30 Mart 2013 Cumartesi

İslâm Hakimiyetinin Sona Ermesinin 500'ncü Yılında ENDÜLÜS'TE İSLÂM Prof. Dr. Suat Yıldırım


Endülüs, her nedense şimdi olduğu gibi, Anadolu müslümanlarının tarihinde de, gözden uzak olduğu için, gönülden ve fikirden de uzak olmuş. Hele günümüzde, ispanya adını duyar duymaz, orayı müslüman kimliği ile hatırlayan çok az insan çıkmaktadır. Kendi değer ölçülerini ve kabullenmelerim empoze edip ona aykırı hüviyetleri unutturan "Batı kültür emperyalizmi", burada da açıkça ortaya çıkıyor. Hatta bu münasebeti en çok kurması gereken İlahiyat Fakültesi talebelerinden otuz kadar öğrencisi bulunan 3. sınıf şubelerinden birinde, bir defasında, şu âlimlerin memleketlerini söylemelerini ve onların kendilerine ne düşündürdüğünü sormuştum: Bakıy İbn Mahled, Ebû Bekr İbnü'l-Arabî, Muhyiddin İbn Arabî, İbnu Madâ, Ebu' l-Abbas el-Mürsî, Ebû Amr ed-Dânî, Ebû Hayyan, İbn Atiyye. Bu zatların Endülüslü olduklarını bilen maalesef çıkmamıştı.


Sekiz asır boyunca Müslümanlığın hakim olduğu koca bir ülkenin ve orada yetişmiş on binlerce âlimin, orada kurulmuş muazzam medeniyetin bugünkü varislerinin durumu elbette böyle olmamalıdır. Evet, daha dün denebilecek yakın bir dönemde, beş asır önce, orada müslümanları yenerek hakimiyetini kuran Hristiyan taassubu, nadir görülebilecek bir vahşetle oranın İslâmî hüviyetini silmek için elinden geleni yapmış olabilir. Fakat bu zulüm, müslümanları, onlara karşı daha duyarlı bir hale getirmeliydi. O diyarın müslümanlarının akıbetlerini, hukuklarını, orada kurulmuş muazzam medeniyetin özelliklerini, geriye kalmış ve bırakılmamış eserlerini araştırıp tanıtan yoğun çalışmalar gerekirdi. Engizisyon ve taassup döneminde bunları yapmak mümkün değildi, ama asrımızda yayılan hürriyet atmosferinde bu, pek âla mümkündür. Bilmem ki, bunca imkânlara rağmen, bu düşünce ile oraya giden kaç insanımız vardır? Oysa Batılılar, Anadolu'da tâ iki bin sene Önceki maziye ait bir takım izler bulmaya çalışmakta, bulamazlarsa -Kuşadası'nda Meryem Ana şifalı suyu, Demre'de Noel Baba masalı gibi bir çok hristiyanî unsuru- icad edip Türkiye ile irtibatlandırmaya çalışmakta, bu toprakların bin yıl Öncesine kadar hristiyan hakimiyeti altında yaşadığı hatırasını canlı tutmakta, isimleri, hristiyan adlan ile telaffuz edip yazmaktadırlar: Constan-tinople (Kostantinopl, yani İstanbul), Smyrne (İzmir), Cappadoce (Kapadokya), Cilicie (Kilikya), Bitanya, Efes, Hieropolis gibi. Buralara Paul, Pierre, Barnaba gibi havarilerin Hristiyanlığı yaymak için vaki seyahatlerini tekrarlamak, kutsal hac ziyaretinde bulunmak için gelmektedirler. Müslümanların, daha 30-40 sene öncesine kadar, kendi ülkelerinde, defin yapılan mezarlıkları, önce yeşil alan, bir kaç sene sonra ise parsellenip satılan meskûn alan yapılırken, hristiyanların asırlık mezarlıklarına dokunulmamaktadır. Yakında bir gazetede okuduğuma göre, sayısı beş bin civarında olan Rum nüfusa ait 75 kilise mevcuttur İstanbul'da. Bunların çoğu, işlemese de, muhafaza ediliyor. Fakat beş-altı asır öncesine kadar müslüman olan Endülüs sahipsiz. Bari, taassuptan nasılsa kurtulan Kurtuba Camii müslümanlara verilip imar edilse ve şenlendirilse. İnanıyorum ki müslümanlara izin verilse, kendi imkânlarıyla restore edip hizmete açarlar. (Burada ise, bazan bu onarımlar müslüman ülkenin devlet bütçesi imkanlarıyla yapılıyor.) Peşinden, daha başka bazı tarihî eserler onarılsa. Maalesef, bunları yapma yerine turistik bahanelerle Hristiyanlığın kutsal yerlerini ihya etmeye çalışan devlet yetkilileri tanıdık. İslâm'ın hakimiyetinin İspanya'da sona erişinin 500'ncü yılını hristiyanlarla birlikte kutlayanlarımız var. Halbuki müslümanlar, bu 500'ncü yıl olan 1992 yılını, milyonları bulan Endülüs müslümanlarının öldürülmelerinin, sürülmelerinin veya zorla hristiyanlaştırılmalarının, dünya çapında, haklarını arama hadisesi olarak ilan etmeliydiler. Fakat, heyhat! Bosna-Hersek'te şu anda yapılan katliam, medya ile bütün dünyanın gözleri önüne serilirken bile bir şey yapamayan biz âciz müslümanlar, nerde kaldı beş asır önceki hakkı arayalım?

Bu satırların yazarı, Endülüs tarihi hakkında çalışma yapan bir tarihçi olmadığı gibi, çağdaş İspanya'yı ve İspanyolcayı da bilmemektedir. Fakat bir ilmî kongre vesilesiyle oraya gitmiş olmam vesilesiyle, günümüzde Endülüs müslümanları ile ilgili bazı tesbitleri sizlere nakletmek için huzurunuza davet edilmiş bulunuyorum. Ben, işaret etmiş olduğum kongrenin cereyan tarzı hakkında bilgi vermekten çok, İslâm'ın oradaki durumuna dair bazı İntibalar arzedeceğim.

1-3 Eylül 1989'da yapılan "Endülüs Medeniyeti Uluslararası I. Kongresi " Endülüs İslâm Cemaati (Yama'a İslamica de Al-Andalus) tarafından düzenlenmişti. Oradaki üç-beş günlük ikamet neticesinde yaptığım tesbitler şunlar olmuştur:

1- Gayeleri İslâm kültür ve medeniyetini tanıtmak ve orada İslâm'ı tebliğ yolu İle ihya etmektir. Bu bir avuç sayılacak gencin himmetlerindeki yüksekliğe iyi dikkat ediniz.

Kongrede sunulan tebliğler şu ana konularda olmuştu: Endülüs tarihi. Endülüs'te ilim ve sanat, Endülüs medeniyetinin tesirleri, Günümüzde ve istikbalde Endülüs bölgesinde nüfus hareketleri, dünyanın çeşitli yerlerine dağılmış bulunan Endülüs kökenli toplulukların meseleleri, Endülüs'te kalıp İslâm'ı çok gizli bir şekilde devam ettirmeye çalışmış müslümanların (moriskos'ların) kültürü vb.

2- Toplantı için, pek anlamlı bir yer seçilmişti: O da müslümanların, Tarık İbn Ziyad idaresinde, 711 'de Endülüs'e ilk girdikleri yer olan Cebel-i Tarık boğazının kuzey sahili idi. Bu bölgeye İslâmî dönemde el-Ceziretu'l-hadrâ (yeşil ada) deniyordu. Şimdiki ismi de, bu kelimenin az bozulmuş şekli ile: Al-Geciras. Bu yer seçimi ile bu cemaat, adeta, biz de ecdadımızın başladığı yerden başlayıp bu tebliği devam ettireceğiz, demek istiyordu.

3- Oraya gidinceye kadar bendeki zan şu idi: İspanya'da İslâm tamamen ortadan kaldırılmıştır. Oysa bu müslümanlar, bu zannın yanlış olduğunu, pek gizli de olsa, İslâm'ın orada hep devam ettiğini söylediler. Bu müthiş bir hadisedir. Nitekim onlar, yani hristiyanların Moriskos adını taktıkları Endülüs müslümanları, İslâm emanetini birbirlerine ulaştırmak için gizli teşkilatlanmalar yapmışlardır (Emîr Şekîb Arslan, el-Hülelü's-Sündüsiyye fi'r-Rihleti'1-Endelüsiyye adlı eserinin 1. cildinde bunu anlatmaktadır).

Gırnata'nın 1492'de düşmesinden 76 yıl sonra, Gırnata'nın güneyindeki dağlık bölgede, Fernando do Falor adını kullanıp sonradan Muhammed İbn Ümeyye adını alan zatın liderliğinde müslümanlar kıyam etmişlerdir. İspanya hristiyanları, müslümanları hristiyanlaştırmaktan ümitlerini kesince, 1610 yılında, Moriskosların sürülmelerini emrettiler. Bütün mallarını ve beş yaşından küçük çocuklarını ellerinden alarak onları kovdular. O zamanki İspanya nüfusunun dörtte biri (1,5-2 milyon müslüman) çıkıp Mağrib (Fas) veya Osmanlı diyarına göçtüler. Bir çoğu Brezilya, Arjantin, Meksika gibi uzak diyarlara göçerek Engizisyon teröründen kurtulacaklarını umdular. Fakat İslâm yine de orada kaybolmadı. Mesela Engizisyon mahkemeleri 1769'da Kartacana şehrinde gizli bir mescid tesbit etmiştir. Keza, İspanya'nın diktatörlük döneminde şöyle diyen Gırnatalı bir Yusuf Ali'ye rastlamak mümkün olmuştur (Müslüman olmasının sebebi sorulduğunda o şöyle demişti): ''Ben küçücük bir çocuk iken, ninem kulağıma şöyle fısıldardı: "Evladım, Hristiyanlık hak din değil, bizim dinimiz değil. Büyüdüğünde, dinini öğrenmeye gayret et." Büyüyünce İspanya tarihini inceledim ve ninemin maksadını anladım. Pakistan a gittim, iki sene kalıp dinimi iyice öğrendim" (Prof. Dr. Ali el-Kittanî, el-Müslimûn fî Evrubba ve Amerika, 2,183). Az sonra temas edeceğimiz düşünür Blas İnfante de buna güzel bir örnek teşkil etmektedir. Endülüs'te kalan Müslümanlar, 18. asırda bile İspanyol diliyle fakat Arap harfleriyle dinî kitaplar yazmış, bunları gizli olarak elden ele dolaştırmışlardır. Bu kitapların örneklerinin Madrid'de Eskuryal kütüphanesinde bulunduğu bildirilmektedir.

Bundan ötürüdür ki İspanya'daki müslümanlar, İslâm'a girmeyi, diğer batılıların telakki ettiği gibi, kendi ülkelerinde bulunmayan bir hadise saymayıp, epeyce uzak kalmış oldukları köylerine dönüş saymaktadırlar. Bu da İslâm tebliği için, değerlendirilmesi gereken muazzam bir potansiyel teşkil etmektedir. Böylece birçok defa ispatlanmış bir gerçek, bir defa daha ortaya çıkmaktadır: O da şudur: "Hakikatin devamlı surette gizlenmesi imkânsızdır."

4- Toplantının ilk gününün akşamı, 1 Eylül 1989 Cuma günü, programa göre, konakladığımız Al-Geciras şehrinden 50 km. kadar uzakta, güzel bir sahil şehri olan Tarifa'ya gittik. Oranın Vali ve Belediye başkanı olan zat, kongreye katılanlara resmi kabul düzenlemişti. Güzel ve kısa bir konuşma yaparak kongreye başarı dilediğini ifade etti. Orada, tarihî bir yapı olup Güzel Sanatlar Okulu olarak hizmet gören bir binanın avlusunda cemaatle akşam namazı kıldık. Ev sahipliği yapan Endülüs'lü müslümanların namaz hususunda dikkatli olduklarını müşahede ettim. Gençlerden biri, az çok yüksekçe bir yere çıkıp ezan okudu. Bu ezanın uyandırdığı duygular çok başka idi. Endülüs, bu akşam şafağında, asırlarca süren hasretine mi kavuşuyordu? Yahut, şimdilik tam kavuşmasa da ileride kavuşacağının bir haberini mi alıyordu? İnşallah. Otobüste taşınan 6-7 ton halıfleks ile bir anda kurulan takriben 100 kişinin namaz kıldığı bu seyyar mescidi, oranın ahalisinden sempati ile izleyen birçok kimse vardı. O şehrin Valisi hakkında bazı İspanyol müslümanlar "İslâmiyetini henüz açıklamamış bir müslüman" dediler. Gösterdiği yakın ilgi, ikram ve heyecanı başka türlü izah etmek de zor idi.

2 Eylül 1989 akşamı ise Al Cazares şehri Valisinin davetlisi olduk. Burası, sahilden içerde dağlık bir mıntıka, şehir, en büyük bayramında nasıl hazırlanırsa, öyle hazırlanmış. Donanmalar, şenlikler. Şehrin meydanında kurulan sahnede, Vali bey uzun bir konuşma yaptı. İspanyolca yapılan bu konuşmayı Prof. Dr. Ali Kittanî bey Arapçaya tercüme etti. O konuşmadaki şu harika cümleyi unutmam mümkün değil: "Son izleri de silinmek üzere olan Endülüs medeniyetini ihya etmek için yapılan çalışmalara katkı sağlayan kongrenize başarılar dilerim." Sonra oranın ahalisinden gençlerin teşkil ettikleri ekipler, çeşitli halk oyunları gösterileri yaptılar. Endülüs şarkıları söylediler. Fas'dan gelmiş olan bir musiki heyeti de Arapça şarkılar ve ilahiler icra ettiler. Öyle bir kalabalık vardı ki, adeta şehrin tamamı oraya gelmiş sanırdınız. Musikinin etkisiyle bütün kalabalığın coşup şarkılara ve oyunlara refakat etmesi, heyecan verici bir manzara idi. Kongreye katılanlardan bir çoğu da onlarla bütünleşerek, müşterek bir tarzda yaşanan bir heyecan tattılar. Bu manzarayı, oranın şartlarında değerlendirmek gerekir. Bizim yönümüzden lehiv sayılabilecek bu eğlence, onlar bakımından İslâm yuvalarına dönüşün bir tezahürü sayılabilir. Bu sebeple, Dünya İslâm Birliği Teşkilatının temsilcisi olarak S. Arabistan'dan gelen zatın değerlendirmesine katılmamıştım. Sonra, Vali beyin cömertçe ikram ettiği akşam yemeği yendi. Bu arada Blas Infante anılıp ruhuna Fatiha okundu.

Kimdi, bu Blas Infante? Bu zat 19. Asrın sonlarında dünyaya gelmiş bir hukukçu ve düşünür imiş. Aynı zamanda aksiyon adamı. Bu şehirden, yani Al Cazares'den. Hayatını, İslâm adını vermeyerek Endülüs bölgesinin kültürünü anlatmaya adamış. Hayatının son döneminde Fas'da müslümanlığını açıklamış ve "İnşaallah Kur'ân, istikbalde yine Endülüs'lülerin kitabı olacaktır" demiştir. İspanya iç harbi sırasında Franko'nun askerleri tarafından 1933'de öldürülmüştür. Nüfusu şimdi 9 milyon civarında olan Andalus bölgesi halkı, hristiyanı ve müslümanı ile, bu zatı "Baba" diye nitelendirmekte ve şehid saymaktadırlar.

Al Cazares şehri, dağlık bir mıntıka olduğundan, Gırnata'nın düşmesinden sonra tazyikler altında kalan müslümanların en son sığındıkları yerlerden biri olmuş. Fernando de Falor (Muhammed İbn Ümeyye) idaresi altında, bu bölgede müslümanlar 16. asırda kıyam etmişler. Kongreye katılanlardan biri, onun torunlarından olduğunu söyledi. Kendisi Fas'ta yaşayan emekli bir vali olup, İstanbul'a gelmiş, Osmanlı hayranı bir zat idi.

Bu iki şehrin, yani Tarifa ile Al Cazares'in gerek valilerinin, gerek ahalilerinin sergiledikleri tavrı biraz tafsilatlı olarak anlatmamın gayesi şudur: Bu ahali, hristiyan taassubundan ziyade, Müslümanlığa yakınlık duyan bir noktadadır. Zaten orada vali, merkezî tayinle değil, mahallî seçimle iş başına gelmektedir. Ahalisi bu duygularını paylaşmayan bir valinin İslâm'a bu aşikâr ilgiyi göstermesi mümkün değildir. Demek ki ahali, İslâm tebliğine hüsn-ü zan beslemektedir.

5- İspanya devlet yönetimi son çeyrek asırda hızlı bir demokratikleşme sürecine şahid olmuştur. Franko'nun (ö. 1975) mecburen kabul ettiği 1966 referandumundan sonra 1967'de, katoliklik dışında kalan dinlere nisbî bir hürriyet veren bir kanun çıkarılmıştı. Onun ölümünden sonra Katolik Kilisesinin nüfuzu daha da zayıfladı. Diğer taraftan bölgecilik hareketleri başladı. Federe devlet durumunda olan 17 eyalet teşkil edildi. 40 milyondan fazla İspanya nüfusunun yaklaşık beşte biri ise, Andalusia bölgesinde yaşamaktadır. Resmî adı, bu şekilde Endelüs olan bu devletin iki yeşil şerit arasında beyaz bir şeritten ibaret bayrağı, İslâmî motifler ihtiva ettiği söylenen millî marşı vardır. 1980'de Adalet Bakanlığına bağlı olarak çalışan "Din Hürriyeti Genel İdaresi" kuruldu. İspanya'da yaşayan bütün Müslümanların devletle ilgili münasebetlerini düzenlemek için bu bakanlık, dînî cemaatlerden temsilcilerini seçmelerini istemektedir. 1989'da İspanya federatif devleti İslâmı resmen din olarak tanımış, böylece başta Fransa, Almanya, İngiltere gibi hâlâ İslâm'ı kendi ülkelerinde yaşayan vatandaşlarının bir dini olarak tanımayan birçok Avrupa ülkesinden daha ileri bir hürriyet anlayışına ulaşmıştır. Katıldığım kongre sırasında, müslüman cemaat temsilci seçme hazırlığı içinde idi.

Velhasıl, günümüz İspanya'sında Müslümanlığın hukukî statüsü sağlamlaşmıştır. Geniş bir hürriyet atmosferi bulunmaktadır. Biz de kongresinde bunu yaşadık. Hatta, benim gibi bazı zatlar da bir kısım konuşmacıların İspanya yönetimini çok şiddetli tenkid ve tahkir etmelerini, sanki orada bir İslâm devleti kurmuş da diğerlerine savaş ilan etmek üzere olan bir tavır takınmalarını münasip görmedik. Bir devlet, ne kadar toleranslı olsa da, kendi yıkılışına seyirci kalamaz. Olup biteni her halde, gizlice haber alır. Sonradan bazı tahditler gelebilir. Mühim olan, hürriyetin değerlendirilmesi suretiyle, İslâm'ın ilk yayılışında olduğu gibi, tebliğ ve ikna ile müslümanlığı yaymaktır. Zaten kullanacağımız bir kuvvet yokken, bu zannı uyandırarak, müslümanları sıkıntılara sokmak doğru değildir. Tuhaftır ki bu tutumda olanlar, Endülüslülerden ziyade, bazı Arap kardeşlerimizden çıktı. Halbuki Endülüs hakkında "firdevs-i mefkud" (kaybedilen cennet) edebiyatıyla bir yere varılamayacağı meydandadır. Esasen İslâm için toprağın değil, insanın kaybıdır mühim olan.

6- Toplantı, Al Geciras şehrine bağlı, ormanlık bölgede, bir dinlenme köyü durumunda olan bir sitede yapıldı. Belediye burayı, parasız tahsis etmiş. Burada her türlü ihtiyacı karşılama imkânı vardı. Yalnız mescidi, açık havada, seyyar olarak kurulmuştu. Namazlar cemaatle kılındı. Endülüs müslümanlarından Arapça öğrenmiş bir genç, cuma namazını kıldırdı.

Toplantıyı organize eden gençler büyük bir heyecan içinde idiler. Sonra öğrendim ki, kongreden önceki bir kaç gün, nerdeyse uyumamışlar. Bu çalışma içinde bulunanların yarısına yakını ise, henüz müslüman bilinmeyen kimseler idi. Arkadaşları ile birlikte hareket ediyorlarmış. Kongre salonunda hizmet edenler arasında 5-6 genç kız vardı ki çarşafa benzer bir siyah elbise giyinmişlerdi. Bu kıyafeti taşımalarının sebebi, onun Endülüs kıyafeti olması İmiş. Bunların da çoğu, henüz müslümanlıklarını açıklamamış gençler idi.

İşte bu gibi tezahürleri birleştirirsek, orada İslâm tebliğini kabule hazır bir ahalinin varlığı ortaya çıkar.

7- Müslümanlıklarını açıklayanlar Arapça öğrenmeye başlıyorlar. Onlara Kur'ân-ı Kerîm öğretme yanında Arapça'yı da öğretmek gereklidir. Zira muhtaç oldukları dinî bilgileri öğrenmelerinin başlıca vasıtası Arapça olacaktır.

8- Bugün İspanya'da İslâmî faaliyet göstermek maksadıyla kurulmuş irili ufaklı otuz kadar dernek vardır. Bunlardan bazıları, muhtelif devletlerin tutumlarını temsil etmektedirler. Fakat bunlar arasında en dikkate değer olanı zannımca Endülüs İslâm Cemaati (Yamaa İslamica de Al Andalus) olup çeşitli büyük şehirlerde on kadar şubesi vardır. Bunların önemi şuradan ileri gelmektedir: Bu cemaat Endülüs'ün yerlileri olup vesayet altında çalışmak istememektedirler. Nitekim Endülüs İslâm Medeniyeti 1. Kongresinin sonuçlarını özetleyen temsilcileri Prof. Dr. Abdurrahman Medina şöyle demişti:

"Biz sadece İslâm ümmeti vasfını tanıyoruz. Başka mensubiyetimiz yoktur: Ne Arap, ne Endülüs, ne de başka bir ırk asabiyen! Muayyen bir fıkıh veya tasavvuf meşrebine de münhasır değiliz, Kitap ve Sünnetin genişliği içindeyiz. Ne kral, ne şeyh, ne başkan, ne emîrimiz var. İdarede şûra meclisimiz yetkilidir. Gizli bir cemiyet değil, kültürel faaliyetleri olan aşikâr bir cemiyetiz. İslâm'ı tebliğ edip gönüllü olarak kabul edilmesini sağlamak suretiyle, etrafımızı sınırlandırma faaliyetini tercih ediyoruz. Maddî gelir temininden ziyade, kardeşlerimizin durumlarına ihtimam gösteriyoruz. Arapça'yı, özdilimizcesine öğrenmek istiyoruz. İmkânlarımız azdır.

Herhangi bir devletten yardım almıyoruz. Fakat fertlerden veya İslâmî cemaatlerden şartsız yardım kabul edebiliriz. Hemşehrilerimizin çoğu, asıllarının müslüman olduğunu bilmiyorlar. Bizler yeni müslüman oluyor değiliz, aslımıza dönüyoruz. Kıyafete bakmayın, iman kalbdedir. Resûlullah (aleyhis selam) insanları tedricen ir-şad etti. Biz de geniş düşünüyoruz. O, bizi dinde aşırı gitmekten sakındırıyor. Amelsiz lafa önem vermiyoruz."

İspanya'da İslâmî faaliyet gösteren cemiyetlerin yanında R. Garaudy'den de bahsetmek gerekir. Onun İspanya hükümeti nezdinde yaptığı teşebbüs, Kurtuba (Cordoba) şehrinde, İslâmî devirden kalma Kal'a denilen bir kale harabesinin, hizmete tahsis edilmesi ile neticelenmiş. O burada kurduğu İslâm Medeniyeti Müzesi durumunda çalışan bir Merkez vasıtası ile, Endülüs medeniyetini, örnek medeniyet gösterme gayreti içerisindedir. Onun temel fikrine göre Rönesans sonrası Batı bilimi, Endülüs yoluyla İslâm medeniyetinden yararlanırken, bilimi alırken hikmeti almamış, bundan ötürü de kendisi çıkmaza girdiği gibi, beşeriyeti de peşinden sürüklemiştir. İnsanlığa mutluluk getirememiştir. İnsanlığın gerçek mutluluğu, akıl yoluyla olan bilimsel ve teknolojik ilerlemenin, nübüvvetten gelen hikmetin rehberliği ışığında yol alması ile mümkündür. Batı. hikmeti kaybettiği için, gayesini de kaybetmiştir. Dengeli ve ideal medeniyetin nümunesi Endülüs medeniyeti olmuştur. Yapılacak iş, onu örnek almaktır. Garaudy, bu kabil çalışmalarla, medeniyetler arası diyalog arayışı içindedir. Fakat İspanyollarla müslümanlar bir işbirliği içinde görünmüyor. Anlaşılan, seksene yaklaşan yaşı ile, ondan böyle bir faaliyeti beklemek de, isabetli değildir.

Buna mukabil, Kurtuba İslâm Üniversitesini açmak çalışmaları içinde olan Prof. Dr. Ali Kittanî, Endülüs İslâm Cemiyeti ile sıkı bir işbirliği içindedir (Bu zat Fas'lı olup, İslâm Konferansı Teşkilatına bağlı Uluslararası İlim ve Teknoloji Müessesesinin uzun yıllar başkanlığını yürütmüştür.

9- Türkiye'de mevcut arşivler taranarak Endülüs müslümanları ile ilgili belgeler bulunup değerlendirilmelidir. Özel bir araştırma konusu yapılmadığı halde bulunup yayınlanan birkaç belge, başkalarının da bulunacağını göstermektedir. Zaman zaman yapılan yardımlar neticesinde, Osmanlı devleti topraklarına göç eden çok Endülüslü bulunduğu tahmin edilmektedir. Endülüs'lü kardeşlerimiz, bu hemşehrilerini merak ettiklerini bize bildirmişlerdir.

10- Müslümanlıklarını açıklayan Endülüs'lüler İslâm'ı öğrenmek ihtiyacı içindedirler. İslâm'ı yaşayan yerleri, cemaatleri görüp tanımaları çok faydalı olacaktır. İslâm aleminde bu konuda yardımcı olacak organizasyonlar pek gelişmemiştir. Büyük bir İslâm ülkesi olarak Türkiye müslümanlarının onlara ve diğer ülkelerdeki İslâmî tebliğe yardımcı olmaları lazımdır. Fakat uluslararası ilişkilerde Türkçe, halihazırda carî bir dil olmadığı için, Türkiye'ye gelip Türkçe Öğrendikten sonra Türkçe öğrenim yapıp, Türkçe tez yazma, onlar için kabil-i tatbik olmamaktadır. Şahsen bana, Cezayir, Irak, Suriye, Nijerya, Pakistan, İspanya gibi ülkelerden ülkemizde İlahiyat Fakültesinde yüksek lisans ve doktora yapma talepleri iletilmiş, fakat öğrenim dilinin Türkçe olma mecburiyetini öğrenmelerinden sonra, cesaret edip gelemediklerini müşahede etmişimdir. Orta Asya ve Balkan Türk dünyası da, din hocası ihtiyacı içindedirler. Bütün bu ihtiyaçlara cevap vermek için, ülkemizde Arapça öğretim yapan bir İlahiyat Fakültesinin açılması şarttır. O zaman Ortadoğu ve Boğaziçi Üniversitelerine öğrenci geldiği gibi, din ilimlerini öğrenmek İçin de çok sayıda öğrenci gelecektir. Burası Türkiye'den de isteyenlerin girmesini mümkün kılarak kabiliyetli olan bazı Türk öğrencilerin de Arapça öğrenimi yapmak sûretiyle daha avantajlı bir şekilde yetişmelerine imkân verecektir. Böyle bir öğrenim müessesesi, dünyaya açılma ve çeşitli ülkelerde iyi niyetli elçilere sahib olma gayesine de katkıda bulunacaktır.

Osmanlı devletinin yapabildiği yardımların yanında yapamadığı bazı işlerin de, onların günümüzdeki torunlarına kaldığı muhakkaktır.



* Dr. Abdülcelîl Temimî, Gırnata'nın düşmesinden 50 yıl kadar sonra 1541'de, bir grup Gırnata'lı müslümanın Kanunî Sultan Süleyman'a yazdıkları mektubun aslını bulup yayınlamıştır. (Revue d'histoire Maghrebine, 1975 (Janvier), s. 37-46). Aynı zat Sultan I. Ahmed'in Venedik dükasına, Endülüs'ten Osmanlı ülkesine iltica eden Endülüs müslümanlarına yardımcı olma talimatı veren 1614 tarihli fermanı da yayınlamıştır. (Aynı dergi. 1977 (Janvier), s. 7-14). (Bunları bildirip, fotokopisini almama izin veren sayın Prof. Dr. Ercüment Kuran beyefendiye müteşekkirim.) 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder