20 Eylül 2012 Perşembe

İngiltere ve Fransa ile müttefik ol...Almanya ile anlaşma imzala - Cemil Koçak


Türkiye’yi İkinci Dünya Savaşı’ndan kurtaran formül
Ankara’nın daha Atatürk’ün sağlığında 1930’ların ortalarında başlayan İngiliz politikasına yönelik tercihi giderek belirginleşti. İsmet İnönü, cumhurbaşkanı seçildiğinde büyük bir savaşın yakında çıkabileceğini tahmin ediyordu. Bir savaş anında Türkiye’nin güvenliğinin ancak İtalya ve müttefiki Almanya tarafından tehdit edilebileceği görüşündeydi. Bu tehdidi önlemek için Ankara’nın İngiltere, Fransa ve Sovyetler Birliği grubuna katılması gerektiğini düşünüyordu.
İngiltere ve Fransa ile ittifak
1939’un kış aylarında dış politikada izlenmesi gereken yol çok basit görünüyordu: Mihverin, yani Almanya ve İtalya’nın Avrupa’da ve Balkanlar’da yayılma arzularına karşı, Batılı müttefikler İngiltere ve Fransa ile Sovyetler Birliği’nin görünürde kurmaya çalıştıkları bloka katılma. Ağustos sonlarında Almanya ile Sovyetler Birliği arasında imzalanan saldırmazlık paktı sonucunda Türkiye’nin kurmaya çalıştığı ittifak sistemi tam ortasından ikiye ayrılmıştı: Bir yanda Batılı müttefikler kalmıştı, diğer yanda ise Almanya ile anlaşmış görünen Sovyetler Birliği. İnönü yol ayrımındaydı: Ya şimdiye dek izlediği yönde devam edecek ve Türkiye, Sovyetler Birliği olmaksızın Batılı müttefikler yanında yer alacak; ya Almanya ile olan anlaşmasına aldırmaksızın, Batılı müttefikler grubundan ayrılıp, Mihvere yakın bir konuma geçmek anlamına gelecek şekilde Sovyetler Birliği ile bir ortaklığa girecek; ya da o zamana dek olduğu gibi, herhangi bir askerî ittifaka girmeksizin bağlantısızlığını korumaya devam edecekti. İnönü’nün acilen bir karara varması gerekiyordu. O ilke olarak, Batılı müttefiklerin yanında yer almayı kabul etti; bu yoldan geri dönülmeyecek ve Mihver tehdidine karşı Batılı müttefiklerin askerî desteğinin sağlanmasına çalışılacaktı. Ancak İnönü, Sovyetler Birliği ile ilişkilere de çok önem veriyordu. Müttefiklere katılırken Sovyetler Birliği’ni de tamamen dışarıda bırakmak istemiyor; Moskova ile de bir anlaşma fırsatı yakalamaya çalışıyordu.
Saraçoğlu önce SSCB´ye gitti
Savaş başladıktan hemen sonra Dışişleri Bakanı Şükrü Saraçoğlu, Sovyetler Birliği ile bu güç sorunları çözmek ve aslında Batılı müttefikleri değil de Mihveri hedef alan bir askerî ittifak imzalamak amacıyla Moskova’ya gitti. İnönü, Sovyetler ile anlaşmayı ve Moskova’nın Türkiye’nin de içinde bulunacağı Batı ittifakı içinde yer almasını ümit ediyordu. Fakat Sovyetler, tam aksine, ittifakın Batılı müttefiklere karşı olmasında direnmekteydi. Ankara’nın ümidi suya düşmüştü. Bunun üzerine Sovyetler ile olan ilişkilere azamî itina göstermek kaydıyla Ekim’de Türk-İngiliz-Fransız ittifakı imzalandı.
Türkiye saldırıya uğrarsa....
Antlaşmaya göre; Türkiye’nin bir Avrupa devleti tarafından saldırıya uğraması halinde İngiltere ve Fransa Türkiye’ye  yardım edecekti. Eğer İngiltere ve Fransa bir Avrupa devleti tarafından Akdeniz’de savaşa yol açan bir saldırıya uğrarsa, Türkiye bu devletlerin yanında savaşa katılacaktı. Fransa ve İngiltere, Yunanistan ve Romanya’ya verdikleri garantiler nedeni ile savaşa girdikleri takdirde, Türkiye bu iki devlete tüm olanakları ile yardım edecekti. Ancak eğer bu iki devlet, antlaşma hükümleri dışında kalan bir Avrupa devleti tarafından saldırıya uğrarsa, bu kez Türkiye savaşta tarafsız kalacaktı. Antlaşmanın can alıcı önemdeki protokol maddesi, askerî ittifak yükümlülüklerinin Türkiye’yi Sovyetler Birliği ile bir çatışmaya hiçbir biçimde sürüklemeyeceğine ilişkin çekince idi.
Almanya Polonya’yı kısa zamanda yenilgiye uğrattı, ama asıl belirleyici savaş alanı batı cephesindeydi. Kış ayları sakin geçti ve Alman ordusu birdenbire Nisanda Danimarka ve Norveç’i işgal etti. Bununla da kalmadı; Mayısta Hollanda, Belçika ve Lüksemburg’a saldırdı ve bu topraklar üzerinden Fransa’ya girdi. Alman ordusu Paris önlerine geldiğinde bu kez İtalya müttefiklere karşı savaşa girdi. İtalya’nın savaşa girişi Türk dış politikası açısından önemli bir kararı da gündeme getirmekteydi: İttifak antlaşmasına göre, Türkiye’nin müttefiklere askerî bakımdan yardım etmesi ve savaşa girmesi gerekmekteydi. Çünkü savaş Akdeniz’e inmişti.
Hiç beklenmeyen gelişme
Açıkçası Türkiye, hiç de beklemediği bir durumla karşı karşıya kalmıştı: İşin başında yalnızca kendi güvenliğini sağlamak amacıyla müttefiklerin yanında yer almıştı. Bu ittifak Mihverin Türkiye’ye saldırmasına engel olabilirdi; ya da bir saldırı hâlinde Türkiye yalnız kalmayacaktı. Ancak şimdi durum tamamen ve tam aksi biçimde değişmişti: Türkiye, hiç düşünmediği bir şeyi yapmak, askerî açıdan yenilgiye uğrayan müttefikine yardım etmek zorunda kalıyordu. Bu da, savaşa girmek anlamına gelmekteydi. İnönü, şimdi de ülkesinin aslında saldırıya uğramaktan kaçınmak için katıldığı bu anlaşma nedeniyle savaşa girmek zorunda kalmasından kaçınmak istiyordu. İnönü’nün politikasının hedefi, ülkeyi her ne pahasına olursa olsun savaştan uzak tutmaktı.
Ya Sovyetler bize saldırırsa
Hedef bir kez saptandıktan sonra şimdi sıra, bu stratejik hedefi başarılı kılacak taktikler düzenlemekteydi. Savaşın ilk döneminde bu taktik Sovyet çekincesi olarak belirlendi; müttefiklere bu gerekçe resmen iletildi. İnönü, ülkesinin savaştan uzak kalabilmesinin, askerî güç merkezleri arasında denge politikası izlemekten geçtiğini düşünüyordu. Türkiye’nin coğrafi ve stratejik durumu, ona bu güç dengesi oyununu sürdürme fırsatını vermekteydi. Dolayısıyla İnönü, Türkiye’yi kendi yanında savaşa sokabilmek için baskıda bulunan askeri bloka karşı, diğer blokun desteğini almak suretiyle bu olanağı değerlendirmek istedi.
Türkiye, Almanları kışkırtmayarak durdurdu
Almanya, Fransa’dan sonra 1941’in kış ve ilkbahar aylarında Balkanları işgal etti. Türkiye, İngiltere’ye karşı dış politikasını, savaşın bu döneminde bir müttefik olarak görevinin, Mihveri kışkırtıcı davranışlardan ve Almanya ile bir askerî çatışmadan kaçınarak, Alman ordularını kendi sınırında durdurmak ve bu sayede de Orta Doğu yolunu tıkamak olarak savunmaktaydı. Aslında İngiltere Türkiye’nin tamamen Mihver etkisine girebileceği endişesinden dolayı, bunu ehveni şer olarak kabul etmek zorunda kalmıştı. Almanya da müttefiklerden kopup kendisine karşı yumuşak politika izleyen Türkiye’nin bu tutumu ile yetinebilmekteydi.
Birbirine geçen çıkarlar-anlaşmalar
Mart ayında Türk-Alman saldırmazlık paktının imzalanması için bir hayli yol da alınmıştı. Bu antlaşma ile cidden garipsenmesi gereken bir durum ortaya çıkmıştı: Şimdi Türkiye, Almanya ile savaşmakta olan İngiltere ile müttefikti, İngiltere’nin yakında müttefiki olacak olan Sovyetler ile arasında saldırmazlık paktı vardı ve nihayet Almanya ile de bir saldırmazlık ve dostluk paktı imzalamıştı. Bu karmaşık antlaşmalar zinciri içinde hangi antlaşmanın daha önce geldiği ya da gelmesi gerektiği sorusu ise tam anlamıyla siyasal bir sorundu.
Anlaşmadan Moskova da kaygı duyuyordu
Almanya’nın 1941 Haziranında Sovyetler’e saldırısı ile savaşın aldığı şekil temelden değişti. Türkiye de rahatladı: O zamana dek ciddî bir tehdit olarak görülen Alman-Sovyet işbirliği kaygısı kendiliğinden ortadan kalkmış oldu. Ancak bu kez Türkiye’nin üzerindeki müttefik baskısı da arttı. Müttefikler, Türkiye’nin Almanya ile olan yakın ilişkilerini hoş karşılamıyorlardı. Hatta Moskova, Almanya’ya o zamana dek hiç görülmemiş ölçüde yakın olduğu izlenimini veren ve hatta Almanya ile anlaşan bir Türkiye’nin kendisine herhangi bir zamanda saldırabileceğini ya da Alman ordusuna transit geçiş izni dahi verebileceğini düşünerek tedirgin oluyordu.
Kısa zamanda doğu cephesinden ardı ardına gelmeye başlayan Alman askerî başarı haberleri tabiî Türkiye’nin siyasal tutumunu da derinden etkiledi.
Unutulmasın ki, Alman-Sovyet savaşı, bir yönden de Türkiye’nin o zamana dek müttefik baskılarına karşı kullandığı gerekçeyi, yani Sovyet çekincesi gerekçesini ortadan kaldırıyordu. Ama müttefiklerin de artık Türkiye’den savaşa girmesini talep edecek güçleri yoktu. İngiltere ve Sovyetler Birliği ancak kendi topraklarını savunabilecek durumdaydı; hatta bu bile kuşkulu görünüyordu. Onlar için Türkiye’nin Mihvere daha fazla yaklaşmaması şimdilik yeterliydi. O zamana dek Türkiye’nin doğu cephesinde güney sınırını güven altında tutması ile yetinebilen Berlin ise, askerî gücünün ve başarılarının verdiği atılımla artık bununla tatmin olmuyordu. Almanya, Türkiye’nin bundan etkilenerek bir an önce kendi yanında savaşa girmesini ya da en azından kendisine askerî kolaylıklar sağlamasını istiyordu.
...ve Son perde
Alman ordularının gerek doğu ve gerek Kuzey Afrika cephesinde yenilgiye uğraması, aynı zamanda ilk müttefik askerî başarılarının göstergesiydi. Bu kez, doğu cephesinde dönem boyunca geri çekilmek zorunda kalan Almanya, Türkiye’nin müttefik başarılarından ve Mihverin yenilgisinden etkilenerek, müttefikler yanında savaşa girmesini engellemek amacı ile çaba harcayacak ve Türkiye’nin savaşa katılmayıp, doğu cephesinde hâlâ kendi güney sınırını güven altında tutmasını isteyecektir. İngiltere, Sovyetler ve ABD ise, Türkiye’nin savaşın ilk ve ikinci döneminde ortaya koyduğu tezi, o dönemlerde ister istemez kabullenmiş olmakla birlikte, askerî başarılarının verdiği güç ve hakla, Türkiye’nin söz konusu bu pasif rol ile yetinmesini artık kabul etmeyeceklerdir.
Sovyetler Birliği, bu sırada Türkiye’nin müttefik olarak savaşa girmesini istemekte ve İngiltere de buna bir ölçüde katılmaktadır. ABD’nin tavrı ise henüz belirgin değildir ve Türkiye’nin sıkboğaz edilmesini istememektedir; ama o da, diğer müttefiklerinin taleplerine bir ölçüde katılmaktadır.
İnönü, savaşın son döneminde savaşa katılmaktan kaçınmak için müttefiklerin yoğun baskılarına karşı Mihverin saldırı potansiyel ve olasılığını öne sürmekte ve bir müttefik olarak ülkesinin görevinin hâlâ Alman ordusuna Orta Doğu’nun yolunu tıkamak olduğunu belirtmektedir. Ayrıca İnönü’nün bir önemli talebi daha vardı: Müttefiklerin söz verdikleri, fakat askerî güçsüzlükleri nedeni ile o âna değin geniş ölçüde yerine getiremedikleri askerî yardımı sürekli olarak gündemde tutmaktadır.
İnönü, bu kez de müttefikler arasında belirginleşen görüş ayrılıklarını kendi lehine değerlendirmeye çalıştı. İngiltere’nin savaşa bir an önce girilmesi yolundaki talebi, artık ne ABD, ne de Sovyetler Birliği tarafından tam anlamıyla destekleniyordu. Bu karşıtlığı değerlendirmek isteyen İnönü, İngiltere ile ABD’yi karşı karşıya getirdi. Böylece denge politikası, müttefik güçler içindeki ayrılıktan yararlanılarak sürdürüldü. Başarılı da olundu. Türkiye, savaşa girmekten ve muhtemelen işgal tehlikesinden kurtulmuştu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder