21 Aralık 2012 Cuma

Eski dünyamız, padişahlar ve "Muhteşem Yüzyıl" -"Benim ecdadım böyle değil!" -Dizi dizi yalan! -İftiranâme mi, itirafnâme mi? -Yavuz Bahadıroğlu


Eski dünyamız, padişahlar ve "Muhteşem Yüzyıl"
Sayın Başbakan, eski Osmanlı coğrafyasını uyarmak/ uyandırmak için koştururken, "Oralarda ne işimiz var?" diyerek, çabasını sorgulayanlara kızmakta çok haklı…

Çünkü 1950 öncesinde yapıldığı gibi, ya içinize büzüleceksiniz, hiçbir hesaba katılmaz, hiçbir konuda dikkate alınmaz bir ülke olacaksınız, ya da risk alacak, eski coğrafyanızda eski tarihinizi arayacak, dikkate alınan, hesaba katılan, "Bu konuda acaba Türkiye ne düşünüyor?" diye merak edilen bir ülke olacaksınız…

Sayın Başbakan "ikinci Türkiye"den yana: Ciddiye alınan, hesaba katılan bir Türkiye olmak istiyor…

Bu yüzden de Myanmar'dan Somali'ye, Mısır'dan Balkanlara, Açe'den Afganistan'a koşturup duruyor…

Yine bu yüzden, bombalar altındaki Gazze'ye Dışişleri Bakanı'nı gönderiyor…

Mısır'da yaptığı konuşmada Arap dünyasına ağır gelen mesajlar veriyor: "Uyanın!.. Kalkın!.. Silkinin, sadece konuşmayın, harekete geçin!" diyor. "İngiliz sömürgeciliğinin üstünüze serptiği ölü toprağından silkinin" demeye getiriyor.

Bunda da haklı: Gerçekten de Arapların üstünde bir ölü toprağı var: Olmasaydı İsrail bu kadar cüretkâr davranabilir miydi? Canı her istediğinde istedikleri hedefleri vurabilir, koskoca Arap âlemini tehditle korku arasında yaşatabilir miydi?

Sayın Başbakan bunları yaparken, bazılarının sorumsuzca, ilgisizce, bilgisizce, "Oralarda ne işimiz var?" diye sorgulaması, tepesini attırıyor.

Onu sorana kadar, "ABD'nin Bağdat'da ne işi var?.. Rusya'nın Suriye'de ne işi var?.. Almanya'nın, Fransa'nın, İngiltere'nin bilmem nerelerde ne işleri var?" diye sorsanıza…

İşleri var: Çünkü belirleyici devlet olmanın yolu, her yerde bayrak göstermekten geçer. 

Aksi takdirde, kendi coğrafyanızda bile huzur vermezler. PKK belası, kendiliğinden mi çıktı sanıyorsunuz? Çıkarıldı ve başımıza musallat edildi. Belli ki, birileri bizi bu yolla Türkiye Cumhuriyeti sınırlarının içine hapsetmek istiyor. Birileri bunu isterken, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı elbette sınırları zorlayacak ve o sınırların dışında bayrak gösterecektir. PKK'dan kurtulmanın çaresi bile budur!

Kaldı ki, 40'a yakın devlette şehitliğimiz var. O şehitler oralara "eğlence" olsun diye gitmemiştir. Kimse de arkalarından "Oralarda ne işimiz var?" dememiştir. Bugün Başbakan bu izi sürüyor. Osmanlı coğrafyasını yeniden derleyip toparlamaya çalışıyor. Osmanlı'yı diriltmek için değil, Türkiye Cumhuriyeti'ni güçlendirmek için yapıyor. Bunu anlayamayanları da "Ecdadı dizi filmlerden tanımak"la suçluyor ve bu münasebetle de "Muhteşem Yüzyıl" isimli diziye yükleniyor.

"Kanuni bu değil" diyor. Haklı. Bir kere tarih, dizi filmlerden öğrenilmez, belgelerden okunur. İkincisi: Tarih üzerine yapılan filmlerle yazılan romanlara biraz daha özen göstermek gerekiyor, çünkü söz konusu olan milletimizin kökleridir. Milleti köksüzleştirirseniz, ya Stalin'in peşinden giderler, ya da Hitler'in…

Şu çelişkiye bakın: Bir taraftan Atatürk'ü kanunla korumanın gerekliliğini savunacaksınız, hatırasını koruma aşkına nikâhlı karısının (Lâtife Hanım) hatıralarını bile milletten saklayacaksınız, öte yandan Cumhuriyeti inşa ettiğimiz toprakları borçlu bulunduğumuz Selçuklu/ Osmanlı hükümdarlarına veryansın edilmesini, topunun iftiraya bulanmasını önemsemeyeceksiniz. Kurda-kuşa yem edeceksiniz!

İster istemez insanın kafasına takılıyor: Acaba işin içinde sadece para kazanma hırsı mı var, yoksa çetrefil bir oyuna mı çekiliyoruz? Bazıları seçimle kuramadığı baskıyı tarih üzerinden mi kurmaya çalışıyor?

NOT: Sayın Başbakan'ın "Kanuni'nin 30 yılı at sırtında geçti" demesi de çeşitli spekülasyonlara yol açtı. Tabii bu bir mecaz ifadedir: 13 büyük seferde at sırtında geçirdiği toplam süre on yıl kadar tutar. Ama seferler gidiş-dönüşten ibaret değildir. Bunun bilgi toplama, toplanan bilgileri değerlendirme, plânlama ve her sefer sonrasında değerlendirmesi de var. Ayrıca, 15 milyon kilometrekarelik Osmanlı coğrafyasında yaşayan çeşitli din, dil, ırk mensubu toplumu adaletle 46 sene yönetmek de, haremde cariye kovalayarak olmaz!

İkinci NOT: Sayın Ahmet Hakan, dizinin senaristleri arasına girmemi öneriyor, ama teşekkürler: Benim tarihi karalamak gibi bir kabiliyetim yoktur, bu yüzden almayayım!

"Benim ecdadım böyle değil!"

Büyüme dönemi padişahlarıyla şeyhülislâmların (ve de âlimlerin) muhteşem bir birlikteliği vardı. Şeyhülislâmlar, sadrazamların bile her istediklerinde ulaşamadıkları padişahlara kolayca ulaşır, söylemeleri gerekeni hiç sakınmadan, yüksünmeden söylerlerdi.

Bu çerçevede, Zembilli Ali Cemali Efendi, Yavuz gibi öfkesi burnunda bir padişahı tehdit edebilmiş, fermanını geri aldırabilmişti.

Bir bakıma buna mecburdular: Zira padişahı ikaz edip yanlışlardan uzak tutmak gibi ağır bir sorumlulukları vardı. 

Bu sorumluluğun gereğini, bazen şaka ile karışık sözlerle yerine getirirlerdi.

Aşağıdaki rivayet buna güzel bir örnek teşkil ediyor.

Kanûnî Sultan Süleyman, Hasbahçe'de (Topkapı Sarayı'nın bahçesi) dolaşırken, bazı ağaçları karıncaların sardığını görüyor ve şairliğini de konuşturarak, Şeyhülislâm Zembilli Ali Efendi'ye fetva soruyor:

"Dırahtı (ağacı) ger (eğer) sarmış olsa karınca,

"Zarar var mı, karıncayı kırınca?.."

(Ağaçları karınca sardı, onları öldürmemde bir günah var mı?)

Aslında Kanuni de biliyor işin aslını, yine de Şeyhülislâm'dan görüş istiyor: Ne de olsa, kanunlara uyma konusunda kılı kırk yaran ve bu titizliği sayesinde "Kanuni" unvanı alan bir Padişah'tır!

Sorduğu adam (Zembilli Hoca) da hatırı sayılır bir şairdir: O kadar iyi bir şairdir ki, Padişah'ın şiirsel sorusuna aynı ölçü, aynı kafiye ile cevap veriyor:

"Yarın Hakk'ın divanına varınca,

"Süleyman'dan hakkın alır karınca."

Demek istiyor ki, bir şekilde karıncaları bertaraf edebilirsin, ancak mahşerde bunun için hesaba da çekilirsin… Yani, "helâle hesap, harama azap var!"

Şimdi sorulması gereken önemli soru şu: Karınca öldürmenin hükmünü soracak kadar Allah'tan korkan ve bunun için fetva soran bir Padişah, nasıl olur da "haksız" yere oğullarına kıyar?

Nasıl olur da "kadın düşkünü" bir iradesiz olarak ekrana yansıtılır?

Başbakan'ı isyan ettiren işte budur!

Halk kendini toparlayıp izlemekten vazgeçsin, hiç olmazsa bu konuları izlemekle görevli kurumlar (meselâ RÜTÜK) devreye girsin diye beklemiş, olmadığını görünce de patlamıştır: "Benim ecdadım böyle değil!"

Padişahların haremde "zevki sefa" ile vakit geçirdikleri şeklindeki iddialar, Cumhuriyet döneminde sürekli vurgulanmış, hatta Cumhuriyetin onuncu yıldönümü münasebetiyle yayınlanan "Nasıldı, Nasıl Oldu?" isimli kitapta (Vedat Nedim Tör ve Burhan Asaf imzalı bir devlet yayını), Osmanlı padişahları hakkında şöyle deniyor:

"Padişahlar, sarayın dört duvarı içinde soysuzlaşmış zulüm ve sefahet mirasyedileridir... Sultanlar içinde millet davası, kendi aile menfaatlerini kurtarmak için pazara çıkarılan bir metadan (maldan) ibaretti. Sultanlar millete inanmazlar, milletin gelişmesini istemezler, millette beliren her türlü uyanıklık hareketlerini bir kan deryasına boğarlar, kuvvetlerini milletin şuurundan ve sevgisinden değil, milletin cehaletinden ve korkusundan alırlardı."

Sultan II. Abdülhamid'den şöyle bahsediliyor: "Uyanık gençliği boğan, zindanlarda çürüten Yıldız Baykuşu Kızıl Sultan Abdülhamit."

Sultan Vahideddin'in fotoğrafının altındaki yazı ise şöyle: "Tahtını kurtarmak için memleketini satan Sevr simsarı vatan haini Vahdettin."

Anlayacağınız iftiralar bugün başlamadı, sadece aradan geçen bunca yıla rağmen devam etmesi ilginç ve düşündürücüdür… 

"Efendim bu bir dizi, belgesel değil ki" diyerek, Başbakan'ı açık düşürmeye çalışanlara ise tek cümle söyleyeceğim: 

Eğir bir dizi, kalpleri acıtmaya başlamışsa, "dizi" olmaktan çıkmış, "sızı"ya dönüşmüş demektir!

Milletini, özellikle de gençliğini sadece fiziksel saldırılara karşı değil, ruhsal ve zihinsel saldırılara karşı da korumak, başbakanların görevleri arasındadır. 

Kimse işi sulandırmaya kalkışmasın: 

Başbakan görevini yapıyor.

Dizi dizi yalan!

"Muhteşem Yüzyıl sadece bir dizidir, belgesel değildir" diyerek işi sulandırmaya çalışanlara bağıra bağıra soruyorum: "Ey Kanuni'nin haremine, özel hayatına girenler!..

Ey olanlarla da yetinmeyip tarihi şahsiyetlere dizi dizi iftira atanlar!.. 

Bırakınız böyle pervasız ve sorumsuz bir şekilde, sorumlu ve duyarlı bir mantıkla, ama aynı merakla Atatürk'ün özeline de girebilir misiniz?.. "Lâtife Hanım'ın saklanan anılarını yayınlayabilir misiniz?.. 

"Hayatını olduğu gibi ekrana getirebilir misiniz?.. 

Hepsi bir tarafa, şu 'Koruma Kanunu'nu kaldırabilir misiniz? Can Dündar, hazırladığı "Atatürk Belgeseli"nde. 

"Atatürk fazla kahve ve sigara içerdi" dedi diye, küplere bindiniz!.. Atatürk'ün elinden düşmeyen sigarayı, bilgisayar "oyun"uyla elinden aldınız, "gülmeyen Atatürk"ü yine bilgisayar "marifet"iyle güldürdünüz; peki bunun onda biri kadar bir hassasiyeti, Kanuni ve ailesine de göstermeniz gerekmiyor mu? 

"Aile istemiyor" diye tutturdunuz, üzerindeki "yasak" kalktığı gün yeni yasaklar getirip, "Lâtife Hanım'ın Anıları"nı çift anahtarlı çelik kasalara kilitlediniz… 

"Muhteşem Yüzyıl" rezaletini isteyip istemediklerini Kanuni'nin ailesine sordunuz mu peki? Bakalım onlar, ninelerinin ve dedelerinin bu şekilde dünyaya tanıtılmasını istiyorlar mı? "Ailelerinden kim var?" demeyin, kimse yoksa biz varız: Bu milletin tarihe duyarlı her ferdi Kanuni'nin ailesindendir!

Onların kanları, canları pahasına fethedip "vatan" yaptıkları topraklarda yaşayan milyonlarca aile var!.. O toprakları yöneten hükümet var!.. 

O toprakları yönetme sorumluluğunu iliklerinde hisseden Başbakan var! İki seneden beri ne kadar bunalmış ki, "O bizim ecdadımız değil!.." diyerek diziye isyan etmiş. Gerçekten değil…

Çünkü yediyüz senelik Osmanlı saray hayatında, zehirle ölen kimse olmamasına rağmen, dizideki sarayda zehir şişeleri elden ele dolaşıyor… Hayır eserleriyle tarihe damgasını vurmuş Damat İbrahim Paşa, başkasına nikâhlı bir cariyeden çocuk peydahlıyor!.. 

On yaşına yeni basmış şehzadeler, cariyelerle fink atıyor!.. Bir süre sonra Hürrem Sultan'la Kanuni Sultan Süleyman'ın iffet timsali kızları Mihr u Mah Sultan'la evlenecek olan Rüstem Paşa (geleceğin sadrazamı) haremden çıkmıyor…

Mihr u Mah Sultan ise, daha sonra çok sert Kanuni eleştirileri yazacak olan Taşlıcalı Yahya'ya âşık gibi gösteriliyor… Dünyanın kaydettiği en büyük hukukçulardan olan ve hem ilmi, hem de heybetiyle padişahları titreten Ebussud Efendi, Sadrazam'ın altında eziliyor… 

Sadrazam, aynı zamanda bir "töre devleti" olan Osmanlı Devleti'nde hiç rastlanmamış bir şekilde, Şeyhülislâm'ı azarlıyor… 

Dizinin durgunlaştığı yerde, yersiz merakları mıncıklamak için "Firuze" isimli bir cariye, alelacele diziye monte ediliyor… 

Envai çeşit fitne-fücur, desise, yalan-dolan; ancak Borgia Hanedanı'da (İtalya ve İspanya asıllı Papalık hanedanı ki, özellikle 1519'da ölen Lucrezia Borgia'nın siyasi entrikalara düşkün çok iyi bir zehir uzmanı olduğu bilinir) rastlanabilen türden rezaletler, sapık ilişkiler… 

Hepsini niçin sayıp dökmeli ki? Deveye sormuşlar: "Boynun neden eğri?" diye… "Nerem doğru ki?" diye cevap vermiş. 

Halılar, kıyafetler, takılar, perdeler, duvar desenleri, şamdanlar, nöbetçiler, baltacılar, harem ağaları o dönemden kırıntı taşımıyor… 

Yazılar masada yazılıyor, yemekler masada yeniyor: Yazı masasının tek eksiği var: Bilgisayar: O da olsa, her şey yerli yerine oturacak!

İftiranâme mi, itirafnâme mi?

"Muhteşem Yüzyıl", tarihi karalama kampanyasında ne ilktir, ne de son. Bu konuda yürütülen kampanyanın ilki, cumhuriyetin ilk yıllarında açıldı. Cumhuriyeti kuranlar, geçmişi kötüleyerek kendilerini millete kabul ettirebileceklerini zannettiler. Geçmişi o kadar kötüleyeceklerdi ki, herkes, "Yatırım yok, iş yok, ekmek yok, ama geçmişten daha iyiyiz" diye düşünecekti.


Pek öyle olmadı: Olsaydı Karabekir ve arkadaşlarının kurduğu Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ile Fethi Okyar'a kurdurulan Serbest Cumhuriyet Fırkası'na akın etmezler, "Bizi kurtarın" diye bağırarak, yeni partilerin peşine takılırlar mıydı?

Bugün eski karalama kampanyasından bir örnek sunmak istiyorum… 

Önümde, Cumhuriyetin onuncu yıldönümü münasebetiyle 1933 yılında yayınlanan, "Osmanlı İmparatorluğu'ndan Türkiye Cumhuriyeti'ne: Nasıldı Nasıl Oldu?" isimli, o zamanki yöneticilerin resmi görüşünü, resmi duruşunu ve temel amaçlarını açıklayan büyük boy bir kitap var…

Cumhuriyeti yeni kuşaklara anlatma iddiasıyla yayınlandığı öne sürülen bu kitap, "Vedat Nedim Tör" ve "Burhan Asaf" tarafından hazırlanmış… Hem bir "iftiranâme", hem de bir "itirafnâme"…

Özet olarak, Osmanlı padişahları, Osmanlı devlet kurumları, toplumsal yapı ve toplumsal yapının dayandığı değerler aşağılanmakta, tarihi figürlere iftira yağdırılmakta, her şey karalanmaktadır. 

Bu yapısıyla, kitap, cumhuriyeti anlatmak için değil de, sanki geçmişi yaralamak ve karalamak için hazırlandığını düşündürmektedir.

Padişahlar, "Sarayın dört duvarı içinde soysuzlaşmış zulüm ve sefahat mirasyedileridir… Sultanlar millete inanmazlar, milletin gelişmesini istemezlerdi"...

Sultan II. Abdülhamid'in fotoğrafının altında, "Uyanık gençliği boğan, zindanlarda çürüten Yıldız Baykuşu Kızıl Sultan Abdülhamit", Sultan Vahideddin'in fotoğrafının altında ise, "Tahtını kurtarmak için memleketini satan Sevr simsarı vatan haini Vahdettin" yazıyor.

Osmanlı Devleti'nin bu kitaptaki adı, "Köle İmparatorluk"tur. Osmanlı insanı ise, "Örümcek kafalı/ mürteci"dir.

Gerçi o tarihte ortada henüz "Cumhuriyet insanı" yoktur, ama varmış gibi tanımlanmıştır: "İnkılâp Türkiyesi'nin insanı, ışıklı bir kafa taşır. Bu kafada hiçbir yabancı hayat telâkkisine yer yoktur. Bu kafayı işleten motor, inkılâbın yüksek menfaatleridir." (bu motorun dizel mi, benzinli mi, gazlı mı olduğu belirtilmiyor. Ancak tahminim o ki, "gazlı" olması lâzım, çünkü bu kitap baştan sona "havagazı!").

Ya "İnkılâp insanının kafasında hiçbir yabancı hayat telakkisine yer yoktur" denmesini ne yapmalı? Düşününüz ki, bunu söyleyenler tıpkı bir Alman gibi, bir Fransız gibi giyinmiş insanlardır. Bu yazıları da Alman-Fransız alfabesiyle yazmaktadırlar. Aynı zamanda bu insanlar, "Batılılaşma" hesabına milli ve dini tekmil değerlere savaş açmış insanlar. Bu o kadar böyledir ki, aynı kitapta Falih Rıfkı'dan yapılan alıntı ile bu doğrulanıyor. Şöyle diyor Falih Rıfkı: 

"Arap harflerini bilmeyen okumuş çocukların sayısı 400 bini geçti. Dolaba attığımız son feslerin kırmızı çuhaları ve kara püskülleri çürüdü... Son medreselinin saçı ağardı. Bizim bütün gençliğimizce süren kavganın adı, eski-yeni kavgası oldu. Bu ad yanlış konmuştur. Bu kavganın asıl doğru adı eski ve yeni değil, iki medeniyet, iki kültür, iki çağ kavgasıdır. Bizim ismimiz 'gâvur', karşımızdakilerin ismi 'mürteci' idi. Haç ve hilal gibi çarpışıyorduk."

Şimdi anladınız mı sevgili dostlarım, mücadelenin özünü ve özetini?

"Haç ve hilal gibi" diyor, Cumhuriyet ideologlarından Falih Rıfkı Atay. Ondan iyisini bilecek değiliz ya…

Tarihimi karalayan filmleri, dizileri ve romanları bir de bu açıdan değerlendirmekte yarar var sanırım.






Hiç yorum yok:

Yorum Gönder