Bazı kitapları tanıtmak hemen hemen mümkün değildir; çünkü tanıtılmak istenen kitabın biraz da özeti yapılır.
Ümit Şimşek'in yazdığı "Eserden Esmaya" adındaki eserini özetlemek adeta imkânsız; zira anlatmak istediklerini süzerek kitabını oluşturmuş. Zorlamak, özünü zedelemek gibi olur.
Kitabın adından da anlaşılacağı üzere evrenin varlığından, bünyesindeki giriftliklerden onu bir Yaradan'ın olması lazım geldiğini ispata çalışıyor. Çağımız insanının hurafelerine baltayı indirmek için Ahmet Haşim'in "O Belde" şiirini ele alıp şöyle bir muhakeme yürütüyor; "O Belde'nin varlığından kimse şüphe etmediği gibi, bu şiirin yazılmış olduğundan da şüphe eden çıkmaz. Çünkü şiir vardır ve ortadadır. Öyleyse yazılmıştır. "Ama devam ediyor: "Muhal farz, şiirin "yazılmadığını" ileri sürecek olsanız, yine onu açıklamak için başka fiillerin yardımına başvurmak zorunda kalırsınız; "Kendiliğinden var olmuştur", "Tesadüfen ortaya çıkmıştır", "Öylece oluşmuştur". Bu iddialar şiirin günışığına çıkmasında ne kadar anlamsızsa, sayısız mutlu tesadüfün bir araya gelmesiyle oluşan bu evrenin rastlantıyla ortaya çıkmış olduğunu kabul etmek de o kadar anlamsızdır.
Batılıların ilmî araştırma yaparken "Allah" yerine "tabiat" demeyi kendileri için zorunlu kılmalarının iki sebebi var. Birincisi eldeki İncillerde, Tevratlarda maddi hataların bulunmasıdır. Mesela Hıristiyanlar İncillerden insanoğlunun tarihini öğreniyorlar. Hz. Âdem'in yaratılmasıyla, Hz. İsa'nın doğumu arasında İbranice metinde tam 4004 yıl, Yunanca metinde ise 5500 yıl geçmiştir. Tarihi araştırmalar geliştikte, Batılıların okudukları insanlığın kutsal menşeli tarihi büyük bir kasırgaya tutulmuşçasına dağıldı. Kutsal kitaplarında daha pek çok maddi hatalar olduğu için onu ve sahibi olan Tanrı'yı ilim dünyasının dışına çıkarmak zorunda kalıp yerine tabiatı koydular. Tabiat nedir? Dağ, taş, su, rüzgârsa, şuuru yoktur. Şuuru yoksa, insan gibi şuurlu bir varlığı yaratması mümkün değildir. Şuurlu ise dedikleri "Tabiat" değil, başka bir şeydir. Nedir o? İkinci sebep Allah anlayışlarımızın farklı olmasıdır. Hz. İsa, hem Tanrı'dır, hem de Tanrı'nın oğludur. Bu dünyaya gelmiş, en büyük acıları çekmiş, ardında örnek bir hayat bırakarak gitmiştir. Biz ise Rabb'imizin cevherini değil, sıfatlarını biliriz. O'nun nelere kaadir olduğunu yarattıklarından idrak ederiz. Bu büyük farka rağmen bizim kuş beyinliler de konuyu "Allah" ile izah ederlerse, gayri ilmi olacağını zannediyorlar.
Ümit Şimşek "Eserden Esmaya" yürürken sadece mantığa dayanmıyor; tabii bilimleri de işin içine katıyor; "... Bal arısı ışığın polarizasyon düzlemini tespit eder. İşte bu, bizim çıplak gözle asla yapamayacağımız bir şeydir. Hatta polarizasyon olayından haberdar olmamız bile bal arısından milyonlarca yıl sonraya rastlar. On dokuzuncu yüzyıla kadar, polarize ışığın ne olduğunu bilmiyorduk. Bundan ciddi şekilde yararlanmamız ise ancak bu yüzyılın ortalarında mümkün hale geldi. Bal arısına gelince, o hemen hemen her gün polarizasyon ile içindedir. Çünkü güneşe bakarak yolunu bulur. Ya bulut gelip güneşi örtecek olursa, işte o zaman polarizasyon hesapları imdada yetişir. Yoksa kaybolup giderdi arıcık."
Bazı filozoflar "Hayat ışıktır" diyorlar. Işık, anlama gözle kavuşur. Ümit Şimşek, bu gerçeği çok güzel yakalamış; "Hangi canlının gözünü mercek altına alacak olsak, kaçınılmaz üç sonuçla karşı karşıya geliriz: 1) Onun gözü kendi hayat koşullarına en uygun biçimde düzenlenmiştir. 2) Bu düzenlemede herhangi bir kusur bulmak imkânsızdır. 3) Bu düzenlemenin daha üstünü tasavvur edilemez." Hayvanlar hakkındaki değerlendirmeden sonra şu hükme varıyor: "Hangi canlı türünü incelerseniz, hangisinde bir kusur ararsanız, hangisi için daha uygun bir çözüm düşünmeye çalışırsanız, ulaşacağınız sonuç derin bir hayranlıktan başka bir şey olmayacaktır."
Rivayet edilir ki yüzyıllarca önce Bağdat'ta idealist ve materyalist filozoflar toplanmışlar, kainatın oluşmasını, Allah'ın varlığını tartışıyorlarmış. Satt'ül Arap nehrinin doğusundan gelen ihtiyar bir filozof, köprüyü dolaşmak zorunda olduğu için her gün sempozyuma geç iştirak edermiş. Bir gece çok feci yağmur yağmış. Ertesi sabah ihtiyar filozof tam zamanında gelince, "Hayrola üstad, nasıl erken gelebildin?" diye sormuşlar. O da şu cevabı vermiş: "Akşam çok yağmur yağdı; sel dağlardan kütükleri sürüp getirmiş, evimin önüne bir köprü yapmış. Onu kullandım; bildiğimiz köprüyü dolaşmak zorunda kalmadığım için gecikmedim." Materyalist bir filozof itiraz etmiş: "Böyle şey olabilir mi? Seller evimizin önüne tesadüfen köprü yapacak, siz de üstünden geçeceksiniz." Yaşlı filozof gülümsemiş: "Ben bir köprüyü tesadüfe yaptırdım; inanmıyorsunuz; oysa siz aylardan beri bu muazzam, mükemmel kainatı tesadüfle izah ediyorsunuz, ben size nasıl inanayım?"
Kitabın adından da anlaşılacağı üzere evrenin varlığından, bünyesindeki giriftliklerden onu bir Yaradan'ın olması lazım geldiğini ispata çalışıyor. Çağımız insanının hurafelerine baltayı indirmek için Ahmet Haşim'in "O Belde" şiirini ele alıp şöyle bir muhakeme yürütüyor; "O Belde'nin varlığından kimse şüphe etmediği gibi, bu şiirin yazılmış olduğundan da şüphe eden çıkmaz. Çünkü şiir vardır ve ortadadır. Öyleyse yazılmıştır. "Ama devam ediyor: "Muhal farz, şiirin "yazılmadığını" ileri sürecek olsanız, yine onu açıklamak için başka fiillerin yardımına başvurmak zorunda kalırsınız; "Kendiliğinden var olmuştur", "Tesadüfen ortaya çıkmıştır", "Öylece oluşmuştur". Bu iddialar şiirin günışığına çıkmasında ne kadar anlamsızsa, sayısız mutlu tesadüfün bir araya gelmesiyle oluşan bu evrenin rastlantıyla ortaya çıkmış olduğunu kabul etmek de o kadar anlamsızdır.
Batılıların ilmî araştırma yaparken "Allah" yerine "tabiat" demeyi kendileri için zorunlu kılmalarının iki sebebi var. Birincisi eldeki İncillerde, Tevratlarda maddi hataların bulunmasıdır. Mesela Hıristiyanlar İncillerden insanoğlunun tarihini öğreniyorlar. Hz. Âdem'in yaratılmasıyla, Hz. İsa'nın doğumu arasında İbranice metinde tam 4004 yıl, Yunanca metinde ise 5500 yıl geçmiştir. Tarihi araştırmalar geliştikte, Batılıların okudukları insanlığın kutsal menşeli tarihi büyük bir kasırgaya tutulmuşçasına dağıldı. Kutsal kitaplarında daha pek çok maddi hatalar olduğu için onu ve sahibi olan Tanrı'yı ilim dünyasının dışına çıkarmak zorunda kalıp yerine tabiatı koydular. Tabiat nedir? Dağ, taş, su, rüzgârsa, şuuru yoktur. Şuuru yoksa, insan gibi şuurlu bir varlığı yaratması mümkün değildir. Şuurlu ise dedikleri "Tabiat" değil, başka bir şeydir. Nedir o? İkinci sebep Allah anlayışlarımızın farklı olmasıdır. Hz. İsa, hem Tanrı'dır, hem de Tanrı'nın oğludur. Bu dünyaya gelmiş, en büyük acıları çekmiş, ardında örnek bir hayat bırakarak gitmiştir. Biz ise Rabb'imizin cevherini değil, sıfatlarını biliriz. O'nun nelere kaadir olduğunu yarattıklarından idrak ederiz. Bu büyük farka rağmen bizim kuş beyinliler de konuyu "Allah" ile izah ederlerse, gayri ilmi olacağını zannediyorlar.
Ümit Şimşek "Eserden Esmaya" yürürken sadece mantığa dayanmıyor; tabii bilimleri de işin içine katıyor; "... Bal arısı ışığın polarizasyon düzlemini tespit eder. İşte bu, bizim çıplak gözle asla yapamayacağımız bir şeydir. Hatta polarizasyon olayından haberdar olmamız bile bal arısından milyonlarca yıl sonraya rastlar. On dokuzuncu yüzyıla kadar, polarize ışığın ne olduğunu bilmiyorduk. Bundan ciddi şekilde yararlanmamız ise ancak bu yüzyılın ortalarında mümkün hale geldi. Bal arısına gelince, o hemen hemen her gün polarizasyon ile içindedir. Çünkü güneşe bakarak yolunu bulur. Ya bulut gelip güneşi örtecek olursa, işte o zaman polarizasyon hesapları imdada yetişir. Yoksa kaybolup giderdi arıcık."
Bazı filozoflar "Hayat ışıktır" diyorlar. Işık, anlama gözle kavuşur. Ümit Şimşek, bu gerçeği çok güzel yakalamış; "Hangi canlının gözünü mercek altına alacak olsak, kaçınılmaz üç sonuçla karşı karşıya geliriz: 1) Onun gözü kendi hayat koşullarına en uygun biçimde düzenlenmiştir. 2) Bu düzenlemede herhangi bir kusur bulmak imkânsızdır. 3) Bu düzenlemenin daha üstünü tasavvur edilemez." Hayvanlar hakkındaki değerlendirmeden sonra şu hükme varıyor: "Hangi canlı türünü incelerseniz, hangisinde bir kusur ararsanız, hangisi için daha uygun bir çözüm düşünmeye çalışırsanız, ulaşacağınız sonuç derin bir hayranlıktan başka bir şey olmayacaktır."
Rivayet edilir ki yüzyıllarca önce Bağdat'ta idealist ve materyalist filozoflar toplanmışlar, kainatın oluşmasını, Allah'ın varlığını tartışıyorlarmış. Satt'ül Arap nehrinin doğusundan gelen ihtiyar bir filozof, köprüyü dolaşmak zorunda olduğu için her gün sempozyuma geç iştirak edermiş. Bir gece çok feci yağmur yağmış. Ertesi sabah ihtiyar filozof tam zamanında gelince, "Hayrola üstad, nasıl erken gelebildin?" diye sormuşlar. O da şu cevabı vermiş: "Akşam çok yağmur yağdı; sel dağlardan kütükleri sürüp getirmiş, evimin önüne bir köprü yapmış. Onu kullandım; bildiğimiz köprüyü dolaşmak zorunda kalmadığım için gecikmedim." Materyalist bir filozof itiraz etmiş: "Böyle şey olabilir mi? Seller evimizin önüne tesadüfen köprü yapacak, siz de üstünden geçeceksiniz." Yaşlı filozof gülümsemiş: "Ben bir köprüyü tesadüfe yaptırdım; inanmıyorsunuz; oysa siz aylardan beri bu muazzam, mükemmel kainatı tesadüfle izah ediyorsunuz, ben size nasıl inanayım?"
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder