3 Ekim 2012 Çarşamba

Amerikan Kimliği ve Şeytanları Amerikan Kimliğini Yaratırken Amerikan Kim’likleri



Amerikan Kimliği ve Şeytanları




Başkan G.W. Bush 11 Eylül 1990’da Körfez Savaşını “Yeni Dünya Düzeni” kelamıyla taçlandırdığında iki hususa zımnen dikkat çekiyordu. Birincisi, Soğuk Savaş döneminin, Kapitalist Blok’un Varşova Paktı aleyhine galibiyetiyle sonuçlanmasıydı. Özenle vurgulanan “Sovyet İmparatorluğu” çökmüştü. Zafer sarhoşluğu ile bu çöküşü kutlayan Bush’un konuşması, bir yandan da “Amerikan İmparatorluğu”nu muzaffer sistem olarak ilan ediyordu. İkincisi, Osmanlı Devletinin ölümünden sonra İngilizlerin cirit attığı Ortadoğu’da, Amerika İngilizlerin planlarını kendi askeri ve ekonomik gücüyle yeniden canlandıracaktı.
İngilizler Osmanlı çökerken, Osmanlı Devletine karşı benzer bir zaferi hissetmişlerdi. Osmanlı gitmiş, genelde Batı, özelde Birleşik Krallık Osmanlı’nın akraba coğrafyalarını tahakküm altına almıştı. Osmanlı’nın ölümü aslında bir önceki yüzyılda muhtemeldi. İngilizler Osmanlı’yı Rusya’ya karşı tampon olarak tutmak istemişler ve bu da Osmanlı Devletinin işine gelmişti. Yani, aslında Osmanlı son asrında bitkisel hayat yaşadı ve aslında bu nihai ölümün gecikmesi içerdeki kokuşmaların şiddetini artırdı. Yeni devlet ya da sistemin kurulması gecikirken, eskisi de tamamen çürümeye mahkûm edildi.
Henüz ortada ABD’nin bir varlığı yoktu. Çarlık Rusya’sına karşı İngiltere, Osmanlı terekesi olan ülkelerde Osmanlıyla karşılıklı hacetten dolayı paslaşıyordu. Sonraları bu tasarım ABD ve Ortadoğu ekseni olarak yeniden tasarlandı. Elbetteki hedef özellikle petrol ve şeyh zengini ülkelerdi. Amerika’nın bu tasarımı İngiliz tecrübesinden yararlanarak, ama eski kolonicisi İngilizlerin ötesine bir Ödipus iştiyakıyla geçerek yapması gerekiyordu.
ABD’nin amacı yine ağırlıklı İngiliz mirası olan İsrail’in suflörlükleri ve mihmandarlığıyla hem enerji kaynaklarını hem de en eski medeniyetlerin kurulduğu “kutsal” topraklarda kendi hâkimiyetini sağlamaktı. Ortadoğu’da her şeye rağmen, Soğuk Savaş döneminde bir paylaşım dengesine bağlı olan Rusya-Amerika arasındaki denge ise, tahterevallinin iki tarafına birden ayaklarını yerleştiren Amerika’nın Yeni Dünya Düzeni “Pax Americana” lehine değişmişti.
Amerika’nın bu planında iki türlü Ödipal kompleks vardı. Eski bir İngiliz kolonisi olan Amerika, bir yandan Eski Dünya ve özellikle İngiltere’den kendine ait bir kimlik yaratarak intikam alıyordu. Öte yandan, kömür ve buharlı makinelerle sanayide atılım yapan İngilizlere, petrol enerjisi kullanan kendi sanayisi ile de fark atmıştı. Kültürel mirasını bir anlamda İngiltere üzerinden değil, kendi kimliğiyle yeniden tanımlarken, durumu finansal ve hukuksal olarak da kendi lehine çevirecekti Amerika. Bunu yaparken İngilizlerin eski strateji planlarından yararlandı.
“Yeni Dünya” kavramı asırlar önce de kullanılmıştı.  Bush’un kullandığı anlamda “Yeni Dünya” düzeni kavramının tarihçesi, hem Amerika’nın “Yeni Dünya” olarak etiketlenmesiyle hem de tek kutuplu, Amerikan tertipli dünyanın resmi açılış konuşması tarzında ilam etmesiyle ilgiliydi. Aslında, Amerika kuzey ve güneyiyle, sadece oraya giden kaşifler ve müstemlekeciler için yeniydi. Hatta 15. yüzyıla kadar giden kâşifleri de olmuştu Amerika’nın. Ayrıca, Aztek, Maya, İnka gibi birçok “Eski Amerika” medeniyetleri Amerikan toprağında binlerce yıldır yaşamıştı. Yani kıta “yeni” değildi. Zaten 18. yüzyılın sonlarına kadar Amerikalılık da bir kültürel kimlik ayracı da değildi.
Buradaki ayrımın esası öncelikle coğrafi bir ayırım gibi görünen, ama dini, siyasi ve idari ayrışım yoluyla oluşturulmaya hâlâ çaba gösterilen süreçteki “Amerikan” kimliğiydi. Coğrafyaya verilen isim, bir milletin adı olmuştu. Önceleri gelenek bir kimliğin coğrafyaya giydirilmesi tarzında olmuştu. O kimliğin oluşması ve takviye edilmesi de Amerika’nın kendi düşman ve Şeytanlarını tanımlaması lazımdı. Düşman ve Şeytanlar yaratmadan Amerika’nın kendi kimliğini oluşturması mümkün değildi. Amerikan kimlik yaratma ideolojisi farklı asırlarda dini, ekonomik ve kültürel olarak şekillendi.


Amerikan Kimliğini Yaratırken



“Eritme potası” diye sonradan adlandırılacak olan Amerikan kimliği tanımlama stratejileri vardır. Aslında aynı potada yerini alsa da tam olarak erimeyen Amerikalı milletleri, “unity in diversity” ve “diversity in unity” diye formülleştiriyordu. Yani “birlikte çeşitlilik” veya “çeşitler içinde birlik”ti.
“Three in one; one in three” ifadesiyle “teslis”i çağrıştıran tarzdaki bu millet tanımı, aslında WASP’ın (White Anglo-Saxon Protestant=Beyaz Anglo-Sakson Protestan) kendini pota, diğer etnik ve dini unsurları da erimeleri ve kendilerine katılmaları gereken potansiyel eriyikler olarak görüyordu. Bu alaşımda önemli katalizör ise “fırsatlara,” “özgürlüklere” dair geliştirilen ve yüzyıllarca reklamı yapılan unsurlardı. Her ne kadar bu fırsatların ve özgürlüklerin tadını çıkaran WASP ise de, bu ideolojik propaganda Amerika’ya cazibe katan bir etken oldu.
Öte yandan, dini özgürlüklerini yaşamak için Yeni Dünyaya zor şartlar altında dalgalar halinde göçen Püritenler (Amerikan Protestanları), Avrupa’da baskı görmüşlerdi. Ancak Püritenler Amerika’ya yerleştikten sonra, bu baskının bir benzerini birazcık da olsa ayrı farklı Protestan gruplara baskı, sürgün ve yok sayma tavırlarıyla sergilemekten geri durmadılar.
Avrupa’da cadı avları bitmesine denk gelen dönemde Amerika’da cadı avları vuku buluyordu. Cadı avları daha önceleri ülke içinde iken sonraları okyanus ötesine taşındı. Salem Massachusetts’de 17. yüzyılda yaygın olan yargılamalar, yargılamadan çok, zaten belli olan cezaları uygulamak için gerekçe oluşturma ve meşrulaştırma mahkemeleriydi.
Yani, mahkemeler Amerikan engizisyonları oldular. Sara hastalarından, kadın hastalıklarına maruz kalanlara, yaramaz çocuklardan, dini farklı yaşayan yetişkinlere kadar farklı insan tayfları teokratik yargıçlar tarafından “Şeytanla iş birliği yapmak” iddiasıyla yargılandı ve mahkûm edildiler. Zaten Amerika 16. yüzyıldan itibaren gelen göçlerle ve Püritenlerin dini heyecanlarının yüksek olması nedeniyle iki yüzyıl kadar New England kökenli teokrasisinin kurallarına uygun olarak yaşamak zorundaydılar. Eski İngiltere’den Yeni İngiltere’ye yani New England’a taşınan miras bu oldu.
Hem Kolumbus hem Amerigo Vespuci sonrasında, kıtanın adı hemen Amerika da olmamıştı. Püritenlerin kafasında ve Püriten teokratik hanedanın kafasında kıtanın adı “Yeni Eden,” “Yeni Kudüs,” “Vaat edilen Ülke” “Yamaçtaki Şehir-Kudüs” “Yeni Zion” ve “Yeni İsrail” gibi Tevrat kökenli ve Yahudi tarihinden alınan örneklerle isimlendirilmişti.
Tarihsel olarak Püritenler kendilerini, Yahudilerin Mısır’daki esareti sonunda Filistin’e geçişlerini tekerrür ettiren insanlar olarak görüyorlardı. Yahudiler Mısır’da esaret altında yaşamış ve Musa liderliğinde çölü geçerek vaat edilen topraklara erişmişlerdi. Tarihsel olarak Mısır Yahudi kafasında sürgün, esaret ve zulmün tescilli markası oldu. Her yıl kutlanan Hamursuz Bayramı bu anıyı tazelemek için kutlanmaktadır.
Öte yandan, Püritenler da Martin Luther ve John Calvin gibi Mutezili Hıristiyanlığın önderlerinin fikirleriyle önce Papalıktan ayrılmayı, sonra Anglikan Kilisesini kurmayı hedefleyen politik süreç içinde yaşanan reformlardan tatminkâr ve mutlu olmamışlardı. İnancın bireysel boyutta ve bizzat Kutsal Kitab’ın okunması, yorumlanmasıyla, Kilise ve papazların etkisi olmadan yaşamak istiyorlardı. Zaten bu nedenle başlarda alaycı bir şekilde onlara “Püritenler” (“selefiler”), yani Hıristiyanlığı papalıktan arındırarak Kitap doğrultusunda tasfiye yani saflaştırmak isteyen Selefiler anlamında lakap takılmıştı. İnançları arasında “herkesin papazlığı” yani herkesin Kutsal Kitabı okuyup anlamasının mümkün olduğu ve ibadeti yönetebileceği de vardı. Sonradan Amerikan Protestanlığının itici gücü ve WASP kültürünün temsilcisi oldular. 
Önceleri Sekizinci Henry bu Selefi hareketlere kendi kişisel ve milli hedefleri doğrultusunda izin verdi. Ancak Püritenler artık “Anglikan” Kilisesini de yeterince saflaşmış görmemeleri ve onu Roma'daki Papalığın İngiltere şubesi gibi sadece lideri değişmiş, ama özü aynı kalmış gördükleri için beğenmemeleri nedeniyle onlara yaptırımlar uygulatarak baskılara maruz bırakıldı. Akabinde kurtuluşu, o dönemde daha özgürlükçü olan Hollanda’ya gitmekte bulan Püritenler, burada da yeni nesillerin yoldan çıkma endişelerini taşıdı ve yeni çareler aradılar. 
Bu sürece gelinmesi asırlar sürmüştü aslında. Biraz geriye gidersek, 12. yüzyıldan itibaren Endülüs Medeniyetinin medrese modellerine göre kurulan Oxford ve Cambridge gibi üniversiteler ve kütüphanelerin eğitimiyle meydana gelen entelektüel kitleler (Hıristiyanlığın önemli akaitçilerinden olan Thomas Aquinas’ın hocası Albert Magnus Endülüs medreselerinde okumuştu ve Arapçayı iyi biliyordu),  John Wycliff vb. insanların Kutsal Kitabı Latinceden mahalli dillere çevirmesi, matbaanın 15. yüzyıldaki getirdiği etkilerle yaygınlaşması, ayrıca Papalık güdümümde yapılan haçlı seferlerinin “Tanrı sizinle beraberdir” propagandasına rağmen amacına ulaşamaması, bunun sonucunda Kiliseye ve papazlara olan inancın azalması Rönesans ve Reform hareketlerini hazırlamıştı.
Ayrıca, Kilise gitgide maddi gücünü, topraklarını ve siyasi etkinlik alanlarını kaybetmeye başlamış, Avrupa’nın her iki yakasında iki (Endülüs ve Selçuklu-Osmanlı) Müslüman medeniyetlerinin varlığı Avrupa’nın hareket alanlarını daraltmış, Kilise içindeki kokuşma da artık saklanamaz boyutlara ulaşmıştı. Bu süreç sonucunda ortaya çıkan Protestanlık ve Anglo-Amerikan uzantısı olan Püritenlik Amerika kıtasına, yeni ülkeyle beraber, yeni bir dünya hatta yeni bir Eden’e yolculuğa başladıklarında, Yahudilerin tarihlerini yeni kıtaya giderken ve oraya ulaşmak süreciyle tekerrür ettirdiklerini düşünüyorlardı.
Yeni Dünya ile “Yeni Cennet” kavramı da Püriten kafasında ve yazılarında sıklıkla yer aldı.  “Yeni Dünya”, “Yeni Cennet”  olunca, tabii olarak bütün değerler dizisi de “cennet ülke” kavramına uygun olarak gelişti. Buna göre, Püriten erkeği “Yeni Âdem”, kadını da “Yeni Havva” oluyorlardı. Olayları Tevrat’ın metni ve geleneğine göre algılayan Püritenler “Tekvin”deki yapının içindeki tehlikeyi unutmamışlardı. Cennet vardı, Âdem ve Havva vardı, ama yılan yani Şeytan yoktu ortada! Püritenler bu problemi çok geçmeden, Yerli Amerikalılara da“Şeytan”ın rolünü vererek tamamladılar.  Sonraları bu etnik Şeytan yok edilecek ve yerini dini, ideolojik ve ekonomik ve kültürel Şeytanlar alacaktı.
Aldı da…
Amerikan kimliği konusu çetrefilli bir mesele. Bugün dahi Amerika’da tire’li (“-“) Amerikalılar çoğunluktadır. Mesela, Hispanik-Amerikalı, İtalyan-Amerikalı gibi unsurlar iki kimliklidirler. Geçen nesillere rağmen, her halükarda kimlik kökenini insanlarhatıralarında tuttular. Bunda daha önce gelenlere karşı hissedilen “acemi” göçmen psikolojisi kadar, yeni gelenlerin hem yerleşim yerleri hem ticari ve mesleki alan itibariyle etnik-dini kökenleri benzeşen insanlara yakın olmak istemesi ve bir tür “etnik” dayanışma hisleri etken oldu.

Amerika ve Değişen Şeytanları

Amerika’nın ilk “beyaz” asrından beri, Amerikan kültür tarihinde WASP’lar hep “masum” Âdem’i temsil etti. Beyaz, Anglo-Saxon bu Âdem, kendi öngördüğünün dışındaki her unsuru—yine Tevrat'taki Âdem’in yaptığı gibi--günah keçisi ya da “Şeytana” dönüştürmek suretiyle bir tür kültürel denklem oluşturdu. Bu denklem hep geçerli kaldı, denklemde değişen, sadece Şeytan oldu.  Bütün bu süreçlerde Amerikan kimliği yeniden tanımlandı ya da takviye edildi. 


Önceleri bu Şeytan kadındı. Sonra Yerliler Şeytan oldu, sonra siyahlar, Quakerler, Shakerler, Katolik gruplar, Mormonlar ve Çinliler. Bolşevik Devriminden 1990’a kadar Sovyetler, İkinci Dünya Savaşı dönemi ve sonrasında Japonlar ve Almanlar, McCarthy döneminde özellikle “komünistler” ve sendikacılar, kara listeleri yapılan sanatçı ve gazeteciler vardı hedefte. Yine ve 1960’lardan 1970’lere kadar Maocu Çin, 1980’lerden itibaren ise, İran, Irak ve Libya gibi ülkelerin temsil ettiği “tehdit”ten dolayı önce Arap karşıtlığı Amerika'nın yeni Şeytanlarını oluşturmuştu. 


9/11’in akabinde, ABD’nin en yüksek devlet kademelerine kadar kabul gören, meşruiyet kazanan Şeytan ise İslam dini ve âlemi oldu. Bu tavır yeni bir tür “anti-Semitizm”e dönüştü. Artık --tarihsel olarak Batılı bir dilbilimsel ve kültürel miras olan “anti-Semitizm” yani--Yahudi karşıtlığı, yine Semitik bir ırktan gelen, ama Müslüman ağırlıklı kimliğiyle tamamen bir ırk kimliğine bürünen Anti-Arap düşmanlığın adı oldu. Daha sonra Anti-İslam ve giderek Müslüman görünümlü Sihlere kadar varan husumet ve nefret hislerine evirildi. Amerikan kimliği bu süreçte daha bir Hıristiyanlaştı. Daha da doğrusu Amerikan kimliğinde Hıristiyan Siyonizmi güçlendi.


G.W. Bush’un babası Bush’dan miras aldığı “Yeni Dünya Düzeni”nin daha bariz açılımının adı “İslam Faşizmi”ne karşı oluşan ve “İslam fobisi” diye tanımlanırken Küresel Faşizmi kamufle etme söylemlere evirildi. ABD İmparatoru İkinci Bush döneminde bu söylem yerini “ya bizimle berabersiniz; ya da bizim karşımızda!” tarzında meydan okumaya bıraktı. Daha açık, keskin ve pervasız bir Şeytan tanımlaması yapıldı. 


İmparator İkinci Bush döneminde genelde ABD, özelde Bush’a muhalefet eden herkes ve her ülke Şeytandı. İkinci Bush dönemi daha önce stratejik ve diplomatik dille tanımlanan Şeytan ya da düşmanı Beyaz Sarayın artan Yeni-Muhafazakâr söylemi doğrultusunda tamamen dini bir kisveye dönüştü. Artık “Haçlı Seferleri” tabiri de yeniden tedavüle girmiş ve siyasal Batı İttifakını ABD etrafında toparlanmaya davet edilmişti. 


Öte yandan, İslam dünyası da Afganistan ve Irak’ın ardından “şimdi sıra kimde?” türünde endişeleriyle önce Bush, sonra Amerikan karşıtlığını, sonra Batı ve en nihayetinde --tarihsel tecrübeleri hali olumlamak ya da açıklamak için kullanmak suretiyle--Hıristiyan ve Yahudi karşıtlığını körükledi. Avrupa’da asırlarca hüküm süren Yahudi düşmanlığı, artık iyice Müslümanlara özgü bir yaklaşım oldu. Almanya, İspanya, Rusya, Polonya vb. Ülkelerdeki katliamların yükünü ideolojik olarak Müslümanlara havale etme çabaları kısmen de başarılı oldu. 


Bu dönüşüm sürecinde, Batı dillerinde Yahudileri aşağılamak ve itham etmek için kullanılan “theocide” (“Tanrı” yani İsa’nın Katili, Yahudi) kavramı Nazi Almanya'sındaki katliamlara atfen “genocide” (bir halk veya ırkın katli) kavramıyla bir tarihsel semantik dönüşüme girdi. Başarılı bir kültürel ve ideolojik tasarım, giderek algı yönetim stratejileriyle rota değiştirdi. Artık hafızalardaki Anti-Semitizm, Yahudileri değil, yine özelde İbrani kökenli olan Arapları, genelde İse Müslümanları hedef alan bir kin nefret ve Şeytanlaştırma sürecine dönüştü.  Katolikler ve Nazi Almanya’sının mirası böylece ibra edildi.


Sonra Marksın “çatışma” teorileri medeniyetleri yeniden tanımlamada kullanıldı. İlk defa onunla ortaya çıkmasa da, Huntington’ın “Medeniyetler Çatışması” adıyla Foreign Affairs dergisinde 1993 yılında makale olarak yayımladığı tez, aslında Amerikan kültür tarihinde zaten var olan, husumet ve öcü yaratmak suretiyle milli kimlik edinme sürecinin akademik formülünü ifade ediyordu.  


Farklı olan bir şey vardı Huntington’un makalesinde. Amerika’nın ilk tarihçileri olan Püriten yazarların ve daha seküler olarak Amerikan kimliğine gözlemci olarak bakıp anlam kazandıran “Amerikalı Kimdir?” sorusuna cevap veren, Jean de Crevecoeur gibi yazarlardan farklıydı. 1996 yılında kalın bir kitap olarak çıkan kitabında Huntington, makalesindeki tezlerini daha güçlü ve yeni istatistik verileri ekleyerek yayımladığında, kitabın başlığı makalesindeki başlığa da eklemeler içeriyordu: Medeniyetler Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden Yaratılması. 


Kitabın kapağında Samuel Huntington adının hemen altında Hıristiyanlığı temsil eden Haç, hemen altında Medeniyetler Çatışması ibaresi, onun altında Yahudiliği temsilen Davud’un Yıldızı, onun altında ise İslam’ı temsilen Hilâl yer alıyordu. Ayrıca Henry Kissinger’ın “Soğuk Savaş sonrasından beri ortaya çıkan en önemli kitaplardan biri” diye kitaba övgüsü vardı. Daha ilginci, Uzak Doğu’da farklılıkların dengesini, özellikle bedensel ve cinsler arası dengeyi temsil eden ying-yan logosu resmi tamamlıyordu. Hâlbuki kitap karşılıklı dengeleri değil, Amerika lehine onların nasıl yeniden tasarlanmasını gerektiğini ortaya koyuyordu.  


Özellikle son tasarımın temsil ettiği kapaktaki anlayış, Huntington’un tezlerine hâkim olan dualistik dünyanın ironik bir açıklaması gibiydi. Huntington, 1960’larda Değişen Toplumlarda Siyasi Düzen incelemeleri yapmış, 1968’de bir makalede, Güney Vietnam’ın bombalanmasını alkışlamış, 1976 yılında iki akademisyenle Demokrasi Krizi: Demokrasilerin Yönetilebilirliği temalarına değinmiş, 1977 ve 1978 yıllarında Beyaz Saray nezdinde, Milli Güvenlik Konseyinin güvenlik stratejilerine koordinatörlük yapmıştı.  


Uluslararası ilişkiler ve siyaset bilimine dair birikimlerini tarihsel, güncel olaylar eşliğinde yeni bir alana taşıyan Huntington, Medeniyetler Çatışması adlı eserinde, bunun ötesine geçti. Tarih yazıcılığını, geçmişi yazmak şeklinde disipliner mantıktan çıkaran Huntington, tarihi geleceği şekillendirmede, tasarlamada ABD’ye rota çizmeye dönüştürdü. Nitekim Huntington WASP çıkarları doğrultusunda yaptığı çalışmalarla, Beyaz Saray politikalarına akademik tahlil ve danışmanlıktan öte, bir stratejik vizyoner, kâhin gibi kabul görmeye başladı. 


Huntington–Batı’nın hem seküler hem de dini geleneğinde var olan dualistik epistemoloji etkisiyle--dünyayı kapitalist Batı ve ötekiler, yani “potansiyel” hasım medeniyetler ekseninde konumlandırdı. Huntington’a göre, dünyada yedi-sekiz ana medeniyet vardı: Batı, Latin Amerika, İslam, Çin, Hindu, Ortodoks, Japon ve Afrika medeniyetleri. 
Görüldüğü gibi, Huntington--bugün “medeniyet” zürriyeti kesilmiş görünen durumuna rağmen--nüfusu 1,5 milyara ulaşan İslam dünyasını ıslah edilmesi gereken bir tehdit olarak algılıyordu. Ancak bununla da kalmıyor, Protestan-Kapitalist algısıyla, Kapitalizmi demokrasi ile eş tutan teviliyle, Çin, Katolik dünyası ve Ortodoksluğu da potansiyel “tehdit”  görüyordu. 
Bu tehlikelerin başında tehdit olarak “medeniyetlerin” nüfusları geliyordu. En büyük tehditler, nüfusu en büyük olan ve dünyanın toplam nüfusunun nerdeyse yüzde seksenine erişen medeniyetlerden gelmekteydi. Yaklaşık 1,5 milyarlık İslam dünyası, bir o kadar Çin ve (ve Uzak Doğu kültürü olarak Japonya) ve yine bir o kadar olan Katolik dünyası. Yani dünyanın beşte dörtlük oranı tehdit oluşturan medeniyetleri ihtiva etmekteydi. 
Peki, çoğulculuk, çok-kültürlülük teorilerini dünyaya pazarlayan Amerika’da, hangi unsurlar kendini garantiye almak isteğiyle toplumun önemli bir kısmını oluşturan Hispanikleri bile dışlıyorlardı? 


Tabi ki WASP idi cevap. O hep masumdu.



Amerikan Kim’likleri




Yani Türkiye’de taşradan İstanbul’a göçler sırasında yaşananlar, Avrupa’dan Amerika’ya giden göçmenler arasında yaşandı. İstanbul’da yaşamaya rağmen, “memleket” sorguları hep taşradaki kökenleri ifade etti.
Amerika’da eğer kişi İtalyan kökenliyse, artık İtalyan-Amerikalı, İspanyol kökenli ise, Hispanik Amerikalı, Afrikalı ise Afro-Amerikalı idi. Bu ikili künyenin birinci kısmı kültürel-etnik, ikinci kısmı ise ekonomik ve siyasal olarak mütemmim cüzler oluyordu. Bu ikili yapının tezahürlerini “New” ile başlayan şehir adlarında da görmek mümkündür. Kültürel hafıza mesela “York” ile tanımlanırken, “New” kısmı bu sefer, “York”ta eksik olan ya da York’tan Amerika’ya göçenlerin elde edemediklerini ya da onlardan esirgenenleri simgeliyordu.
Avrupa bütün olarak “Eski Dünya” idi, ama Avrupa’dan gelenlerin yeni toprakları da “Yeni Dünya” oluyordu.  Tıpkı New York, New Hampshire, New England vs. gibi. Yani, bu Amerikan düzeni idi, ama aslında “yeni” olan “eski” olanın kozmetiğini kullanıyordu. Bugün hala en belirgin Eski Dünya özelliklerinden birisi Amerikan hükümet binalarının Roma mimari tarzında olmasıdır.  Federal ve eyalet bazında bütün binalar birbirinden kopyalanmış, yerel ihtiyaçlara göre değişiklikler yapılmıştır.
Yani, hükümet binalarının Eski Roma tarzı mimari görünümleriyle yakın tarih Avrupa örneklerinden de geriye gitmesi ve klasik Amerikan ev mimarisinde İngiliz “kolonyal” ev modelleri olması, Amerikan üniversite binalarının İngiliz stilinde, ama eski görünümler verilerek kırmız tuğla mimarisinde olması, hem Amerikan akademisinde etkin olan dini yapılara hem de modelin menşeine tarihsel olarak işaret etmektedir.
Amerika ve kompleksleri
İşte Amerikan kültür ve edebiyat tarihinde hüküm süren mimari ve siyasi tasarımlar Ödipus komplekslerinin bir sonucudur. Atmaya çalıştığı, ama hem dil, kültür ve edebiyat ortaklığı nedeniyle, ayrıca İngiliz hukuk sistemi ve gelenekleri ile bir anlamda modellenen kompleksleri var Amerika’nın. Amerikan tecrübesinin “unique (eşsiz)” olduğuna dair efsane ve milli bilinç oluşturma arzularının arkasında her zaman bu eksiklik oldu. Ki bu bilinç yaklaşık iki yüzyıl içinde, müstemlekeden çıkıp müstemlekeci olma yolunda atılan bilinçaltında özellikle İngilizlere, ama genel olarak Batı Avrupa’ya olan Ödipal kompleks yansımalarıdır. Yani, Eski Dünya’nın yeni Roma İmparatorluğu olmak özlemi.
Siyasi ve kültürel olarak Amerikan eliti eskiden İngilizlerin tahakkümü altında olan ülkeleri etki ve hükümranlık alanına sokmaya çalışırken, tarihsel bilinci de Avrupa’dan kopya edilen hükümet binaları, katedraller, satın alınan köprüler, müzelerde sergilenen başka medeniyetlere ait, ama Amerika’nın mülkiyetine geçen eserler ve artık nesli tamamen bitme noktasına gelen Yerli Amerikalıya ait kalıntılara sahip çıkmak suretiyle ve tabii ki popüler kültür unsurlarıyla yapmaktadır.
Bu süreç Amerika içindeki eyaletleri neredeyse birbirinin mahalli kopyası kılarken, küresel anlamda Amerika kendi popüler “kültür” normlarını önce evrensel ve küresel gerçekler haline getirme sonra tartışılmaz kılma çabasına girdi. Yeme alışkanlıkların, giyim tarzlarına, film sanayisinden görüntü sektörü ve seçim kampanyalarının tamamına sirayet ederken müzik olarak da kendini klonlayan mahalli örneklerini yarattı.
Öte yandan, Amerika son yüzyılda en çok savaşa girmiş ülkedir.  Bu savaşın birinci safhasında, “frontier” denen süreçle gelen, Yerli Amerikalı katliamları, daha sonra “İngiliz Krallığına” karşı Üçüncü George yönetiminden, George Washington dönemine geçiş, Bağımsızlık Savaşı Amerika’nın İngilizlere karşı 18. Yüzyıldan beri duydukları tarihsel “kolonyal kompleksini üzerinden atmak, Vietnam sendromlarını unutmak, artık --geçici de olsa-- bilardo maçından atılan Rusya’nın eski “Sovyetler” alanlarına yakın üslenme ve ilerde Çin’e yakın olarak konumlanma hissiyatını da bu “Yeni Dünya” düzeni yansıtıyordu. Yani farklı cephelerden bir zapt etme hareketi diğer ülkelerdeki mahalli siyaseti de tasarlayarak devam ede geldi.
Amerikan siyasi ve dini seçkinleri 19. yüzyıl başlarından beri süregelen Protestan Evanjelizmi Ortadoğu ve Uzak Doğu’da politik, ekonomik, dini misyonlarını sürdürmüş ve bu misyonlarının dinamizmini de Amerikan tarihinde kuvvetli bir damar olan “Manifest Destiny” ya da “Providential Design” diye adlandırılan Tanrının Amerika’ya verdiği tarihsel misyonla bağdaştırmışlardı.
Avrupa’nın, özellikle İngiltere’nin Osmanlı sonrasında tahakküm ve sömürü alanına giren bu ülkelerde Amerika, Güneş Batmayan İmparatorluğunun Amerikancası olan imparatorluğu, İngiliz izleri, etkileri ve yetiştirip bölgeye bıraktıkları, kamulaştırma-millileştirme dönemiyle, güya bağımsızlaşan ülkelerin başına kendi çıkarlarını temsil eden milletlere aşina kendilerinden isimler ikame etti. 
Amerikan kimliği hâlâ oluşum aşamasındadır. Olmadan oldurmak isteği de bu kimliğin temel unsurları arasında yer almıştır.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder