3 Mart 2013 Pazar

50’nci yılında 27 Mayıs-İlber Ortaylı


27 Mayıs’ın silinmesi için çok gayret gösterildi ama temel hastalıklardan kurtulamadığımız için yan etkileri hâlâ sürüyor




27 Mayıs sabahı Avusturya Lisesi’ndeydim. Tabii o gün gündüzlüler okula gelemedi; biz de öğleden sonraya kadar okulda kaldık. Radyolarda en çok tekrarlanan bildiri şuydu ve Albay Alparslan Türkeş’in sesinden veriliyordu: “NATO’ya bağlıyız ve inanıyoruz. CENTO’ya bağlıyız ve inanıyoruz.” Sonraki yıllarda Menderes’in Amerikan kredisi alamadığı için Rusya’ya yanaştığı ve bu yolla cezalandırıldığı söylendi. Tarihi hakikatin Amerikan arşivlerinden çıkması için daha birkaç yıl ister. Şimdilik yapılan araştırmalar Hikmet Özdemir ve Çağrı Erhan’da olduğu gibi 
1960 öncesi dönemi kapsıyor. 
Menderes’in almak istediklerini Demirel 60’ların sonunda aldı. Üslubu farklıydı ve dış politik manevraları daha ustacaydı. Sovyet yardımı meselesi bir abartma olabilir. Albay Türkeş, darbe öncesi Amerikalılarla olan ilişkilerini ise kendisinin görevi olduğu halde ayrıntılı hatırat biçiminde yazmadı. Rahmetli Dündar Taşar’la bu konuları konuşamadım, Muzaffer Özdağ’dan da kesin bir bilgi aldığımı sanmıyorum; hatta bu konuya pek değinmedik. Ümit Bozdağ’ın bu konuya daha fazla aydınlık getirmesi gerekir. 27 Mayıs sabahı boyunca tekrarlanan NATO ve CENTO bağlılığına rağmen darbeyi basit komplo ile izah etmek ne kadar yararlıdır bilemiyorum. 

Kırsal nüfus şehre göç etti
Türkiye sanayileşen, halkı şehirleşen eski bir devletti, henüz nüfusun çoğunluğu kırsaldı. Ama kırlar da harekete geçmişti. Şehre göçüyorlardı. Şehir ve köyün ilişkileri kurulmuştu. Köylülerin bir kısmı çocuğunu okutup şehirde iş sahibi yapıyordu. Çocuklardan biri köyde kalıyorsa, diğeri önce traktörcülük öğrenip sonra kamyon şoförü oluyor, diğeri fabrikada işe yerleştiriliyor, öbürü öğretmen oluyordu. 
İmam hatip lisesinde okuyanla öğretmen okulundaki tabii ayrı dünyanın adamı oldular. Yaşam biçimindeki farklılıklar dünya görüşüne ve siyasete de yansımıştı. CHP hiçbir devirde olmadığı kadar modern ve laik yaşamın gürültüsünü çıkarıyordu. DP’lilere tarikatçılık suçlaması yapılıyordu. Aslında bu iki partinin aynı kökten geldiği ve yöneticilerin aynı zihniyetten çıktığı unutuluyor. İstimlaklar sırasında beş adet Mimar Sinan mescidinin yıkıldığından şikayet edenleri Menderes “Cami mi yok, şehrin medeni bir imarı yapılıyor” 
diye terslemişti. Hiç kimsenin çizilen portrelere uymadığı açıktır. 
İktisadi politikalara yöneltilen tenkitlerin hiçbirinin ciddi bir alternatifi de birlikte getirdiği söylenemez. Beyhude yere altüst edilen İstanbul için alternatif bir plan ve projesini Türkiye’nin hiçbir mimar ve şehircisinin derli toplu bir biçim ve muhtevayla ortaya koyamadığı açık, boşuna arşiv aramayın. Aksine Cumhuriyet gazetesi ve birçok ünlü şehirci ve mimar, imar çılgınlıklarına kendilerine göre yön verdiler. 

Eleştirileri dinlemediler
Demokrat Parti II. Dünya Savaşı sonunda ümitler vaat eden dünyanın Türkiye parçasında iktidar oldu. Ülkenin bin yıllık yapısı değişiyordu; köyler makineleşmeye açılıyordu, şehirlere göç başlamıştı. Bu ilk bakışta hiç de hoş bir görünüm değildi. Doğan gecekondular herkesi dehşet içinde bıraktı ama hiç kimsenin öngörüsü gerçekleşmedi. Gecekondular muhafazakar partilerin oy deposu oldu. 
Tek parti iktidarının, savaşın sıkıntılarıyla birleşen yılları köylüleri bunaltmıştı. Şimdi devir değişmişti. Tahsildar ve jandarma köye uğramıyordu. Yavaş yavaş vergiler kaldırıldı, yol vergisi ve angarya çoktan ortadan kalkmıştı. Bir araya gelip başkente kadar gidebilen bazı köylülerin kaymakamları yerinden ettiği bile vakiydi. Cumhuriyet Halk Partisi’nin açtığı imam hatip okulları çoğalmaya başlamıştı. İpin ucunu kaçıran Ticani tarikatı üyeleri DP hükümeti tarafından cezalandırıldı. Ardından solcular da toplanmaya başladı. 
Hiçbir şey ithal edemeyen ama en olmadık maddeleri bile ihraç edebilen memlekette (zira her maddeden her şey üretilebilirdi; bu nebatlar ve minerallerden örnek toplanması için harp eden devletle ticari ajanlarına talimat verdiler) savaşın getirdiği döviz birikimi yeni bir patlama yaratmıştı. Köylüler memnundu. Her yerde DP tarafından kolayca örgütleniyor ve her nümayişe götürülebiliyorlardı. CHP’lilerin ise bazısı oldukça gülünç (Seyhan Barajı yapımı sırasında köstebeklerin araziyi delik deşik edeceği ve sızan suların bentleri yıkacağı kehaneti gibi) bazısı ise çok yerinde tenkitleri toptan dinlenmez olmuştu. 


1960 tıkanıklıklar yılıydı, sistem bir türlü işlemiyordu
İktidar anayasal sistemi zorlayan tedbirler almaya girişti. Hoş zaten CHP devrinden kalan hukuk dışı her miras DP tarafından da kıskançlıkla muhafaza edildi. Hükümet üyelerini tenkit etmek, hele yolsuzlukla suçlamak ispata gerek olmadan cezaevinin yolunu açardı. Çoğunluk sistemi eskimişti, CHP 1950 seçimlerine girerken muhafaza ettiği bu 
sistemi kendisi muhalefetteyken kaldırtmaya muvaffak olamadı. 
1960 tıkanıklıklar yılıydı, sistem işlemiyordu. Bugünkü Türkiye için çok olağan sayılan sokak hareketleri ve talebe gösterileri kanlı bir biçimde sonuçlandı. Bu kadarı sükunet içinde yaşayan ve her şeye rağmen asayişin berkemal olduğu Türkiye’yi huzursuz etmeye yetti. Yeni çıkan zenginler ve fakirleşen memurlar suratların asıklığı için yetmişti. Kötü bir soru; “Ne olacak?” sorusu ortaya çıkmıştı. 
Ne olduğu görüldü; iktidar partisi mensupları uygar bir ülkede tasvip edilmeyecek biçimde hapsedildi. Yassıada davaları hâlâ hukuk usulü açısından kabul edilemez bir sayfa olarak ortada, idam cezaları yurtiçinde de yurtdışında da vicdanlarda kabul edilmedi. Ama başbakan, dışişleri bakanı maliye bakanı idam edildi. Bu olay darbeden sonra 1,5 yıl içinde seçimlerle yeni meclisin kurulması ve koalisyon hükümeti gibi bir yeniliğin ortaya çıkmasına rağmen her şeyi gölgeledi. 

Anayasalar devamlı yenileniyor
Aslında Türkiye değişmişti. Çok partili demokrasi sıkıntılarıyla da olsa ortaya çıkmıştı. Yeni anayasa yürürlüğe girmişti. 1961 Temmuz referandumunda İzmir başta olmak üzere bazı vilayetler ret oyu verse de yüzde 60’ın üstünde bir çoğunlukla kabul edilmişti. Reddeden ediyordu; insanlar daha fazla çekinmelerine ve Milli Birlik Komitesi’nin karşı propagandayı yasaklamasına rağmen bu sonuç alındı. Kimse 1982 Anayasası’nın kabulü için farklı gerekçe ileri sürmesin, kabul eden de ediyor. “1924 Anayasası yürürlükte kalmalı, bazı kurumlar değiştirilmelidir” diyen Tahsin Bekir Balta gibi hocalar dinlenmemişti. 
O günden bu yana Türkiye anayasaları boyuna yenileniyor. Yenilenmeyen politikanın örgütlenme biçimi ve eğitimidir. Türkiye’nin hekimleri değişti, mühendisleri değişti, işletmecileri, iktisatçıları, sosyal bilimcileri değişti ama siyaset kadrolarında mükemmelleşme olduğunu söylemek çok zor. Çünkü siyasi partiler uzun ömürlü olmadıkları gibi kadrolarını batılı partiler gibi yetiştiren örgütlenme ve eğitimden uzaklar. Sorun ülkeyi yönetecek seçkinler grubunun yapısında yatıyor. 
27 Mayıs darbesi 50’nci yılını yaşıyor. 
27 Mayıs olayının silinmesi için gayret edildi, hatta 1980 darbesini yapanlar onun resmi bayram statüsünü kaldırdı. Ama temel hastalıklar kaldıkça yan etkileri de değişiyor 
ve şiddetleniyor. 


Pera Müzesi’nde Botero 
Botero kendisini en Kolombiyalı sanatçı olarak gösteriyor ve Güney Amerikalılığına toz kondurmuyor. Renkleri tam o ülkeyi yansıtır. Güney Amerikalılar dünyasının kendilerine has sıcak renkleri var ve Botero bir ironinin ressamı. Bu bir hiciv değil; hafif bir küçümseme de var. Ömrünüİtalya ve Fransa’da geçiren bir ressamın ülkesinin renklerinden kopmasa da bir cümbüş olarak görmesi söz konusu. Küçümseme Botero’nun tiplerinin şişmanlığı değil, o bir tarz. Bütün canlılar aşırı şişman. Zaman zaman sanat tarihinin büyük portrelerini bile obezitenin çerçevesine oturtması söz konusu. 
Bazıları Güney Amerika’ya papazlar, hayat kadınları 
ve genelevlerden müteşekkil bir dünya gibi resimleyen bu ressamın çizgisinden rahatsız olmasa da “Ee ne olmuş, daha ne diyeceğin var?” diye sorabilir. Ama bu onun çizgisi; zamanımızın en çok tutulan, satılan, para kazanan ressamlarından biri ve seyredilen, duvarları süsleyen ressamı... 78 yaşındaki bu genç ihtiyarın 130 kişiden oluşan bütün bir Kolombiyalı galerici ve ressamla, üstelik 
64 üzerinde büyük tablo ile İstanbul’a gelmesi önemli bir olay. Pera Müzesi Kolombiya’nın en renkli ve en problemli şehri Medellin’den çıkan bu dünya ressamını doğrusu bütün boyutlarıyla ve kendisiyle birlikte tanıttı. 18 Temmuz’a kadar görülebilir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder