31 Ocak 2013 Perşembe

Meclis’in yetkisi ‘Aliler Çetesi’ne verildi-Şapka için katliâm yapıldı-Medenî olmanın ölçüsü şapka mı?-Despot hükümet, iftiharla sunar-Şapka dayatmasının İnebolu'ya maliyeti-M.Latif Salihoğlu



Meclis’in yetkisi ‘Aliler Çetesi’ne verildi

Diyarbakır ve çevresinde 11 Şubat 1925’te baş gösteren ayaklanma (kıyam) hareketini bastırmak için, âcilen iki olağanüstü tedbir alındı. 

Birincisi, operasyonel askerî harekât.
Diğeri ise, İstiklâl Mahkemelerinin kurulması.
Bu arada, Fethi Okyar kabinesi düşürüldü, yerine sertlik yanlısı İsmet Paşa kabinesi kuruldu.
İsmet Paşa kabinesinin isteği üzerine, Meclis'ten iki yerde İstiklâl Mahkemesinin kurulması kararı çıkarıldı.
Biri Ankara, diğeri Diyarbakır'da kurulması kararlaştırılan İstiklâl Mahkemelerinin başkan ve üyelerinin tesbitinden sonra, derhal çalışmalara başlandı. (Zabıt Ceridesi, 2. Devre, 15. Cilt, s. 198–225)
Bu süreçte son derece dikkat çeken bir nokta da şudur: 31 Mart (1925) günü Meclis tarafından alınan bir kararla, İstiklâl Mahkemelerinin vereceği idam cezaları hakkında, ayrıca bir başka onay gerektirmeden bu cezanın derhal infaz edilmesine dair bir özel kànun çıkartıldı.
Meclis, böylelikle idam cezalarının infazı hakkında nihaî onay mercii olmaktan da çıkarılmış oldu.
Meclis'e yapılan bu baypastan sonra, artık bütün iş "mahkeme çetesi"nin keyfine bırakılmış oldu.
Muhalefet susturulduAnkara'daki mahkeme, ilk iş olarak henüz yeni kurulmuş bulunan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasını (TCF) hedef tahtasına koydu.
Mahkeme başkanının emriyle, gerek parti merkezinde, gerek şubelerinde ve gerekse parti yöneticilerinin ev ve işyerlerinde aramalar yapıldı. Üstelik, bu aramalar ânî baskınlar şeklinde gerçekleştirildi. (Hakimiyet–i Milliye Gazetesi, 15.04.1925)
Şeyh Said Hadisesi bahanesiyle muhalefeti susturmayı, hatta yok etmeyi hedef alan devrin hükûmeti, adâleti emellerine âlet ederek TCF'nin yanı sıra muhalif gördüğü gazeteleri de birer birer kapattırma cihetine gitti.
Mahkemenin infaz yetkisiDiyarbakır merkezli kurulan Şark İstiklâl Mahkemesi ise, usûlen yapılan duruşmaların ardından, Şeyh Said ile birlikte 47 kişi hakkında verilen idam cezası, yine aynı mahkemenin kararıyla hemen oracıkta infaz edildi.
Ardından, açılan geniş bir çukura toplu halde gömüldüler.
Mezarları, hâlâ meçhûl vaziyette.
Bu nasıl bir kin, öfke ve husumet halidir ki, orada sergilenen tablo ile gelecek nesillere de sirayet edecek bir fitne rüzgârı estirilmiş.
Öyle ki, idam edilenler arasında hadise ile uzaktan yakından alâkası olmayan, hatta ayaklanma esnasında bölgede dahi bulunmayan kimi maznunlar da vardı.
Meselâ,  Osmanlı Şurâ–yı Devlet Reisliği de yapmış olan Seyyid Abdülkadir bunlardan biriydi. Buna mümasil, listede haksız yere idam edilen daha başka şahsiyetler de var.
Ve, bu şahsiyetlerin hemen tamamı, hem Dünya Harbi esnasında, hem de Millî Mücadele safhasında Türk kardeşleriyle birlikte hareket etmişlerdir. Üstelik, birçoğu gazi olup, yakınlarını da cephede şehit vermişlerdir.
Demek ki, bu kimseler, durduk yere hır çıkarıp ayaklanmış falan değiller. O dönemi iyi tahlil etmek lâzım.
Bir de şu tuhaflığa bakın ki: Bugün 40 bin mâsumu öldüren bir tek kişinin dahi idam edilmesinin kabul edilmediği Türkiye Cumhuriyeti'nde, vaktiyle toplu idam ve toplu mezar vak'asına resmen rıza getirilmiş ve bu ajite edici azim hatanın telâfi edilmesi cihetine de bir türlü gidilmiyor, gidilemiyor.
Hiç şüphesiz, mücadele metodu itibariyle Şeyh Said'in bir yanlışı, yani içtihadî bir hatasından söz etmek mümkün.
Buna mukabil, o devrin rejim anlayışıyla ve bu anlayışın uygulama biçimiyle, insan olarak, bilhassa Müslüman olarak ülfet ve münasebet peydâ etmek mümkün değildir.
Neticede, iki yanlıştan bir doğru çıkmamış ve binlerce mâsum insanımızın kanı heder olmuştur. O hadiseden sonra taraflarca sürdürülen din ve unsuriyet düşmanlığı ise, fitnekârlığın daniskası olmuştur.
Bazı kesimler tarafından hâlâ körüklenmeye çalışılan bu fitneyi söndürmek, bugün itibariyle en büyük bir hamiyet–i diniye ve vataniye vazifesi haline gelmiştir.
Partiler niçin kapatıldı?  Demokrasi kandırmacası
Halk Fırkasından ayrılan bir grup politikacı/asker, 17 Kasım 1924’te Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası isimli partiyi kurdu.
Kurucu üyeler şunlar: Ali Fuat (Cebesoy), Kâzım Karabekir, Rauf (Orbay), Adnan (Adıvar), Refet (Bele).
Bu parti, çeşitli bahanelerle, 5 Haziran 1925'te kapatıldı.
İrticaya taviz vermekle suçlanan yönetim kadrosunun çoğu siyasetten dışlandı. Bir kısmı da, İstiklâl Mahkeme-sinden canını zor kurtardı.
Bilâhare, Halk Partisine muhalif olan kişileri ortaya çıkarmak için kurdurulan üç ay ömürlü Serbest Cumhuriyet Fırkası da, 17 Kasım 1930’da kendi kendini feshetti.
Üç ay kadar evvel (Ağustos) kurulmuş olan bu partinin kapatılma gerekçesi olarak da şu hususlar ileri sürüldü: Ekonomide liberal görüşü benimseyen bu partinin içine, kısa zamanda gerici, mürteci ve gayr–i memnun kimseler sızmıştır.
* * *
Cumhuriyetin ilk döneminde altı yıl arayla yaşanan şu iki önemli gelişme de gösteriyor ki, adına "demokrasi denemesi" denilen göstermelik bir oyun sergilenmiş.
Zira, üst düzey yönetim kademesi tarafından, 27 yıl müddetle (1950'ye kadar) tek parti rejimi benimsenmiş, muhalif herhangi bir cereyana ise, en ufak bir tahammül dahi gösterilmemiştir.
İşte, 1924–25'te yaşananlar ve işte 1930'da sergilenen oyunlar.
Oysa, muhalefet boşluğunu doldurmak maksadıyla kurulduğu var sayılan bu iki partinin isminde de ‘Cumhuriyet’ ibaresi var:
Biri Cumhuriyetçi Terakki-perver Fırkası; diğeri ise, Serbest Cumhuriyet Fırkası ismini taşıyor.
Ama gelin görün ki, daha evvel kurulmuş olan Cumhuriyet Halk Fırkası, bunların varlığına dahi tahammül göstermeyerek, her ikisini de türlü bahanelerle kapattırdı.
Halbuki, bu partilere teveccüh gösterenler de, en az "tek parti" yöneticileri kadar vatanperver insanlardı. Özellikle de, Terakkiperver Fırkasının yöneticileri...
Kâzım Karabekir Paşa başta olmak üzere, partide aktif görev alan diğer kurmayların da tamamı İstiklâl Harbine katılmış, vatan ve millet yolunda canla, başla çalışmış kimselerdi.
Ama, ne yazık ki bunların hemen hepsi o dönemde harcanarak siyasetin dışına itildi. Buna göre, 1950 yılına kadar yaşanan kısmî açılımlar, sadece bir ‘göstermelik demokrasi’den ibaret kalmış oluyor.

Şapka için katliâm yapıldı
Halkın dilinde yer yer "Serpuş İnkılâbı" olarak da telâffuz edilen Şapka Kànunu, 25 Kasım (1925) günü Meclis'te kabul edildi.

Tek parti zihniyetinin dayatması sonucu çıkartılan bu kànun, ülkenin birçok yerinde şiddetli tepkilere yol açtı.
Şapkaya muhalefet edenler, en sert şekilde cezalandırıldı. İstiklâl Mahkemeleri marifetiyle idam edilen vatandaşların yekûnu henüz bilinmiyor.
Esasen, Meclis eliyle yaptırılan bu değişikliğin alt yapısı, tâ aylar öncesinden hazırlanmıştı. Sıra, mebusları da bu vebâle ortak etmeye gelmişti.
Mecliste kabul edildikten üç gün sonra Resmî Gazetede yayınlanan 671 No'lu "Şapka Kànunu"na dair üç maddelik kànun metninde şu ifadeler yer aldı:
Madde l: Türkiye Büyük Millet Meclisi azaları ile idare–i umumiye ve mahalliye ve bilumum müessesata mensup memurîn ve müstahdemîn, şapkayı giymek mecburiyetindedir. Türkiye halkının da umumî serpuşu şapka olup, buna aykırı bir alışkanlığın devamını hükümet men eder.
Madde II: İşbu kànun, neşir tarihinden itibaren muteberdir.
Madde III: İşbu kànun, Büyük Millet Meclisi ve icra Vekilleri Heyeti (kabine) tarafından icra olunur.
* * *
Şapka dayatmasına karşı ilk şiddetli tepki, Dadaşlar diyârı Erzurum'da yaşandı. Zoraki bir dayatmayla karşı karşıya gelineceğini hisseden Erzurum halkı, Meclis'te şapka meselesi daha görüşülmeden bir gün evvel (24 Kasım) galeyana gelerek protesto gösterisinde bulundu.
Yapılan yürüyüş ve protestolar, zecrî tedbirlerle en sert şekilde bastırıldı.
Şapka Kànununun Meclis'te görüşüldüğü gün ise, Erzurum’da sıkıyönetim ilân edildi.
Şapkaya karşı protesto gösterisinde bulunanları tutuklamaya başlayan askerler, bu vatandaşları İstiklâl Mahkemesinin insafına havale etti. Mahkeme neticesinde, 13 vatandaş idama mahkûm edilirken, onlarca vatandaşa da en ağır cezalar verildi.
* * *
Erzurum'dan sonra yurdun başka yerlerinde de şapka aleyhtarı gösteriler yapıldı. Başta Rize olmak üzere Sivas, Maraş, Giresun, Kırşehir, Kayseri, Tokat, Amasya, Samsun, Trabzon ve Gümüşhane'de çok vahim hadiseler yaşandı.
Buralarda binlerce insanımız ağır cezalara çarptırılırken, yüzlercesi de idama mahkûm edildi.
Resmî arşivler kapalı ve ilgili dosyalar açılmadığı için, kesin rakam verilemiyor.
“Kasketli Fevzi Paşa” şoku
Müslümanı Frenklere benzemeye zorlayan Şapka Kànununa karşı en sert muhalefeti yapacağı tahmin edilen Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa, ne gariptir ki o gün sabahın erken saatlerinde Meclis binasına başında şapkayla geldi. Onu o halde gören muhalif mebuslar, adeta şoke oldular. Ne yapacaklarını bilemez hale geldiler.
Onun bu umulmadık tavrı sebebiyle, red cephesinin plânı da suya düşmüş oldu.
Diyanet İşleri Başkanı Rıfat Börekçi'nin de, aynı kànun doğrultusundaki "dinî fetvâ"yı imzalamasının ardından, Türkiye’de büyük teessür hali ve Anadolu'nun muhtelif vilâyetlerinde şiddetli infialler yaşandı.
Dindarlara karşı geliştirilen dayatmacı politikalara tahammül edemeyen Şeyh Said, Şapka Kànunundan aylar önce Diyarbekir, Elaziz ve Bingöl çevresinde çok kanlı geçen bir direniş hareketini sergiledi.
Kànunun Meclis'te kabul edilmesiyle birlikte, bu kez Türkiye'nin diğer bölgelerinde direniş ve protesto gösterileri başladı.
Ancak, gösteriye katılanlar, en sert müdahalelerle bertaraf edildi. Kimi idama, kimi de en ağır cezaya mahkûm edildi.
Gariptir ki, şapkaya karşı direnen Karadeniz halkı üzerine bombardıman ile gidildi. Sahile yakın yerleşim birimleri, savaş zırhlısı ile  topa tutuldu.
Bu dönemde idam cezasına çarptırılanlardan biri de, cumhuriyetin ilânından evvel şapka hakkında bir kitapçık neşreden İskilipli Atıf Efendiydi.
Atıf Hocanın idam edilmesinin gizli bir diğer gerekçesi ise, vaktiyle İslâm–Teali Cemiyetinin üst düzey yönetiminde faal olarak çalışmış olmasıydı.
Rize'de kara gün: 8 idam
(28 Kasım 1925 )
Meclis'te Şapka Kànunu hakkında görüşmelerin yapıldığı gün, muhtelif şehirlerde ve bu arada Rize'de büyük bir gerilim hali yaşandı.
Rize Ulu Camii İmamı Hafız Şaban Efendi, cemaate hitaben şu meâlde bir konuşma yaptı: "Bizler dinimize bağlılık isteriz. İnanmayanlar da serbest olsun. Ancak, hiç olmazsa inananlara zulüm edilmesin, baskı yapılmasın. Yegâne isteğimiz, sarığımıza, sakalımıza, cübbemize dokunulmasın. Şapkayı giymek isteyenler, varsın giysin, ama giymeyenler de hapse atılmasın, cezalandırılmasın."
Hafız Efendinin konuşması, halkı yatıştırmaya, teskin etmeye yetmedi.
Bu arada, kısa bir süre önce Erzurum'da, Muş'ta ve Maraş'ta cami cemaatinden binlerce vatandaşın üzerine ateş açılması, pekçok mâsumun kurşunlanarak öldürülmesi, dindar Rize halkını zaten galeyana getirmiş durumdaydı.
Halk, Şapka Kànununun Meclis'ten geçtiğini duyunca, artık bendini yıkan bir sel gibi meydanlara taştı.
Bunun üzerine, meşhûr savaş gemisi Hamidiye Zırhlısı tam teçhizatlı ve mühimmatlı şekilde Rize'ye (bilâhare Trabzon'a) gönderildi.
Gemiden yapılan bombardımanlarla halka evvelâ gözdağı verildi.
Ardından, İstiklâl Mahkemesi heyeti (cellat Aliler) tarafından şehirde tanınmış ve gösteriler sırasında isimleri belirlenmiş kişiler tutuklanarak sorgulandı.
Esasında, sorgu–yargı safhası bir formaliteden ibaretti. İlk etapta, 83 kişi tutuklandı. Bu sayı, daha sonra 143'e çıkarıldı.
Yine, ilk safhada 8 kişi idam edildi. Bilâhare, idamlıkların sayısı 11'e çıkarıldı. (Aybars, Ergun; İstiklâl Mahkemeleri–II, s. 311–12)
* * *
Evet, sırf şapkaya muhalefet ettikleri için, Rize halkı, ulemâ ve eşrafı, İstiklâl Mahkemesi marifetiyle çok ağır şekilde cezalandırıldı.
Yurdun başka yörelerinde de benzeri görülen bu cezalandırma yöntemi, yakın tarihimizde vicdanları sızlatan vahşiyane bir sayfadır.
İşte, çok kısa bir süre içinde nihaî karara varan ve infazları gerçekleştiren İstiklâl Mahkemesinin Rize bilânçosu:
İdam edilenler: Ulu Camii İmamı Hafız Şaban Hoca, mahalle muhtarı Yakup Çavuş, Islahiye köyü imamı Hasan Efendi, belediye bekçisi Kadir Ağa, Asliye Mahkeme Başkâtibi Hafız Osman Efendi ve kardeşi Avukat Hulusi Bey, Merkez Camii imamı Hafız Kâmil, Peçelioğulları’ndan Mehmet ve Ahmet Arslan Çavuş kardeşler, Kamburoğlu Hafız Mehmet ve Nakşi Şeyhi Numan Sabit Efendi.
Mahkeme sonucunda, ayrıca 15 kişiye 15'er yıl, 22 kişiye 10’ar yıl, 19 kişiye de 5’er yıl hapis cezası verildi.

Medenî olmanın ölçüsü şapka mı?


Cumhuriyetin ilk yıllarında (Kasım 1925) kànun zoruyla milletimizin başına geçirilen şapka (fötr, serpuş, kasket, şemsisiper...), medeniyetin bir göstergesi ve "medenî millet" olmanın ölçüsü şeklinde takdim ediliyordu.
Kànun kuvvetiyle resmiyet kazanan bu anlayışa göre, o tarihte yüzde doksanı şapka giyen milletimiz medenî olmuştu.
İlgili kànun, kâğıt üstünde hâlâ yürürlükte. Ne var ki, fiiliyatta durum tam tersine dönmüş durumda. Halkımızın yüzde doksandan fazlası bugün şapka giymiyor. Giyenlerin çoğu memur olup, onlar da severek ve isteyerek değil, mecburiyetten takıyor.
Bu durumda, şapkayı terk eden milletimiz, aynı zamanda medenî olmaktan da çıkıyor mu?
Siz bu suâlin cevabını bir taraftan düşüne dururken, bir taraftan da bu meselenin tarihî seyrine birlikte bakmaya çalışalım.
Kamuoyunda "Şapka Kànunu" olarak da bilinen Kılık–Kıyafet Kànunu, Millet Meclisinin 25 Kasım 1925 tarihli oturumunda kabul edildi. Aynı zamanda sarık ve cübbe giyilmesini yasaklayan bu kànun, kısa süre sonra tatbik sahasına konuldu. Buna karşı direnenler ise, idam dahil her türlü ceza ile cezalandırılmaya başlandı.
Tıpatıp Batılıları taklit etmeyi öngören bu kànun, her ne kadar TBMM tarafından görüşülüp onaylansa da, hadisenin fikrî öncülüğünü M. Kemal yapmaktaydı.
Nitekim, söz konusu Şapka Kànununun kabulünden aylar öncesinden (üç ay önce) harekete geçen M. Kemal, başında Panama Şapkasıyla Kastamonu'ya gitmiş ve yakında resmen yapılacak kıyafet inkılâbının tatbikatını yapmıştı.
925 senesinin 23–31 Ağustos günlerinde gerçekleşitirilen Kastamonu ve ilçeleri gezisi, baştan sonra şapka ve yeni Avrupaî kıyafete dair konuşmalarla geçti.
İşte, Kastamonu Belediye salonunda yapılan o kunuşmalardan biri: "...Baylar!
Buna şapka derler. Biz her yönden medenî insan olmalıyız. ...Fikrimiz, zihniyetimiz tepeden tırnağa kadar medenî olacaktır. Bizim şimdiye kadar geri kalmamız ve nihayet son felâket çamuruna (Dünya Harbi) batışımız, medeniyete ayak uyduramadığımızdandır. ...Medeniyet öyle kuvvetli bir ateştir ki, ona uzak kalanları yakar, mahveder."
Aynı maksatlı seyahatin bir başka halkası olarak İnebolu'daki balıkçılara hitap ederken de, şunları söyler: "Ben şimdiye kadar millet ve memleket yararına ne gibi hareketler, inkılâplar yapmış isem, hep böyle halkımızla görüşerek, onların ilgi ve sevgilerinden, gösterdikleri samimiyetten kuvvet ve ilham alarak yaptım." (TC Kronolojisi, TTK, s. 439)
Esasında, yapılan işin Türklükle, Türk millî örf ve âdetleriyle hiçbir alâkası yoktu.
Kezâ, bu ve benzeri inkılâpların hiç biri için halka danışılmış, yahut referanduma falan gidilmiş değildir.
Ne var ki, tam da bu süreçte sarf edilen "Bir Türk dünyaya bedeldir" sözü, Müslüman Türk milletinden gelecek muhtemel tenkit ve itirazların önünü kapatıyor, set çekiyordu.
Aynı şekilde, uyanması muhtemel "Eyvah! Türklükten mi çıkıyoruz?" yollu şüphe ve tereddütlerin üstü kalınca bir örtüyle kamufle ediliyordu.
Tek parti diktatoryası
Öte yandan, "medenî Avrupa"daki bu tarz uygulamaların çok farklı olduğunu bilmekte fayda var.
Demokratik Avrupa ülkelerinde yapılacak bir köklü siyasî/sosyal değişim için, öncelikle halka gidilir ve bu iş için mutlaka bir referandum yapılır.
Meselâ: Bugünkü "Avrupa Birliği" noktasına kadar gelinen tarihî süreç içinde yapılan köklü bütün değişiklikler, üye ülkelerin hemen tamamında referandum usûlüne başvuruldu. Ortak kànun, ortak meclis, ortak para birimi vesaire, hemen her ülkede referandumla kabul edildi.
Türkiye'de ise, özellikle 1950'den evvel yapılan büyük çaplı değişim veya dönüşümlerin hiçbiri için referandum yapılmadı; yani, halkımız adam yerine konulmadı.
Evet, 1923'ten itibaren ülkenin mukadderatına hükmeden tek parti zihniyeti, kendince uygun gördüğü hemen her değişikliği Meclis'ten geçirdikten sonra, uygulama safhasında "millete rağmen"ci bir anlayışla millete dayatma cihetine gitmiştir.
* * *
Türkiye, tâ 90 yıl önceden taklit etmeye başladığı vahşî Avrupa, bugün itibariyle nisbeten değişmiş; özellikle temel insan hak ve hürriyetleri meselesinde kısmen de olsa (Birinci Avrupa) medenileşmiştir.
AB üyesi olmaya karar veren Türkiye ise, ne yazık ki tâ bir asır evvel Avrupa'dan içimize atılan birtakım muzahrafatı temizlemenin ve görünür–görünmez ayakbağlarından kurtulmanın mücadelesini veriyor.
Nereden nereye...
Devir mi değişti, insanlar mı?
 
Vaktiyle "vatana ihanet" suçunu işleyenleri cezalandırmak maksadıyla kurulan İstiklâl Mahkemeleri, Ekim 1925'ten sonra daha çok şapka muhalifleri ile sarık giyen vatandaşları cezalandırmaya yöneldi. 
Bu mahkemeler, sayısı bilinemeyecek kadar çok vatandaşı ya hapse attırdı, yahut da idam sehpasına yolladı. 
Zira, hâlâ yürürlükte olan söz konusu kànuna göre, şapka giymemenin cezası üç ay iken, karşı gelmenin veya şapkayı protesto etmenin cezası doğrudan idam şeklinde tatbik edildi. 
Ne tuhaf değil mi? Söz konusu kànun hâlâ yürüklükte olduğu halde, resmî memurlar bugün şapka giymiyor, giymeyi de düşünmüyor. Üstelik, onları ne hapse atan var, ne de idamlarını isteyen. ..
Acaba devir mi değişti, insanlar mı, yoksa şartlar mı? 
Seksen küsûr senede bakın nereden nereye geldik? 
Son bir suâl ile bitirelim: Kılık–kıyafet gel–gitleriyle millet olarak ne ölçüde medenileştik, yahut ne kadar mesut ve bahtiyar olduk? 
Bu suâlin sıhhatli cevabını, yukarıdaki bilgiler ışığında  birlikte bulmaya çalışalım...

Despot hükümet, iftiharla sunar
Millet Meclisinde 12 Aralık'ta (1925) bir konuşma yapan Başbakan İsmet Paşa, son "gericilik olayları" hakkında geniş mâlûmat verdi. 
Paşa, kendince hepsi de tertip eseri olan hadiselerin büyük ölçüde bastırıldığını, suçluların en ağır şekilde cezalandırıldığını söyledi. 
İsmet Paşa'nın bu konuşmasında kast ettiği gericilik olayları, başta "Şeyh Said hadisesi" olmak üzere, "şapka giyme mecburiyeti"ne karşı duyulan alerji ve rahatsızlık sebebiyle bir çok vilayette gösteriye dönüşen olaylardır. 
O günün moda tabiriyle, şapka giyenler "ilerici", giymeyen veya giyilmesine karşı gelenler ise kesin olarak "gerici"dir; hatta yobaz ve mürtecidir.
 Bu tuhaf damgacı modanın dinamik ömrü 25 yıl (1950'ye kadar) sürdü; statik ömrü ise, henüz yeni yeni doluyor. 
Günümüzde zaman zaman cesurâne açıklamalarda bulunan bazı aydınların "1925–50 arası" dönemi tarif ederken, bunun ilericilikten çok "gericiliğe tekabül ettiğini" söylemeleri, 80–90 yıllık ilericilik–gericilik modasının günümüz Türkiye'sinde yavaş yavaş tersine dönmeye başladığını gösteriyor.
Sertlik yanlısı hükûmet 
Şubat 1925'te Şeyh Said hadisesi patlak verdiğinde, devlet yönetiminde Başbakan Fethi Okyar kabinesi vardı.  Bu kabine, hadisenin mümkün olduğunca fazla kan dökülmeden yatıştırılmasından yanaydı.  Ancak, o günkü Meclis çoğunluğu sertlik yanlısıydı ve âsilerin üzerine olabildiğince yıkıcı bir kuvvetle gidilmesini istiyordu. 
Fethi Okyar ise, görüşülmekte olan "Takrir–i Sükûn Kànunu"na dayanılarak, özellikle Şark vilayetlerinde bir katliâma girişilmesinden korkuyordu ve böyle bir vebâlin altına girmek istemiyordu. 
Muhalefetin başı konumundaki İsmet Paşa, Başbakan Fethi Beyi pasiflikle suçladı ve âdeta "Ben bu işi kökten bitirmeye hazırım" demeye getirdi. 
Bu konuşmadan sonra, Meclis'te daha fazla itirazcı "çatlak sesler" duyulmaya başladı. Fethi Okyar, bu itirazcı seslere dayanamayarak yeni bir "güven oylaması"na gitme ihtiyacını duydu. Meclis'teki güven oylaması, 2 Mart günü yapıldı. Netice Fethi Beyin aleyhine oldu. Kabine, 60'a karşı 93 oyla güvensizlik aldı. 
Aynı gün, hükümeti kurmakla İsmet Paşa görevlendirildi. 
Yeni İsmet Paşa hükümeti, hemen iki gün içinde "Takrir–i Sükûn Kànunu"nu çıkarttırdı. Buna göre, hükümet iki sene müddetle olağanüstü yetkilerle donatılmış oldu. Sansür ve sürgün yetkisi de dahil olmak üzere...
 Aynı hafta içinde, şapka giyilmesine şiddetle muhalefet eden, İslâm dinine ve Hz. Muhammed'e (asm) basın yoluyla hakaret edilmesine karşı silâhlı mukabelede bulunan Şeyh Said ve taraftarları üzerine ağır silâhlarla donatılmış birlikler gönderildi. Başta Diyarbakır olmak üzere Doğu vilayetlerinin birkaç yerinde ortalık kan revan oldu. On binlerce vatan evlâdı, bir hiç uğruna birbirini kırmaya, yekdiğerinin kanını dökmeye yönlendirildi.
 Netice itibariyle, o günlerde hadiseler bir cihette yatışmış olmasına rağmen, açılan yara bir türlü kapanmadı; kanama halen de devam ediyor.
Ülke genelindeki durum
1925 yılı Türkiye'sinde moda tabirler haline gelen "gericilik, irtica, yobaz" türü yaftalar, sadece Şeyh Said taraftarları ve Doğu vilayetlerdeki dindar vatandaşlar için kullanılmadı. 
Aynı türden aşağılayıcı damgalar, ülkenin diğer bölgelerinde yaşayan ve özellikle şapkaya karşı çıkan sayısız derecedeki vatandaşlar için de kullanıldı. 
İşte bunlardan resmî tarih (TTK) kayıtlarına da geçen sadece 20 günlük olaylardan birkaç misâl: 
14 Kasım: Sivas'ta "şapka inkılâbı"na karşı gerici ayaklanma. Elebaşı durumundaki İmamzade M. Necati, İstiklâl Mahkemesi tarafından idama, diğerleri ise çeşitli hapis cezalarına çarptırıldı. 
22 Kasım: Kayseri'de Mekkeli Ahmet Hamdi öncülüğünde şapkaya karşı gerici ayaklanma. Hadise İstiklâl Mahkemesine intikal ettirildi.
24 Kasım: Erzurum'da, şapkaya karşı gelen gericilerin eylemleri sokak gösterisine dönüştü. Bu hadise sebebiyle 13 kişi idama mahkûm edildi. 
5 Kasım: Şapka Kànunu Meclis'te kabul edildi. Aynı gün, Rize'de bir gerici ayaklanması yaşandı. Hadisede elebaşılık yapan 8 kişi idam edildi. Diğerleri çeşitli cezalara çarptırıldı. 
27 Kasım: Maraş'ta şapka karşıtı gerici ayaklanma. Elebaşı durumundaki Şükrü ve Hasip adlı kişiler başta olmak üzere, birçok kişi idam edildi. 
4 Aralık: Giresun'da şapkaya muhalefet eden gerici gösteriler, ağır şekilde cezalandırıldı. 
NOT: Şapka imalatı, giyilmesi ve bu yöndeki sair gelişmeler, Şapka Kànunu henüz çıkmadan baş göstermişti. Bu da, Anadolu'nun hemen her tarafında ciddî rahatsızlıklara yol açmıştı. Bu sebeple, yukarıda sıraladığımız olayların benzerleri Bursa ve Uşak gibi Batı Anadolu vilayetlerinde de yaşandı.
Kànundan evvel yapılanlar
Türk Ocağındaki konuşma
M. Kemal, bir süre sonra Meclis'te görüşülecek olan "Şapka ve Kıyafet İnkılâbı"nın alt yapısını hazırlama mahiyetindeki yurt gezilerine Kastamonu'dan sonra da devam etti.
Bursa'dan sonra 10 Ekim (1925) günü gittiği Akhisar Türk Ocağında şu konuşmayı yaptı: "Muhterem ahali! Birbirimizi aldatmayalım. Medenî cihan çok ileridedir. Buna yetişmek, o daire–i medeniyete dahil olmak mecburiyetindeyiz. '...Şapka giyelim mi giymeyelim mi?' gibi sözler mânasızdır. Şapka da giyeceğiz, Garb'ın her türlü âsâr–ı medenisini de alacağız. Efendiler! Medenî olmayan insanlar, medenî olanların ayakları altında kalmaya mahkûmdur. Meserretimi, şükrânımı tekrar ederim."
M. Kemal'in Türkocağı'nda hitap etmiş olduğu Akhisarlılar'a bu derece teşekkür etmesinin en önemli sebebi, onların hemen oracıkta başlarına şapka geçirmesiydi. M. Kemal'in "şapka inkılâbı seyahatleri" çerçevesinde Akhisar'a da geleceğini önceden haber alan CHP İlçe Başkanı Murat Bey, Türkocağı Başkanı Dr. Şemsettin Bey ve Belediye Başkanı Emin Bey, bu maksatla biraraya gelerek, en az bir kamyon şapkayı Akhisar'a getirtmeye karar verirler. Bu iş için de Boncuklu Ahmet Efendi isimli şahsı vazifelendirirler.  Derhal İzmir'e giden Boncuklu Efendi, gece vakti olmasına rağmen şapka satan dükkânları açtırarak bir kamyon dolusu şapkayı Akhisar'a getirtir.
İlgili kànundan evvel şapka giyiminin yaygınlaştırılması sağlandı. Ardından kànun çıkartıldı. Karşı gelenler, zecrî tedbirlerle cezalandırıldı. Böylelikle, Türk milletinin kısa sürede "medenî!" olması sağlanmış oldu.

Şapka dayatmasının İnebolu'ya maliyeti
Kastamonu ve çevresinde 1925 yazında başlatılan Şapka İnkılâbının fikrî ve mânevî yönü gibi, ayrıca maddî ve ticarî yönü üzerinde de durulması lâzım.
Birinci maddenin özeti şudur: Frenklere benzemek, İslâmî görünümden uzaklaşmak ve secdeyi zorlaştırmak.
İkinci maddenin tatbikat cihetine bakıldığında ise şunu görmekteyiz: Vakko gibi firmalar büyük gelir elde ederek alabildiğine zenginleşmişler. Buna mukabil, başta Kastamonu ve Çorum vilayetleri olmak üzere, bilhassa Doğu Karadeniz Bölgesindeki vatandaşlar büyük mağduriyetler yaşamışlar.
Bu konudaki bilgi kaynağımız, öncelikle o dönemi bizzat yaşamış olup Çelebiler, Fakazlılar, Mırmırlar olarak da bilinen "İnebolu Nur Talebeleri"dir.
Ayrıca, "Kastamonu Vilayet Salnâmesi" ile İnebolu Belediyesi tarafından yayınlanan "İnebolu Tarihi" isimli çalışmalardan da istifade ettiğimizi belirtmiş olalım.
Efendim, mesele şudur:
Sultan II. Abdülhamid'in de teşvikleriyle 1882 yılı sonlarında inşa edilmeye başlanan büyük İnebolu Limanı, bölgenin iktisadî çehresinin sür'atle gelişip güzelleşmesini netice verdi.
Meselâ, daha evvel haftada ancak üç–dört vapurun uğradığı İnebolu'ya, limanın tekemmül etmesiyle birlikte bu sayı günde yedi–sekize kadar çıktı.
1900'lü yılların başına gelindiğinde ise, sadece yerli olanlar değil, ayrıca Rusya ve Gürcistan bandıralı büyük sınaî ve ticarî gemiler de İnebolu Limanına gelip gitmeye başladı.
Yerli ve özel sektöre ait en büyük ticaret gemileriyle, Mısır'ın İskenderiye Limanına tonlarca miktarda yumurta ve elma götürülüp ihraç ediliyordu.
Bu büyük ihracat faaliyetinden istifade eden vilayetlerin başında Kastamonu gelmekle birlikte, ayrıca Çorum, Çankırı ve Bolu yörelerinden de bol miktarda getirtilen elma, yumurta, kereste, keten, kendir ve canlı hayvan ihracatı yapılarak bölgenin iktisadî hayatına canlılık kazandırılıyordu.
Bu büyük ticarî faaliyet, savaşlar sebebiyle ara ara kesintiye uğramakla beraber, yine de 1925 yılı sonlarına kadar devam edebildi.
29 Ekim 1925 tarihinde ise, Ankara'da yapılan ilk resmî cumhuriyet balosunda yaşanan büyük bir "diplomatik skandal" sebebiyle, Mısır'la olan bütün ticarî ilişkiler donduruldu; dolayısıyla, İnebolu Limanından gerçekleştirilen ihracat faaliyetleri de sekteye uğramış oldu.
O gün, Ankara'da şu garabet yaşandı: Şimdilerde "29 Ekim Çankaya Resepsiyonu" denilen organizasyon, 1925'te "Balo" ismiyle tertiplendi.
Resmî oarak ilk kez düzenlenen Baloya başbakan, bakanlar, büyükelçiler, ordu komutanları ile basın mensupları eşleriyle birlikte dâvet edilmişlerdi.
Ne var ki, bir ay evvel çıkartılan Şapka Kànunu sebebiyle, Baloya iştirak edenlerin hemen tamamı şapkalıydı.
Sadece bir tanesi istisna: Mısır Büyükelçisi...
Başında "Osmanlı fesi" ile gelen Mısır büyükelçisi, kapıda durduruldu ve Balo'ya alınmayarak geri çevrildi.
Bu rencide edici hadise, Mısır'a tez elden ulaştı. Mısır hükümeti de, sert bir notayla mukabele ettiği Türkiye ile olan bütün ticarî faaliyetlerin durdurulması kararını aldı.
İşte, tam da bu esnada Mısır limanlarına gidip demirleyen yumurta ve elma yüklü ticaret gemilerimizdeki malların tamamı elde kaldı.
Tüccarlarımız, orada günlerce uğraşıp durmalarına rağmen, kimseye birşey satamayıp çaresizce geri döndüler.
Ne var ki, elde kalan mallar çürümeye başladığı için, bunları denize döke döke ve son kalan kısmını da Sarayburnu açıklarındaki akıntıya boşaltarak eli boş döndüler.
Netice itibariyle, ihracat işi yapan tüccarlarımızın hemen tamamı iflâs etti. Onların iflâs etmesi demek, aracı firmalar ile çiftçi ve üretici durumdaki vatandaşlarımızın da maddî çöküntüye uğraması demekti.
Nitekim, öyle oldu ve bu fecaat yıllarca devam edip gitti.
Öyle ki, yedi yıl sonra aynı "Fes Vak'ası" bir kez daha tekerrür etti.
Ekim 1932'de Mısır’ın Ankara Büyükelçisi Abdülmelik Hamza Beyin Ankara sokaklarında fesiyle dolaştığı görüldü.
Hamza Bey, ayrıca 29 Ekim günü yapılan resmigeçit merasimine, yine aynı gün Ankara Palas’ta M. Kemal'in verdiği akşam yemeğine ve hemen ardından CHP’nin ev sahipliğinde yapılan Cumhuriyet Balosu’na da başında fes olduğu halde gelip katıldı.
Daha önceki gibi, bu durum da Türkiye ile Mısır arasında diplomatik krize yol açtı.
Bu krizin hikâyesini, bir de aynı mekânda bulunan İngiliz (Sir George Clerk) ve Fransız (Kont de Chambrun) büyükelçilerinin hemen hemen aynı ifadeleri ihtiva eden raporundan okuyalım: “İki yüz kişilik davetliler arasında Mısır elçisinin fesi gösterişle sırıtıyordu. Cumhurbaşkanı, arada bir, sezdirmeden fese alaycı bir göz atıyordu. Zavallı meslektaşım bunun farkına varmadı. Ama Gazi, sürükleyici müziğin temposuna ayak uydurarak masadan kalkınca, doğruca Mısırlının yanından geçti ve geçerken bir kedi mırıltısını andıran usulca bir sesle kendisine bir şeyler söyledi; onun omzunu okşadı. Kendisini kucaklıyor sanmıştık ki, bir de ne görelim, bir garson fesi gümüş bir tepside hızlı adımlarla götürüyordu. Tepsinin ardından öylece bakakaldık.”
Detaylar değişse de, hadisenin iki ülke arasında ticarî ve diplomatik krizlere yol açacak boyutlara vardığını çeşitli kaynaklardan öğrenmek mümkün.
Mazhar Müfit'in anlattıkları
Birkaç sancak ile vilayette idarecilik yapan Mazhar Müfit Kansu (1874–1948) Denizli doğumlu olduğu halde, Denizli'nin yanı sıra ayrıca Hakkâri ve Artvin milletvekili olarak Meclis'te görev yaptı.
Kayseri, Yozgat, Kırşehir, Niğde İstiklal Mahkemesi üyeliklerinde ve hatta başkanlığında da bulunan Kansu'nun en bâriz özelliği, M. Kemal'e sadâkatle bağlılığıdır.
Gazetelerde tefrika edildikten sonra toplanan yazıları "Erzurum'dan Ölümüne Kadar Atatürk'le Beraber" ismiyle kitaplaştırıldı.
İşte, Kansu'nun bu kitapta  Erzurum Kongresi'nin (Temmuz 1919) bittiği geceye dair anlattıklarından bir bölüm:
Mustafa Kemal "Mazhar, not defterin yanında mı?" diye sordu. "Hayır, Paşam" dedim.
"Zahmet olacak, ama bir merdiveni inip çıkacaksın. Al gel!" dedi. Hemen aşağıya indim. Not defterimi alıp geldim. "Defterin bu yaprağını kimseye göstermeyeceksin. Sonuna kadar mahrem kalacak. Bir ben, bir Süreyya, bir de sen bileceksin. Şartım bu" dedi.
Süreyya da, ben de, "Buna emin olabilirsiniz Paşam" dedik. Paşa bundan sonra, "Öyle ise önce tarih koy!" dedi. Koydum: 7–8 Temmuz 1919. Sabaha karşı.
Tarihi sayfanın üzerine yazdığımı görünce, "Pekâlâ, yaz!" diyerek devam etti: "Zaferden sonra şekl–i hükümet cumhuriyet olacaktır. Bunu size daha önce bir sualiniz münasebetiyle söylemiştim. Bu bir. İki: Padişah ve hanedan hakkında zaman gelince icap eden muamele yapılacaktır. Üç: Tesettür kalkacaktır. Dört: Fes kalkacak, medeni milletler gibi şapka giyilecektir. Beş: Latin hurufu kabul edilecek."
Ve, yıl 1925 Kastamonu dönüşü
Mazhar Müfit, bu notların yıllar sonrasındaki yansımaları hakkında şunları anlatıyor: Şapka İnkılâbını ilân etmiş olarak (1925) Kastamonu'dan dönüyordu. Ankara'ya avdet ettiği anda, otomobille eski Meclis binası önünden geçiyor, ben de kapı önünde bulunuyordum. Manzarayı görünce gözlerime inanamadım. Kendisinin ve yanında oturan Diyanet İşleri Reisi'nin başında birer şapka vardı. Kendisi neyse ne? Fakat kendisini karşılamaya gelenler arasında bulunan Diyanet İşleri Reisine (R. Börekçi) de şapkayı giydirmişti. Ben hayretle bu manzarayı seyrederken, otomobili durdurttu, beni yanına çağırdı ve birden, "Azizim Mazhar Müfit Bey, kaçıncı maddedeyiz? Notlarına bakıyor musun?" deyiverdi.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder