27 Ağustos 2012 Pazartesi

Cumhuriyet ve Namus-Serdar Kaya


Samuel Huntington, Medeniyetler Çatışması adlı kitabında medeniyet ithali konusuna da değinir. Kitabın içerisindeki 16 sayfalık bir bölüm, medeniyet ithaline kalkışan siyasi liderlerin başarısızlığa mahkum olduklarını vurgular. Huntington’ın, Türkiye’yi merkeze alan analizinden sonra söyledikleri epey çarpıcıdır:
“Eğer Batılı olmayan toplumlar modernleşmek istiyorlarsa, bunu Batılılar gibi değil, tıpkı Japonya gibi, kendi yöntemleriyle, kendi gelenek, kurum ve değerlerini kullanarak ve geliştirerek başarmak zorundalar. / Toplumlarının kültürlerini temelden yeniden şekillendirebileceklerini düşünebilecek denli kibirle dolu siyasi liderlerin başarısızlığa uğrayacak olmaları mukadderdir. Böyle liderler, Batı kültürünün kimi öğelerini tanıtabilseler bile, mevcut kültürün temel öğelerini ortadan kaldırmaya ya da sonsuza dek bastırmaya güç yetiremezler. … Siyasi liderler tarih yapabilirler, ama tarihten kaçamazlar. Kararsız/bölünmüş ülkeler ortaya çıkarırlar, Batılı toplumlar yaratamazlar. Kalıcı olan ve tabiat haline gelen kültürel bir şizofreni ile ülkelerini malul ederler.”1
Huntington’a göre, Türkiye kültürel bir şizofreni ile maluldür ve bu şizofreninin sorumlusu (Deli Petro’ya benzettiği) Mustafa Kemal’dir. Devlet eliyle gerçekleştirilen ve ciddi bir travmaya neden olan medeniyet dayatması sonucunda, toplum, kültürel anlamda iki arada bir derede kalmıştır.
Arada Kalmış Bir Toplum
Bu arada kalma durumunun izleri, geçtiğimiz günlerde, ilahiyat profesörü Orhan Çeker’in dekolte ile taciz arasında nedensellik kurmasına gösterilen kimi tepkilerde de son derece belirgindi. Zira, Orhan Çeker’e isminin baş harfleriyle (O.Ç.) atıfta bulunmak suretiyle tepkilerini dile getiren bazı kimseler, bir yandan kadın haklarını savunurken, diğer yandan da bunu erkek-egemen kültürün en anlamsız küfürlerinden biri ile yapıyor olmaktaki ironinin farkında değil gibiydiler.
Kimi diğerleri ise, dekolte karşısında tahrik olmayı ilkellik ya daasosyallik gibi olumsuz vasıflarla ilişkilendirdiler. Cinselliğin insan doğasındaki yerini reddeden bu yaklaşıma göre, medeni bir insan öyle dekolteden falan asla tahrik olmazdı! Böyle şeylerden olsa olsa bazı gericiler etkilenirdi! Zira medeni dediğin insan, (tıpkı dinsel duyguları gibi) cinsel duygularını da dört duvar arasına girmeden asla hissetmezdi!
Türkiyeli Laiklerin Bastırılmış Cinselliği
Tahrik olmayı kötücülleştirme, Batı kültürü (dekolte) ile ataerkillik (namus) arasında kalmış olmanın sonuçlarından bir diğeri. Namus, Yunanca’daki “nomos” (kanun) kelimesinden Arapça’ya geçmiş olan bir ifade. Arapça’da, “gizlemek” anlamındaki “namasa” ifadesiyle aynı kökten gelen bu kavram, kadınlar söz konusu olduğunda “kadınların gizlenmesi, saklanması” ekseninde imalar içerir.
Namus ve şeref üzerine yemin etmenin çıkış noktası da budur. Böyle bir yemin, kadınların, ailelerindeki erkeklerin namusu oldukları varsayımına dayanır. Dolayısıyla, namusu üzerine yemin eden bir kişi, yabancı kimselerden saklamak ve korumakla yükümlü olduğu kadınların mahremiyeti gibi hassas bir konudan hareketle şerefini ortaya koymaktadır. Zira ailesindeki kadınlardan birinin namusunun kirlenmesi, kişinin şerefinin de lekelenmesi anlamına gelecektir.
Cumhuriyet, dayattığı yeni hayat tarzını işte böyle bir altyapı üzerine kurdu. Bu hayat tarzında merkezi bir öneme sahip olan örtünmemek, Batılılar gibi giyinmek, balolara katılmak ve dansetmek gibi pratikler, bunlara emrivaki ile uyum gösteren dönemin CHP’li erkeklerini son derece rahatsız eden kimi yönlere sahipti: Kadınlar ecnebiler gibi giyinince, onların kollarına, omuzlarına, açık yakalarına bakan erkekler tahrik olmayacaklar mıydı? Hiçbir erkek böyle bir şeye rıza gösteremeyeceğine göre, ecnebiler bu konuyu da çoktan aşmış olmalılardı! Demek ki onlar kamusal alanda zinhar tahrik falan olmuyordu! Demek ki problem yine bizdeydi… O halde, tahrik olmak kötü bir şeydi ve bu gibi ilkel duyguları bastırmak gerekliydi!
“My Will is Good”
Falih Rıfkı Atay’ın Çankaya adlı kitabında naklettikleri, medeniyet ithalinin mimarı Mustafa Kemal’in de benzeri ikilemler yaşadığını ortaya koyar:
“Kadın anlayışında pek garplı olduğu söylenemez. Hatta hanımların tırnaklarını boyamasını bile istemezdi. Son derece kıskançtı. Denebilir ki harem eğiliminde idi. … Medeni kanunla Türk kadınına garp kadınının bütün haklarını veren Atatürk, kendi münasebetlerinde, bırakınız ecnebi erkekle evlenen Türk kadınını, ecnebi kadınla evlenen Türk erkeğine bile tahammül etmezdi. Devrimlerin büyük ve eşsiz kahramanı, kendi koyduğu kanunun sonuçları ile karşılaşmak lazım gelince: ‘- Bize göre değil ha çocuklar…’ derdi.”2
Medeniyet ithali kolay iş değil… Zira Türkiyeli laikler takriben 80 yıldır örtünmüyor; örtünen ve örtünmeyen dindarlar ise artık büyük ölçüde bu işi bir namus meselesi olarak görmüyorlar. Diğer yandan, hala namus ve şeref üzerine edilen yeminleri hiçbirimiz yadırgamıyoruz. Çünkü kendimize itiraf edemesek de, aslında 80 senedir ciddi bir şizofreni yaşıyoruz. Huzursuzuz. Ve öyle görünüyor ki, bu şizofreniden kurtulmadan huzur bulamayacağız.
Ancak iyileştiğimizde, ilk fark ettiğimiz şeylerden biri,sevdalandığımız bir hayalin sihiriyle gerçeklikten ne kadar uzaklaştığımız olacak.
“I’m so horny / But that’s okay / My will is good” (Nirvana)
1 Huntington, Samuel P. 1996. The Clash of Civilizations and the Remaking of World Order. New York: Simon & Schuster. 154.
2 Atay, Falih Rıfkı. 1961. Çankaya: Atatürk’ün Doğumundan Ölümüne Kadar. İstanbul: Pozitif Yayınları. 448.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder