün sonra serbest bırakılır.
Bugüne gelir ve İran’ın iş yaptığı ülkelere bakarsak, önem sırasına göre ilk beş ülke görürüz
Çin, Almanya, Güney Kore, Rusya, İtalya,
Genel çerçevede, Çin, Alman ve Rus dayanışması görülmektedir.
Gerçeğinde, bugün bölgemizdeki ekonomik rekabet, kavga da, Almanya ve ABD (liderliğinde) sürdürülmektedir.
Tekrar Paris’e ve Rus Çar’ının öngörülerine dönersek;
Çar yaklaşık 150 yıl evvel ne demiştir?
“…Çağdaşlarının çoğu gibi Çar da, Paris’te Avrupa’daki bütün devrimci hareketlere esin kaynağı olan ve devrimci hareketleri kontrol eden merkezî bir örgüt olduğuna inanıyordu…” (1)
Sonlardırırken…
Fransa’ya turistik bir seyahat için gitmeyi düşündüğünüzde, sizden nerede ise, akciğer röntgen filmlerinizle birlikte banka cüzdanınız istenmektedir.
İstenenler ne işlerine yarayacaksa!
Eğer, Terör çetelerini arıyorlarsa;
PKK mensupları, Paris’in merkezi yerlerinde büro kiralamakta ve en yetkili siyasetçilerinin ifadeleri ile,
-“Onlarla sık sık görüşülmektedir!”
-Siyasetçilerinin görüştükleri kimlerdir?
-Türkiye ekonomisine 30 Yılda yaklaşık, 100 milyar dolar zarar vermelerinin yanında, on binlerce masum insanının kaybına ve ekonomik büyümesine engel olanlar…
Başka bir yoruma gerek kaldığını zannetmemekteyiz.
Paris’te pişen yemekler İran ve Türkiye’de Kemal-i afiyetle yenilmektedir.
Devam edecek…
(1) Matthew Smith Anderson, “DOĞU SORUNU” 1774-1923, Uluslararası İlişkiler Üzerine Bir İnceleme, sahife,80 (dip not;105)

Taraflı haberciliğiyle Medya nereye su taşımaktadır? İşte Oklahoma ve Salman Rüşdi olayı (3)

Doğruya ulaşmak, Bir iddiayı, karşı iddiası ile birlikte değerlendirmekle mümkündür.
19 Nisan Çarşamba günü, Oklahoma’nın merkezindeki Federal Bina, içine bir tona yakın bombanın yerleştirildiği arabanın patlamasıyla harabeye döner. Ortada 400 kadar yaralı, 100′ün üzerinde de ölü vardır.
Patlamanın üzerinden henüz birkaç saat dahi geçmemiştir. Yerel bir televizyon kanalı, kimliği belirsiz bir kişinin telefon ederek, Müslüman bir grubun saldırıyı üstlendiğini bildirdiğini söyler.
Ardından İngiliz haber ajansı Reuters 12.16′da tüm dünyaya geçtiği haberde şüphelileri “siyah saçlı, sakallı” olarak tanımlayıvermiştir.
Reuters, 17 dakika sonra aynı bülteni tekrar geçti. Bu sefer habere şüphelilerin‘Ortadoğu kökenli’ oldukları da eklenmişti. CNN ise, Oklahoma Eyaleti eski Temsilcisi Dave Mc Curdy’yi ekrana çıkarıyordu.
Mc Curdy bütün pervasızlığıyla milyonların gözlerinin içine baka baka, elinde hiçbir delil olmadığı halde, “sorumluların İslam radikalleri” olduğunu anlatıyordu.
Diğer medya kuruluşları da bunları kaynak alınca, Amerika’da yaşayan 6 milyon Müslüman cemaati birkaç saat içinde hedef haline geliverdi. Camiler ve kültür merkezlerine tehdit telefonları yağmaya, Müslümanlar okul ve işyerlerinde taciz edilmeye başlandı.
Soruşturma ilerleyip, şüphelilerden bir kısmı yakalandığında terör hadisesinin Müslümanlar’la ilgisi olmadığı ortaya çıktı.” (1)
Ancak, Atı alan Üsküdar’ı geçmiş…
Geride, yüzlerce milyon insanın hafızasındaki ”İslam ve Terörizm” sorusuna bir çentik daha atılmıştır.
Şeytan Ayetleri,” Salman Rüşdi ve Ayetullah Humeyni…
“Şeytan Ayetleri” adlı kitabıyla İran’ın boy hedefi haline gelen Salman Rüşdî hakkında İranlı mollaların yayınladıkları ölüm fermanları, tüm dünyada “İslâm=terörizm” imajını oluşturmaktan başka hiçbir işe yaramadığı bilinmektedir.
Batılı ülkeler, özellikle de ABD, Ortadoğu’daki ağırlığını hissettirmek ve bölgeye daha fazla yerleşmek için dünyada “İslâm=terörizm” sloganını hiçbir zaman ağzından düşürmemiş, bölgedeki varlıklarının ekonomik çıkarı olduğunu gizlemek için, insan hakları şemsiyesi ve kılıfı altında gerçek emellerini gizlenmekten çekinmemiştir.(2)
Batılı araştırmacılardan Karen Armstrong,  Ayetullah Humeyni’nin Salman Rüşdî hakkındaki ölüm fetvasına taraftar olanların sokak taşkınlıklarına ait haberler Avrupa medyasında tüm detaylarıyla, hem de abartılmış olarak geniş biçimde yer alırken,
Mart 1989’da toplanan ve 45 İslâm Ülkesinin katıldığı İslâm Konferansı’nda, çeşitli İslâm ülkelerinden din adamlarınca oluşturulan kurulun,
-“Ayetullah Humeyni’nin Salman Rüşdî hakkındaki ölüm fetvasının yanlış olduğu” na dair açıklamalarının Batı medyasında hiç yer almadığından sözeder.’(3)
Bir itirafta eski ABD Başkanından…
“Nitekim Batı dünyasının önemli siyasî simalarından ve ABD’nin eski Başkanlarından Richard Nixon, 1992 yılında yayınladığı bir eserinde İslâm dünyası için aynen şunları yazmaktadır:
-“Amerikalılardan çoğu, Müslümanları uygar olmayan, kirli, barbar, irrational (aklını kullanmayan) bir toplum gibi görme eğilimindedir.” (4)
Şimdi, bu çeşit yayınlardan sonra bırakınız Batı Dünyasını, Batı basınından beslenen ve nerede ise hakkında hiç bir şey öğretilmeyen veya yapılan tek taraflı yayınlar nedeniyle öğrenmeye istekli olmayan halkımızın kendi dini olan İslam hakkında ne düşünecektir?
Kimi görsel ve yazılı medyada gün geçmiyor ki,
-Afganistan’daki bir dede torunundan daha küçük yaştaki bir kızla evlenmemiş olsun…
-Afganistan’da CIA üretimi Taliban üyelerinden biri, başı açık bahanesi ile bir kadına kezzap atmış olmasın,
-Suudi Arabistan’ın Vahabi mezhep temsilcilerinin çarpık uygulamaları medyada yer almasın…
-Veya Şii İslam Devleti olan İran’dan, Batıya malzeme olacak bir uygulama özenle seçilmemiş olsun…
Peki, İslam bu uygulamaları barındırmakta veya onaylamakta mıdır? Elbette hayır…
O halde, 5-10 cahil inananının uygulamaları ile kasıtla yaptırılan yanlışlarla neden insanların kafaları karıştırılmakta, İslam ve Müslümanlar üzerine gölge düşürülmektedir?  
Üstelikte bu çalışmalarla kimin, kimlerin değirmenine su taşındığının çok iyi bilinmesine rağmen..
Resim;derinduşunce.org’dan alıntıdır.
(1) 29 Nisan 1995 / FATİH BAŞARAN, Aksiyon
(2) Osman Özsoy, “Türkiye’nin imaj sorunu”, s.73
(3) a.g.e. Dipnot; “Müslüman imajı”, TDV yy, sahife,210
(4) a.g.e. sahife,70

Medya ve 28 Şubat; Bir Havuz kaç Tankı yürütebilir?(4)

-Paşam tankları çekemedik! -Muhabiri gönder, İkinci kez yürütürüz...
Bilgi ve parayı kontrol eder; ülke gelirini, 5-10 aile arasında paylaştırırsanız; halka, yedi göbek maraba kalmaya giden yolu açmışsınızdır. Sonra mı? Ohhh suyundan…!
28 Şubat’ı ve Merkez medyanın yaşananlar karşısında tutumunu biliriz.
Bakalım, “İrticayı önlüyoruz!” Aldatmacası altında ülkenin soyulmasına kimler ve nasıl çanak tutmuşlardır?
Medya;
-Bir ülkede denge unsuru olabilir,
-İnsan Haklarının korunmasından yana tavır alabilir,
-Hukukun üstünlüğüne hizmet edebilir,
-Ülkede hâkim grupların, kurumların uygulamalarındaki yanlışına, işkenceye, “Hayır!” diyebilir,
-Ülke gençliğinin önüne doğru örnekler koyarak onlara fazilet kapısını gösterebilir,
-Hırsızlığa, yolsuzluğa, haksızlığa karşı halka kalkan olabilir mi?
Sizlere Bir Havuz ve beraberinde bir Soygun hikâyemiz var…
Olay, yaşayanından, ülkemizin ekonomik, siyaset ve bankalar sistemini çok iyi bilen değerli ilim insanlarımızdan Prof. Dr. Osman Altuğ`un kaleminden aktarılmaktadır;
Prof Altuğ, ‘Havuz Modeli` fikri kendilerinin, ancak ismi Erbakan`ın bulduğu modelle ekonomiye kazandırdıklarını ve 28 Şubat`ın gelmesinde bu modelin rolü olduğu anlatmaktadır.
Hoca, bu sistemi, Parasalcı ekonomiye baş kaldırmak olarak tanımlamaktadır.
“Sayın Başbakan Erbakan davet etti. Beni Başbakanlık Başdanışmanı olarak görevlendirme talebi oldu. Ben kişiye değil T.C. Başbakanı Başdanışmanlığı olarak göreve başladım. Birçok şeyi değiştirmeyi hedeflemiştik.
Biz bir havuz hesabı yaptık. Devletin tüm kurumları ellerindeki paralarını başka bankalara yüzde 5`le yatırıyor o bankalardan da yüzde 130 faizle borç alıyordu. Bunu görünce bir havuz kuralım dedik.
Bizim getirdiğimiz kamunun tek hesabıdır… Buna havuz hesabı diyelim dedik ve böyle bir oluşum başlattık.
Biz havuzda parası olanlara yüzde 50 faiz verdik. Böylelikle yüzde 80’de biz kazanacaktık…”
Hikâyede anlatılmak istenen;
-Bir kısım devlet kurumunun elinde büyük miktarda nakit kaynakbulunmaktadır.
-Bir kısım devlet kurumu da sürekli olarak büyük miktarda nakit kaynağa ihtiyaç durmaktadır.
-Parası olanlar bunu çeşitli bankalara yüzde beş  faiz ile yatırmakta,
-Paraya ihtiyacı olanlarda yatırılan bu parayı, yüzde yüzotuz faizle borç olarak almaktadır.
-Ne kadar temiz bir soygun değil mi?
-Şimdi bu soyguna engel olursanız ne olacaktır?
-“İrtica geliyoooor!” Ve 28 Şubat…
-Havuz sistemi ne yapmıştır?
-Sincanda tankları yürütmüştür…
-Şimdi O dönemde, Erbakan’a kan kusturan yiğit gazeteciler kimlerdir, bir sayalım…
-Yok saymayalım, üşenmeyin, o günün gazete manşetlerine bakınız.
İlgili dönemle ilgili gazete manşetleri, sahifemizdeki galeride, “28 Şubat” ismi ile yayınlanmıştır.
http://blog.milliyet.com.tr/o-gunun-gazete-mansetleri-ile-28-subat/Galeri/?GaleriNo=18380
Medya Olmasa…
“28 Şubat bir darbeydi. Darbe için gerekli şartlar hazırlanmıştı.
Piyondan başka bir şey olmayan Fadime Şahin’ler, Müslüm Gündüz’ler, Ali Kalkancı’lar Genelkurmay içindeki bir klik tarafından çoktan piyasaya sürülmüşlerdi.
Sisi lakaplı kişinin kimlerin kontrolünde olduğu ortaya çıktı.
Bazıları 28 Şubat için darbe değildi diyor ama bu sözler bir anlam ifade etmiyor. Çünkü dönemin Genelkurmay Genel Sekreteri Erol Özkasnak 2000 yılında Hulki Cevizoğlu’nun Ceviz Kabuğu programına katıldı. O programda Özkasnak, Hulki Cevizoğlu’nun kendisine yönelttiği 28 Şubat’la ilgili soruya aynen şu cevabı vermişti:
Evet, yaptığımız bir darbeydi. Erbakan istifa etmese müdahale edecektik.’
…Biliyoruz ki darbeler tek ayaklı değildir. Medya olmadan, işadamları gaz vermeden, sivil toplum kuruluşlarının desteği olmadan, hakimler-savcılar arka planı hazırlamadan darbenin d’si yapılamaz. TÜSİAD’ın o zamanki tutumu, yargıçların brifingleri, STK’ların hal ve hareketleri herkesin malumu.
…Türkiye’nin namuslu gazetecilerinden İsmet Berkan geçen yıl katıldığı bir televizyon programında,
-‘Medya olmasa 28 Şubat diye bir şey olmazdı’ yorumunda bulunmuştu.  (1)
Resim;ensonhaber.com’dan alınmıştır.
(1)Yazının tamamı için bakınız; http://yenisafak.com.tr/yazarlar/CemKucuk/28-subatin-medya-ayagina-dokunulmayacak/36426

Medya’nın İrtica söyleminin arkasında iktidar ve paylaşım kıskançlığı mı var? (5)

Vatandaşın şekil vermeye ancak gücünün yettiği demir kanca! Devletin şekil verdiği, Ömer Amca!
“İrtica tehlikesi!” ile koparılan kıyametin arkasında, başıörtülülerin, Halkın yönetime gelmemesi, Tatlı Hayat’ın devam etmesi mi vardır?
-Ne yani, İrtica söyleminin din ile bir ilgisi yok mu?
- Aldatıldık mı yani! Ne kadar ayıp!
**
-Türkiye’nin dindar bölgeleri, potansiyel irtica noktaları!
-İstanbul, İzmir, Antalya, Adana, İzmit, Trabzon, Rize, Samsun, Ordu, Bursa vb…
-Emin misin?
-Pardon!
-Doğu ve İç bölgeleri…
-Muhterem! O bölgelerde devletine bağlı, dindar, muhafazakâr şehit anası, buğday deposu Fakir Fukara babaları yaşamaktadır, onların bir tehlike olduğuna emin misin?
**
-Okumuş insan, aydınlanarak meselelerini sorgulayan insan değil midir?
-Öyle midir?
-Kadını okumayan, aydınlanmayan bir milletin gelişmesi, geleceği olançocuklarını doğru yetiştirmesi mümkün müdür?
-Değil midir?
-Bizler kadının kafes arkasında yaşatılmasına itiraz etmez miyiz?
-Ediyor muyuz?
**
-O Cumhurbaşkanı Olamaz?
-Neden?
-Eşinin başörtüsü var?
**
-Kadınlar okumalıdır?
-Okumalı mıdır?
-Elbette…
-Huu… Başörtü ile üniversiteye giremezsin? Çıkar onu başından…
-Neden? Kızlar okusun, sosyal hayata karışsın istemez misiniz?
-İstediğimizi kim söyledi?
-Şey…Cumhuriyet,  Laiklik, reformlar kem küm…!
**
-Kafam karıştı be…
-Kadınlar okusun ancak, başörtülüler okumasın
-Kadınlar sosyal hayata karışmalıdır ancak, bunlar başörtülerinden olmamalıdır…
-Eşinin başı kapalı ise, Merkez Bankasına başkan olamaz, Cumhurbaşkanı hiç olamazsın…
-Öyle de… Bu halkın yüzde 60-70’nin başı kapalı değil midir? Halk kendine benzeyeni seçmeyecekse bu nasıl demokratik cumhuriyet olmaktadır?
-Cumhuriyet mi, demokratik cumhuriyet mi!
-Bütün mesele; Din, irtica söylemlerinin arkasında, halkın yönetime gelmemesi mi vardır?
-Öyle midir?
**
Öğreten Devlet kitabının yazarından;
-“Türkiye’de insanlar öyle bir eğitim gördüler ki, dinle uzaktan yakından bir ilişkişi varsa, o insan ilerici olamaz, rasyonel düşünemez, o insan gericidir ve cumhuriyeti bugünkü değerlerinden uzaklaştırır diye bir inanış var…”  (1)
**
-“Türkiye’de halk örs devlet çekiçtir. Yakın siyasi tarihimiz bir çekiçleme eylemleri serisinin tarihidir. Devlet için egemen siyaset yapma biçimi çekiçlemedir; devlet oy kullanmaz, çekiçler. Bu çekiç “kritik” durumlarda, “kriz ve buhran” zamanlarında “balyoza, siyaset yapmanın tarzı da “balyozlama”ya dönüşür.” Çekiçleme, sistemin teminatı olan kurumlar vasıtasıyla gerçekleşir: ordu, eskiden senato, valilik kurumu; Oniki Eylül’den sonra Anayasa Mahkemesi, YÖK, Cumhurbaşkanhğı kurumu. Ordu duruma “muhtıra” ya da “darbe” yoluyla doğrudan müdahale ettiğinde, çekiçleme” “balyozlama” formunu alır. (2)
**
-‘ Evet, ideoloji ile sınıflar veya sınıf bölümleri arasında böyle birebir ilişkiler kurulmaz. İdeoloji, paradoksal biçimde, hem sabit, hem değişkendir. Her politik hareket, ideolojinin ezelden beri var olan öğelerini kendi pratik, kimi zaman dolaysız programı çerçevesinde eklemler, yani yeniden-birleştirir.
Onun için bizim laiklik kavgası da katışıksız bir ideolojik örneği değil, ardında ciddi ‘sınıfsal’ genlimler yatıyor. “Senin karının başı bağlı. Türkiye Cumhuriyeti’nin cumhurbaşkanının karısının başı bağlı olamaz.” Bu cümleler yalnız başlar ve örtüleriyle ilgili sözler değil.
Bunun arkasında, “Sen kim oluyorsun? Nereden çıktın da buralara geldin? Bu gayri-medeni âdetlerinle şimdi bir de oraya mı çıkacaksın?” (doğal olarak, bize ait olan ‘orası’) anlayışı da yatıyor.
…Ve tabii, Cumhuriyet’in başından beri, toplumun kıyılarından, yani kırlardan, toplumun merkezine doğru ilerleyen kitleler, bunların zenginleşenleri veya zenginleşemeyenleri, durmak bilmeyen ve her kuşakta aynı sancılarla kendini yeniden üreten bu toplumsal hareketlilik, bu akış. Ama şu noktada, sancı da en dayanılmaz doza geldi dayandı. (3)
**
“Önce “yerleşik siyaset zihniyeti”nden başlayalım. Bu zihniyeti, “devletle, devlet içinde ve devlet aracılığıyla” siyaset şeklinde özetleyebiliriz.
Türk modernleşmesinin belirleyici özelliklerinden olan “siyaseti toplumla değil toplum adına yapma” geleneği, bu zihniyetin temelini oluşturur.
Devlet üzerinden rant paylaşımı ve kendini devlet kurumlarıyla güvence altına alma çabaları, bu zihniyetin en yaygın yansımalarıdır.
Bu yansımaların somut karşılığı da, yolsuzluk ve devlet içinde kadrolaşmadır.
Toplumu siyasetin öznesi değil, nesnesi olarak algılayan bu zihniyetin sahipleri, topluma güvenmezler..” (4)
Devam edecek…
Gelecek yazıda söylenenleri örnekleyerek açalım…
Resim;fotokritik.com’dan alıntıdır.
Kaynakça;
(1) Örs ve Çekiç’ten alıntıdır.
(2)Hüsamettin Arslan,“Örs ve Çekiç” ,
(3)Murat Belge, İdeolojik kavganın arkası, Radikal 28.04.2007
(4)Mithat Sancar, Krizin kökleri: Devlet eksenli siyaset , Birgün, 29.04.2007

Âleme şenlik medyamız, Hükümetten emir almayan ordumuz ve gülünecek halimiz(6)

"Hepimiz birimiz, birimiz hepimiz için...Yakalanırsak birbirimizi tanımıyoruz..."
Madanoğlu Paşa; “Devlet biziz oğlum, biz hükümetten emir almayız.” Kimden alırsınız? “Devletten alırız.” Devlet kim? “Devlet biziz oğlum!”
“27 Mayıs’ın önde gelen isimlerinden biri Cemal Madanoğlu. Bir ihtilalle yetinmeyip bir de 9 Mart 1970′de ikinci darbesini gerçekleştirmek için mücadele verenlerden. Darbecilik denilince çok önemli bir deneyim.(1)
-Paşa, “Devlet biziz oğlum!.” anlayışı ile düşünürken,
-“Egemenlik kayıtsız şartsız milletin…” Değil midir?
-O nerede yazıyor?
-Anayasada..
-Yazınca milletin mi oluyor?
-Olmuyor mu?
Nereden Nereye…
Skytürk TV’de, 29 Nisan 2007, saat: 11.00, Yalçın Küçük anlatmaktadır;
-“Muhtıranın verildiği 28 Nisan günü önemli bir tarihtir.
-“28 Nisan 1960’ta yani 27 Mayıs müdahalesinden bir ay önce İstanbul’da ve Ankara’da üniversite gençliği harekete geçmişti.
-Darbeyi hazırlayan bu yürüyüş ve gösterilerdi.
-Ben de aralarındaydım.
-Daha kimler vardı: Sabih Kanadoğlu, A. Necdet Sezer, Deniz Baykal..” (2)
Sayın Sabih Kanadoğlu,  21 Ocak 2001 tarihinde Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer tarafından Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına seçilmiştir.
**
Saf oğlu, eve gelen, gidenlerin sayısı artınca annesine sorar;
-Anne! Benim babam yok mu?
-Ah… Oğlum Ah!
-Ali ile Veli,
-Üçte Onun evveli,
-Recep, Şaban Ramazan,
-Bir de mezarda yatan!
-Ah benim safça oğlum ! Anan koca mı gördü?
Bakalım Yüce Türk Milleti ömründe hiç darbe görmüş mü?
Rengi en açık olanından, 27 Nisan gece “on-line” (*) darbe olanından başlayalım;
27 Nisan Bildirisi (veya kimine göre muhtıra) bir darbe midir?
27 Nisan 2007 Genelkurmay Başkanlığının Basın Açıklaması (Muhtıra) Özetle;
- “Türkiye Cumhuriyeti devletinin, başta laiklik olmak üzere, temel değerlerini aşındırmak için bitmez tükenmez bir çaba içinde olan bir kısım çevrelerin, bu gayretlerini son dönemde artırdıkları müşahede edilmektedir…  Devletimizin bağımsızlığı ile ulusumuzun birlik ve beraberliğinin simgesi olan milli bayramlarımıza alternatif kutlamalar tertip etmeye kadar değişen geniş bir yelpazeyi kapsamaktadır.
Devlete açık bir meydan okumaya dönüşen bu çabaları din kisvesi arkasına saklayarak, asıl amaçlarını gizlemeye çalışmaktadırlar. Özellikle kadınların ve küçük çocukların bu tür faaliyetlerde ön plana çıkarılması, ülkemizin birlik ve bütünlüğüne karşı yürütülen yıkıcı ve bölücü eylemlerle şaşırtıcı bir benzerlik taşımaktadır…
Özetle, …Cumhuriyetimizin kurucusu Ulu Önder Atatürk’ün, “Ne mutlu Türküm diyene!” anlayışına karşı çıkan herkes Türkiye Cumhuriyeti’nin düşmanıdır ve öyle kalacaktır.
Ve…
Genelkurmayın bildirisine-Muhtırasına karşı (İlk kez bir) hükümet cevap vermektedir.
“…Öncelikle söylemek isteriz ki, başbakana bağlı bir kurum olan Genelkurmay Başkanlığının herhangi bir konuda hükümete karşı bir ifade kullanması demokratik bir hukuk devletinde düşünülemez.
…Bu metnin basın yayın organlarına verilmesi ve Genelkurmay’ın internet sitesinde yayınlanmasındaki zamanlama manidardır. Öncelikle, devletimizin yüce makamı olan cumhurbaşkanlığına 11. cumhurbaşkanını seçme sürecinde böyle bir metnin, hem de geceyarısı ortaya çıkması son derece dikkat çekicidir.
…Herkes şunu açıkça bilmelidir ki, hükümetimiz, devletimizin Anayasa’nın 1,2 ve 3. maddelerindeki temel ve vazgeçilmez ortak değerleri, ülkemizin birlik ve bütünlüğü, milletimizin saygınlığı, türkiye’nin laik, demokratik ve sosyal bir hukuk devleti olma niteliği konusunda herkesten daha fazla taraftır ve hassastır.
…Türkiye’nin uluslararası toplumda itibarını zedeleyen, çağdaş dünyadaki konumumuza zarar veren, Türk ekonomisinin istikrarını tehdit eden, demokrasiye aykırı ve Türk milletinin vicdanında yara açan davranışlardan tüm sorumluluk sahiplerinin kaçınması gereklidir…”
Ve Kimilerine göre Birinci Kuvvet Medya’nın yaşananlar karşısında aldığı tavır…
Türk ulusal basın internet sitelerinde konuya ilişkin ilk haber başlıkları:
-Hürriyet: Genelkurmay’dan çok sert açıklama
-Milliyet: Genelkurmay’dan çok sert açıklama
-Sabah: Genelkurmay’dan gece yarısı bildirisi
-Vatan: TSK’dan muhtıra gibi açıklama
-Star: Genelkurmay’dan açıklama
-Yeni Şafak: Genelkurmay geceyarısı açıklama yaptı
-Zaman: Genelkurmay’dan laiklik açıklaması
Şimdi de Muhtıra sonrası, siyasetçi ve yazarlar tarafından yapılan yorumlar;
-CHP Parti Sözcüsü Mustafa Özyürek (Muhtıranın yayınlanmasından hemen sonra NTV’ye telefonla bağlanarak): “Tabi bu bir muhtıradır. Hükümetin bunun gereğini yerine getirmesi gerekir.”
-CHP Genel başkan Yardımcısı Onur Öymen (Muhtıradan bir gün sonraki açıklaması): “Genelkurmay’ın tesbitleri bizim tesbitlerimizden farklı değildir. Altına imzamızı atarız. ‘Ne mutlu Türküm diyene’ sözünü kimse küçümseyemez ve bunu küçümseyenleri devletin düşmanı sayarız. Türkiye’yi Atatürk düşmanlarına teslim etmeyeceğiz.”
-CHP Genel Başkanı Deniz Baykal (Muhtıradan sonra verdiği ilk röportajında): “Bu tablonun değişeceğini meydanlar gösterdi. Müdahaleye uğrayan yönetimlere halk sahip çıkmadı. Halkımız devlet organlarıyla çatışanlara sahip çıkmaz. Bu ortamda mağduriyet yok dayatma var. Anayasa Mahkemesi 367 kararını onaylamazsa ülke çatışmaya gider.”
-CHP Genel Sekreteri Önder Sav (Muhtıranın ardından Anayasa Mahkemesi’nin verdiği 367 kararından sonra): “Gözümüz aydın, Türkiye’nin gözü aydın.”
-Nur Serter (Muhtıradan bir gün sonra Çağlayan’daki Cumhuriyet Mitingi’nde yaptığı konuşma): Genelkurmay Başkanı’na “memur” diyen bir zihniyete karşı Türk Silahlı Kuvvetleri’nin önünde, şanlı ordumuzun önünde saygıyla eğiliyoruz. Türk ordusu çok yaşa. Türk ordusu, 27 Nisan’da bizim sesimizi duymuş, bizim sesimize sahip çıkmış, demokrasiye sahip çıkmıştır. 27 Nisan’da Türkiye Cumhuriyeti’nin gerçek iradesine sahip çıkmıştır.
-TÜSİAD Başkanı Arzuhan Doğan Yalçındağ: “AKP toplumda git gide artan ve TÜSİAD’ın da paylaştığı laik rejimi koruma kaygısını yeterince dikkate almıyor. Genelkurmay Başkanlığı’nın açıklamasıylayaratılan fiili durum demokratik teamüllere uygun değil. Laikliği ve demokrasiyi korumak için bir an önce genel seçimlere gidilmeli.”
-Oktay Ekşi (Hürriyet):“Bu adı konmamış bir muhtıradır. Genelkurmay Başkanı’nın sözleri gayet açık, eğer demokrasinin kavram ve kuramlarını kullanarak bu cumhuriyetin laik karakterini tahrip etmek onu yıkmak istiyorsanız biz buna müsaade etmeyiz diyor.”
-Tufan Türenç (Hürriyet):“Tabi ki bu bir muhtıradır. Bu muhtıranın özü AKP’nin çıkardığı cumhurbaşkanı adayına Türk Silahlı Kuvvetlerin karşı olduğunu açıklıyor.”
-Ertuğrul Özkök (Hürriyet): “Demokrasi kaygısıyla, sadece askeri eleştirmek, ne adil, ne yararlı, ne de sonuç verici bir girişim olacaktır. Çünkü o bildiride savunulan görüşler, toplumun önemli bir bölümü tarafından paylaşılmaktadır.”
-Yılmaz Özdil (Sabah): “Hâlâ deniyor ki, bundan sonraki adım ne olur? Bundan sonraki adım, tank olur. Gücüm var diye dayatırsan, gücü olan sana dayatır.”
-Hıncal Uluç: “Ordu sonuna kadar bekledi.. Gerekli uyarıları en demokratik şekilde yaparak, “Sözde değil, özde” diyerek bekledi.”
-Ural Akbulut (Eski ODTÜ rektörü): “Bu ikinci 28 Şubat’tır TSK her şeye rağmen soğukkanlı davranmıştır.”
-İsmail Küçükkaya (Akşam): “Sürecin kötü yönetilmesiyle ‘kaçan fırsatı’ ve ‘Genelkurmay’ın çok sert açıklamasıyla yeni olanağı’ görelim.”
-Ece Temelkuran (Milliyet): “Genelkurmay’ın açıklamasıyla mitinglerin daha da coşmuş olması bu mitingleri otomatik olarak militarist yapmaz.”
-Fikret Bila (Milliyet): “TSK, türbanın ve temsil ettiği zihniyetin Çankaya’ya çıkmasına karşı ilkesel bir duruş sergilemiştir. “
-Ahmet Hakan (Hürriyet): “’Muhtıraya karşıyız’ diyeceğiz ve ötesini söyleyemeyecek miyiz? Ben ötesini de söylerim arkadaş.”
-Nuray Mert (Radikal):“Şimdi Genelkurmay bildirisini öne çıkarıp, bu fetihçi zihniyetin arkasında durmak istemiyorum.”
-Erdal Şafak (Sabah): “Rehn beyefendi son olarak Genelkurmay Başkanlığı’nın ‘emuhtıra’sı için esip gürledi… Ama Batı basınında da özellikle son dönemde ısrarla vurgulanan ‘Türkiye’nin laik kurumlarının altının oyulması’ girişimleri için ‘Not ediyoruz’ demekle yetindi.”
-Emekli Orgeneral Tuncer Kılınç: “Kamuoyuna bilgi veriliyor ve bunların gereği yapılmazsa istenmeyen şeylerin olabileceği mesajı verilmek isteniyor.”
Tepkiler
-Avrupa Birliği’nin Genişlemeden Sorumlu Üyesi Olli Rehn, TSK’nın demokratik laikliğe ve demokratik değerlere saygı gösterdiğini ispatlaması için seçim sürecine karışmamasının gerektiğini söyledi.
-Dönemin ABD Dışişleri bakanı Condoleezza Rice: “ABD Türkiye’nin demokrasi ve anayasal gelişim sürecini, dolayısıyla seçimle işbaşına gelenleri tam destekliyor.
Türkiye’deki yazarlardan açıklamaya karşı çeşitli yorumlar
-Star gazetesi yazarlarından Mehmet Altan “‘internet muhtırası’ doğrudan demokrasiye bir müdahaledir”
-Milliyet gazetesi yazarı Hasan Cemal konuyla ilgili “Hayır!” başlıklı yazısında askerî müdahalelerin toplumsal düzen ve gelişime zarar verdiği yorumunda bulundu
-Radikal gazetesinden İsmet Berkan, bildirinin bir askeri darbe uyarısıolduğu yorumunu yaparak, geleceği haber verilen bu darbeden kurtulmak için alınması gerektiğine inandığı tedbirleri yazdı.
-Özgürlük ve Dayanışma Partisi genel başkanı Ufuk Uras ise “Muhtıraya Hayır! Sözde Değil, Özde Demokrasi İstiyoruz” başlıklı bir basın açıklamasında bulunarak Genelkurmay Açıklaması’nı eleştirdi
-Bülent Arınç, bildirinin yayınlanmasından 4 yıl sonra katıldığı bir toplantıda yaptığı bir değerlendirmede; “Sakın ha! Cumhurbaşkanını seçmeyin anlamında. Bize aba altından sopa gösteriyor. Kime, hükümete. Kime, Meclise. Hiçbir demokraside böyle bir müdahaleyi kabul etmek mümkün değil. Ama zannettiler ki ben böyle yazar, korkutursam onlar teslim olurlar. ‘Hazır ol’ denildiği zaman hep baş üstüne diyen sivil iktidarla karşılaştı onlar” şeklinde demeç vererek, bildirinin müdahale niteliğinde olduğunu ifade etmiştir…” (3)
-Okuyanlardan küçük bir ricamız var,
-Yalçın Küçük’ün Skytürk TV’de, 29 Nisan 2007, saat: 11.00’de anlattıklarını tekrar okuyabilir misiniz?
-Okudunuz mu?
-Güzel…
-Sayın A. Necdet Sezer, Sayın Deniz Baykal, Sayın Sabih Kanadoğlu’nu gördünüz…
-Anayasa Mahkemesi başkanlığı…
-CHP genel başkanlığı…
-Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı…
-Cumhurbaşkanlığı…
Ve 27 Mayıs 1960…
(*) “On-line muhtıra ” ifadesi, Gazeteci-Yazar Serdar Turgut’a aittir.
Resim;Erdil Yaşaroğlu komikaze.net.  http://www.karikaturdiyari.com/uc-silahsorler.html
Kaynakça;
(1)Yeni Şafak, Bugün 24.02.2010 “Biz hükümetten emir almayız” diyor Madanoğlu. Muhatabı, “peki siz kimden emir alırsınız” diye soruyor. “Biz devletten emir alırız oğlum” diyor. Bu kez, “Peki devlet kim” sorusu geliyor. Cevap çok manidar: “Devlet biziz oğlum” diyor Madanoğlu. (Örs ve Çekiç, Akbabanın üç günü)
(2) Ali Bulaç, “Postmodem Muhtıra” Zaman, 30.04.2007 (Alıntı kaynağı; Örs ve Çekiç, Akbabanın üç günü )
(3) Medya ile ilgili alıntılar için Vikipedi’deki konu ile ilgili yayınlardanyararlanılmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder