Sultan II. Abdülhamid Han Cuma selamlığında arabadan inerken - 1908
Osmanlı Devleti’nde protokol gereği her makam ve memuriyetin kendi rütbesine mahsus unvanları vardı. Cemiyette herkes mevkiini tanır; haddini bilerek hareket ederdi. Oturması, kalkması, konuşması, yazması hep bir usul çerçevesinde cereyan ederdi. İmparatorlukların hususiyeti işte budur. Devleti, cemiyeti, aileyi devamlı ve sağlam kılan da geleneklere bağlılıktır.
KÂTİPLER EZBERE BİLİRDİ
Resmî yazılarda, hatta mektuplarda, yazana ve yazıldığı yere göre değişen bu unvanlar mutlaka kullanılırdı. Hemen her kâtibin ezbere bildiği bu unvan ve hitaplara elkâb-ı resmiyye denirdi. Osmanlılarda bu resmî yazışma usulüne çok ehemmiyet verilirdi. Unvanın yanlış yazılması, kırgınlıklara, hatta skandallara sebebiyet verebilirdi.
Bunlar herkesin kolayca öğrenip tatbik edebilmesi için devlet salnâmelerinde (yıllıklarda) sayılırdı. Resmî yazılarda kullanılacak unvanlar, yazan kişiyle yazılan kişinin rütbesine göre değişirdi. Meselâ ulemâdan sadrıâzama gelen yazılarda “ma’rûz-ı dâî-i kemîneleridir ki..” [=aşağı ve duacı kölenizin arzıdır] diye hitab edilir ve “fehâmetlü devletlü hazretleri” unvanı kullanılırdı.
ÖMÜRLÜK UNVANLAR
Osmanlı bürokrasisinde vezir, askeriyede müşir (paşa) ve ilmiyedeki sadr (kazaskerlik) rütbesi birbirine denk idi. Bunu bir defa alanlar, azledilseler bile, ömürleri boyunca bu unvanı muhafaza ederlerdi. Nitekim Prusya’da da emekli subaylar, ölene kadar üniforma giyip rütbe taşırlardı. Bugün de büyükelçi, vâli, müsteşar, profesör gibi unvan sahipleri, fiilen vazife yapmasa bile bu unvanları kullanabilir. Sadrıâzamlık ve şeyhülislâmlık gibi rütbeler ise, fiilen vazifede bulunmaya bağlı olarak kullanılırdı. Sadrıâzam veya şeyhülislâm azledildikten sonra sıradan protokole karışırdı. Hatta sıradan vâlilik, müderrislik, kadılık vazifesine tayin olunabilirler; “Biz sadrıâzamlık veya şeyhülislâmlık yaptık. Bu makam, rütbemizden aşağıdır. Bize hakarettir” diye düşünmek akıllarından ucundan geçmezdi.
Osmanlı döneminde kime nasıl hitab edilirdi?
* Şehzâdelere (padişah oğullarına) “Devletlü Necâbetlü Sultan Efendi Hazretleri”;
* Vâlide sultanlar ile sultanlara (padişah annesi ve kızlarına) “Devletlü Ismetlü Sultan Âliyetüşşân Hazretleri”;
* Kadınefendilere (padişah hanımlarına) “Ismetlü Kadınefendi Hazretleri”;
* Sadrıâzamlara übbühetlü;
* Mekke şeriflerine siyâdetlü;
* Dârüssaade ağasına (harem ağalarının başına) inâyetlü;
* Seraskerlere atıfetlü;
* Serdar-ı ekremlere (ordu kumandanlarına) re’fetlü;
* Şeyhülislâmlara faziletlü;
* Kazaskerlere semâhatlü;
* Yüksek kâdılara faziletlü;
* Müderrislere mekremetlü;
* Kâdılara meveddetlü;
* Çelebilere (Mevlânâ soyundan gelenlere) reşâdetlü;
* Mısır hıdîvine fehâmetlü;
* Patriklere rütbetlü;
* Rumeli beylerbeyine seâdetlü;
* Miralaylara (albaylara) ızzetlü;
* Kapıcıbaşı ve Binbaşılara rıf’atlü;
* Yüzbaşılara fütüvvetlü denirdi.
* Tek kişinin işgal ettiği makama yazılan yazılarda o zâtın ismini zikretmeye gerek görülmezdi. Meselâ “Mekke şerîfi siyâdetlü efendi hazretlerine...” denirdi.
* Ayrıca orduda yüzbaşıdan aşağısına efendi, yukarısına bey diye hitab edilirdi. Bürokraside vezirlere, orduda da miralaydan yukarısına paşa; ilmiye mensupları ile hânedan âzâlarına efendi, saraylılara da ağa denirdi.
“Şevketlü, kudretlü padişahım”
Padişahların unvanları ve onlara hitap şekilleri de çeşitli idi. Padişaha yazılan yazılarda “şevketlü, kerâmetlü, kudretlü, velinimetim padişahım efendim hazretleri” denirdi. Meselâ hünkâr yaveri olmak itibariyle Osmanlı protokolünü iyi bilen Mustafa Kemal Paşa’nın heyet-i temsiliye reisi iken Sivas’tan Sultan Vahîdeddin’e çektiği telgrafa “Başkumandan-ı akdesimiz, şevketlü mehâbetlü padişahımızın atebe-i mülûkânelerine” diye başlayıp, “şevketpenâh efendimiz” diye devam ederek, “emrü fermân şevketlü padişahımız efendimiz hazretlerinindir” diye bitirdiği görülür.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder