18 Mayıs 2012 Cuma

Siyasi gerçekleri ve sonuçları ile Askeri darbeler tarihi (1)- -Askeri darbeler tarihi. Dünün bahanesi 'din elden gidiyor!' Bugünün laiklik elden gitmekt-Askeri darbeler tarihi; "28 Şubat" darbesinde 380 milyar attaya nasıl götürüldü!-Askeri Darbeler tarihi; Emma Bonino, “Türkiye’ye ihanet ettik!”-Askeri Darbeler tarihini her şeyi ile öğrenmeye hazır mısınız? Sanmıyoruz ya! (5) -canmehmet.com

Siyasi gerçekleri ve sonuçları ile Askeri darbeler tarihi (1)


Siyasi gerçekleri ve sonuçları ile Askeri darbeler tarihi (1)

Yeniçerileri ilk nizama sokma teşebbüsü 19 yaşındaki genç, zekî hükümdar Sultan II. Osman tarafından yapılmıştı




İlk darbe, 1618 yılında 14 yaşında tahta geçen, Latince, Yunanca ve İtalyanca dahil altı lisanı çok iyi öğrenen, zeki ve iyi yetiştirilmiş II. Osman’ın 19 yaşında yeniçerilerce boğularak öldürülmesi ile başlar...
Aşağıda Türk Ordusu'nun kurulması dahil bugünlere nasıl gelindiğinin ve askeri darbelerin özet hikâyesi anlatılmaktadır.
“...Osmanlı İmparatorluğu 19. Asrın ilk yarısına kadar iki esas üzerine dayanıyordu: Biri askeri, diğeri de dînî kudret.
Bu durumda devlet idaresinde; ne –tatbikatta askeri kudretle karışan- sivil bir idareye, ne de her türlü hukukî ihtilâfa bakmak “kadı”ların yâni din adamı olan hâkimlerin salâhiyetine girdiğinden kazâî kudrete yer kalıyordu.
Halife-Sultan unvanını alan imparator, yâni hem hükümdar hem rûhânî reis, ordunun ve idarenin başında bulunuyordu. İlk zamanlar (veziriazam) sonraları da (sadrâzam) unvânını alan yüksek rütbeli bir şahıs, hem başvekilin hem de ordunun başkumandanlığı vazifelerini îfâ ediyordu. Dînî işlerin idaresini de “şeyhülislâm” yâni bir büyük rûhânî lider yürütüyordu.
Osmanlı ordusunun çekirdeğini. Roma usulündeki “hassa askerleri” şeklinde devletten maaş alan büyük ve küçük rütbeli, devamlı bir subay kadrosu hâlinde yeniçeriler teşkil ediyordu.
Bu ordu, 1259’da Osmanlı hanedanının ikinci sultânı Orhan Gazi devrinde, kardeşi ve veziriazamı Alâaddin Paşa tarafından kurulmuştu.
Başlangıçta ocağa, yalnız küçük yaştaki Hristiyan çocuklarından seçilenler alınmış, daha sonra da yetim yahut fakir Müslüman çocuklan bunlara katılmıştı. Toplanan çocuklar çok sert bir disiplinin hâkim olduğu kışla mekteplerinde eğitim ve öğretime tâbi tutuluyorlardı. Bu şekilde yetiştirilen Yeniçeriler, ordunun seçkin unsurunu meydana getiriyor ve onun kadrolarında hizmet görüyorlardı.
Osmanlıların üçüncü sultanı I. Murat’dan İtibaren kendisinden bekleneni tam manasıyla yerine getiren bu ordu harikalar yaratmaya, disiplin ve cesareti ile o devrin bütün krallarının gıptasını uyandırmaya başlamıştı.
Bu Yeniçeriler sayesindedir ki, Fâtih Sultan Mehmet, Yavuz Sultan Selim, I. François’nın dostu ve kurtarıcısı Kanunî Sultan Süleyman gibi büyük Osmanlı sultanları, imparatorluğun sınırlarının Macaristan’dan İran’a kadar götürebilmişlerdir.
Fakat ne yazık ki, bu dünyâda her iyi şeyin zamanla bozulması gibi. Yeniçeriler de 16. Asrın ortalarına doğru Kânûnî Sultan Süleyman’ın saltanatının son yıllarında şımardılar. Disiplinlerini tamamen kaybederek, sivil halkı soymaya ve öldürmeye, savaş meydanlarında da zaferin kazanıldığı sırada kumandanlarına isyan etmeye başladılar.
Daha kötüsü, keyif ve menfaatlerine göre, sultanları tahttan indirip çıkarmaya başlamışlardı.
Yeniçerileri ilk nizam ve intizama sokma teşebbüsü 1622’de iyi istikbal vadeden, 19 yaşındaki genç, zekî hükümdar Sultan II. Osman tarafından yapılmıştı. Sultanın bu niyetini sezen Yeniçeriler isyan ettiler, sonunda boğmak için onu Yedikule Zindanı’na kapattılar.
Fenalıkları boyuna devam ediyordu. İmparatorluğu yıkılışa götüren, Çar orduları önündeki mağlûbiyetleri birbirini kovalıyordu. Yeniçeriler memlekette gerçekten iltihaplı bir yara hâlini gelmişlerdi.
18. asrın sonlarında tahta çıkan, kabiliyetli şâir ve müzisyen III. Selim de, bu musibeti kökünden kazımak İstedi. Fakat bu teşebbüsünü o da kanıyla ödedi.
1808’de isyan eden Yeniçeriler onu kendi sarayında canavarca öldürdüler.
Nihayet, İmparatorluğu Yeniçeri belâsından kurtarmak şerefi III. Selim’in halefi, cevval ve kudretli Sultan II. Mahmud’a nasip olacaktı.
Yeniçeri ocaklarının tamamen kaldırılmasına karar yerdi ve 1826’da sivil halkı onlara karşı ayaklandırdı. İmparatorluğun her yerinde gerçek bir Yeniçeri avına girişildi, o devrin tarihçileri İstanbul’da bir günde birkaç bin Yeniçerinin Haliç’e atılıp boğulduklarını yazmaktadırlar. (1)
(1) Ali Fuad Başgil   , 27 Mayıs İhtilali ve sebepleri

Askeri darbeler tarihi. Dünün bahanesi 'din elden gidiyor!' Bugünün laiklik elden gitmekte (2)


Askeri darbeler tarihi. Dünün bahanesi 'din elden gidiyor!' Bugünün laiklik elden gitmekte (2)

Bu ne?! Sen bilirsin, "Kağıt parçası" -Ama boru değil, mahkeme celbi!



Dün yeniçerilerinin darbe bahanesi olan, “Şeriatisterük”, bugün modernleşerek! Yerini, “Laiklik isterük!” aldatmacasına bıraktı.  Halkın din anlayışı ve inancı neden darbecilerin ilgi odağındadır?
Darbelerle ilgili konuyu açmak adına ilk örneğimizi 1622 yılından vermiştik, bu kez 1940'lı yıllardan bir örnek veriyoruz. Bu şekilde dün ve bugünün halkın inancının darbeciler için neden önemli olduğunun kapısı açılmaktadır.
Bu yazımızdaki örnek, tek parti döneminin ünlü CHP’li Ankara valisi Nevzat Tandoğan'dır.
...
"3 Mayıs'ta yürüyerek hak arayan milliyetçi geçler yakalanır ve dönemin eli kamçılı Ankara Valisi Tandoğan'ın huzuruna çıkarılır,
“Ulan öküz Anadolulu Sana mı kaldı?
Dönemin Ankara Valisi Nevzat Tandoğan, sert ve otoriter bir yöneticiydi. Atıyla ve elinde kırbacıyla Ankara sokaklarında adam dövdüğü bile konuşulurdu. Sabahattin Ali ile Nihal Atsız’ın dergi köşelerinde başlayan ve Atsız’ın Başbakan Saraçoğlu’na yazdığı ünlü mektupla hareketlenen sokaklar belki de ilk kez sağ ile solu karşı karşıya getirmişti.
Cumhurbaşkanı İsmet Paşa ise hem sağa hem de sola darbe vurma hazırlığındaydı.
Halen Türkçülük günü olarak kutlanan 3 Mayıs (1944) günü milliyetçi gençler Ankara adliyesine gelirken ve mahkeme çıkışı gösteriler yapmışlar ve başbakanlığa kadar yürümüşlerdi. Bu gösterilerin başrolündeki isimlerden biri de Osman Yüksel Serdengeçti’ydi. Serdengeçti polis tarafından yakalanmış ve Ankara’nın valisi ünlü Nevzat Tandoğan’ın huzuruna çıkartılmıştı. Vali Tandoğan’ın eylemci Serdengeçti’ye söylediği söz Türk siyasi yaşamının unutulmazları arasına girmişti.
-Ulan öküz Anadolulu! Sana mı kaldı Türkçülük?
-Bu memlekete komünizm de lazımsa biz getiririz Türkçülük lazımsa da biz getiririz. Sizin iki vazifeniz var.
-Birincisi çiftçilik yapmak,
-İkincisi çağırdık mı askere gelmek!”  (1)
...
Üçüncü ve dördüncüyü de biz ilave edelim;
-Sermaye sahibi olmamak,
-Gazete, dergi ve kitap çıkarmamak, yayınlamamak.
...
Nevzat Tandoğan ile başladık devam edelim...
“...1945'te komünist diktatör Tito liderliğindeki Yugoslavya'nın baskıcı yönetimi altına giren Bosnalı Müslümanlar için de yardım paraları toplanmış; ancak, o tarihlerde toplanan ve miktarı bilinemeyen bu paralar da yerine ulaştırılamamış.
Yardım parasını toplayan şahıs, hamiyetli bir doktor. Ankara'da muayenehanesi var; aynı zamanda Rus elçiliğinin de doktoru.
İşte bu tanınmış itibarlı doktor, 6 Ekim 1945 günü akşamı, bir genç tarafından yedi kurşunla vurularak öldürüldü.
O genç katilin, dönemin Genelkurmay Başkanı Kâzım Orbay'ın oğlu Haşmet Orbay olduğu, sonradan anlaşıldı ve mahkeme kararıyla da kesinleşti.
Aynı mahkeme, Ankara Valisi Tandoğan'ın olayı kasten örtbas ettiğine de hükmetti.
Bu gelişmenin hemen ardından, Ankara, zincirleme devam eden pek büyük gümbürtülerle sarsılmaya başladı. Şöyle ki:
1) Mahkemenin kararını Yargıtay'da bozduran ve gelişmelerin seyrini Tandoğan aleyhine olacak şekilde değiştirmeye sebep olan dönemin Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Fahrettin Karaoğlu, otomobili içinde ölü bulundu.
2) Tanık olarak çağrıldığı mahkemede sanık durumuna düşen Ankara'nın 17 yıllık valisi, belediye başkanı ve aynı zamanda CHP İl Başkanı olan Nevzat Tandoğan, aniden bunalıma girdi ve kafasına bir kurşun sıkarak intihar etti.
3) Fevzi Paşadan sonraki Genelkurmay Başkanı Kâzım Orbay (aynı zamanda Enver Paşanın eniştesi), henüz yeni atanmış olduğu bu makamdan derhal istifa etti.
4) Cumhurbaşkanı İsmet Paşanın oğlu Ömer İnönü'nün ismi de, benzer bir cinayet hadisesiyle irtibatlandırıldı.
(Bu konuda, özellikle cinayet sebebinin "Bosna Müslümanları için toplanan yardım parası" olduğu konusunda—bir sohbet havası içinde—bizi aydınlatan kişi, kamuoyunun yakından tanıdığı ve sol tandanslı olarak bilinen bir tarihçi profesör. Hadisenin seyrini kendi ağzından yazmak için rızasını almadığımız için, ismini mahfuz tutuyoruz.)
Öte yandan, işlenen cinayetin—ana sebebi hariç—hemen bütün yönlerini araştıran ve topladığı bilgileri "Ankara Cinayeti" ismiyle kitap haline getiren kıdemli Demokrat parlamenterlerimizden Çorum eski milletvekili değerli İhsan Tombuş'un bilgilerinden de çokça istifade ettiğimizi burada belirtmiş olalım.
Şimdi, başlı başına bir roman, bir film konusu teşkil eden bu esrarengiz hadiseler zincirinin tâ başlarına doğru gidelim ve işin içine meselenin bir başka boyutunu, yani "kaderî hikmet veçhesi"ni de dahil ederek, adım adım, halka halka beriye doğru gelmeye çalışalım.
Zincirin baş halkasında, baş belâsı Tandoğan var
Tarih, 20 Eylül 1943. Sekiz yıldır Kastamonu'da sürgün bulunan Bediüzzaman Said Nursî, polis nezaretinde Çankırı yoluyla Ankara'ya getirtilir. Buradan Denizli Ağır Ceza Mahkemesine sevk edilecek.
Ankara'nın iki numaralı adamı, 14 yıllık Vali Tandoğan, Üstad Bediüzzaman'ı cebren makamına getirtir. Gayesi, başındaki sarığı çıkarttırmak ve başına fötr şapkayı zorla geçirmek.
Nitekim, bu maksatla fiilî teşebbüste bulunur. Ancak, buna muvaffak olamaz.
Şapkayı Vali Tandoğan'ın elinden alan Said Nursî, ona şöyle seslenir:
-"Bu sarık bu başla beraber çıkar. Ben sizin bin senelik ecdadınızı temsil ediyorum. Başından bulasın Nevzat!"
...
Bu hadisenin üzerinden iki yıl kadar bir zaman geçer ve ardından şu gelişmeler yaşanır.
-Halk arasında kazanmış olduğu itibarla, muhtaç durumdaki Bosnalı Müslümanlar için yardım parası toplayan Ankara'nın tanınmış doktorlarından Neşet Naci Arzan, 16 Ekim 1945'te muayenehanesinde öldürülür.
-Cinayette kullanılan tabanca, Genelkurmay Başkanı Kâzım Orbay'a aittir. Katil de Kâzım Paşanın oğlu Haşmet Orbay'dır. Doktorun topladığı paraları istiyor. Red cevabıyla karşılaşınca da onu öldürüyor. Gece eve gidince, durumdan ailesini haberdar etmek durumunda kalıyor.
-Hadisenin bir şekilde patlak vereceğini ve halkın gözünde itibar kaybına uğrayacağını öğrenen katilin ailesi, gelişmelerin seyrini değiştirecek alelacele hazırlanmış bir planı devreye sokuyor. Haşmet'in annesi—ki, Enver Paşanın kız kardeşi ve Orbay Paşanın da eşidir kendisi—tek parti döneminin değişmez şefi İsmet Paşanın eşi Mevhibe Hanımı telefonla arayarak şunları söyler:
-"Sizin oğlunuz Ömer de katil. Taksim'de Olga isimli kadının kocasını öldürmüş diyorlar. Ama, ne yaptınız ettiniz, onu kurtardınız. O halde benim oğlumu da kurtarın. Aksi halde, bütün bildiklerimi açıklarım."
-Bunun üzerine, Mevhibe Hanım da Vali Tandoğan'ı arayarak "Lütfen bu işi halledin" der. Tandoğan, işin içine bu şekilde girer.
-Vali Tandoğan, Haşmet'in Robert Kolej"den arkadaşı olan ve onunla aynı evi paylaşan Reşit Mercan'ı ayağına getirtir ve ona bu cinayeti mutlaka üstlenmesi gerektiğini söyler. Mercan da, çaresiz istenileni yapar ve ertesi gün karakola gidip teslim olur.
-"Cinayeti ben işledim" der.
-Mahkeme kurulur. "Katil benim" diyen Mercan'a 20 yıl, Haşmet Orbay'a da "Ona silâhı ben verdim" dediği için, sadece bir yıl ceza verilir.
-Ancak, basın hadisenin peşini bırakmadı. Bunun üzerine Yargıtay, mahkemenin ilk kararını bozdu ve dâvayı da Ankara'dan alarak Bolu Ağır Ceza Mahkemesine gönderdi. Bolu'daki yargılamalarda, mahkemede katilin Haşmet Orbay olduğu ortaya çıktı. Aynı anda, cinayetin Vali Tandoğan tarafından kasten örtbas edildiği, hatta cebren başkasına yüklenildiği de ortaya çıktı. Cezalar, bu yeni duruma göre kesildi.
-Buna sinirlenip kahırlanan Tandoğan, 9 Temmuz 1946 gecesi kafasına kurşun sıkarak intihar etti.
Birkaç gün sonra da Genelkurmay Başkanı Orbay görevinden istifa etti...” (2)
**
Hikâyeyi öğrendik de bunun askeri darbelerle ne ilgisi var?
-Bir tarafta Genelkurmay başkanı ile Cumhurbaşkanının çocukları,
-Diğer taraftan başkentin eli kamçılı bir valisi...
-Bakalım darbelerle bir ilgisi var mı?
Devam edecek...
-İnsanlar hesap vermeyeceğini  anladı mı bir kez...
Resim; komikzede.com'dan alıntıdır.
(1) Bizim hep inanmamızı istediler, Gürkan Hacır 
(2) M. Latif SALİHOĞLU, Yeni Asya gazetesi, 02.06.2006  

Askeri darbeler tarihi; "28 Şubat" darbesinde 380 milyar attaya nasıl götürüldü! (3) 


Askeri darbeler tarihi; "28 Şubat" darbesinde 380 milyar attaya nasıl götürüldü! (3)

"Yediğimiz hurmalar günü gelir tırmalar!"

Darbe gerçeğine, 1622 ve 1940’lı yıllardan verilen örneklerden sonra bir örnekte, 1980’li yıllardan verilmektedir. 1986 Yılında SHP Milletvekili Cüneyt Canver ve arkadaşları, 12 Eylül askeri cuntası generallerinden ve  Hava Kuvvetleri eski komutanı Tahsin Şahinkaya hakkında bir soru önergesi verirler, ancak soru önergesi aşağıda açıklanan gerekçelerle reddedilir.
Bakalım reddedilen soru önergesinde kimler ve neler bulunmaktadır?
"Tahsin Şahinkayanın rüşvet aldığı iddiasını, 1986da Meclis gündemine getiren Cüneyt Canver Büyükelçi Yalım Eralp, o yıllarda değerli bilgilerini bizden ve yüce Meclisten saklamış olmasaydı, Şahinkaya hakkında bir komisyon kurdurabilirdik dedi.
Yıl 1986: 12 Eylül askeri cuntasının generallerinden Milli Güvenlik Konseyi (MGK) üyesi, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Tahsin Şahinkaya'nın adı,
-"Askeri uçak alımlarından çıkar sağlamak,
-Hava Kuvvetleri'nce yaptırılan inşaatlarda belirli bir şirketi kollamak,
-Elde ettiği haksız kazançla çok sayıda gayrimenkule sahip olmak"la ilgili iddialar çerçevesinde gündeme geliyordu.
Söz konusu iddialar, 1986 yılında, dönemin Sosyal Demokrat Halkçı Parti (SHP) milletvekili Cüneyt Canver başkanlığında hazırlanan bir soru önergesiyle Meclis'e sunulmuştu.
Ancak, Fikri Sağlar'ın ifadesiyle, Başbakan ve Anavatan Partisi genel başkanı Turgut Özal'ın özel çabaları ve Anavatan Partisi grubunun oylarıyla, önerge Meclis'te red edildi. Dosya kapanmış, iddialar araştırılmamıştı.
Emekli Büyükelçi Yalım Eralp, geçtiğimiz günlerde Hürriyet gazetesine verdiği röportajda,
-"1981'de ABD'liler bana askeri uçak seçiminde rüşvet alındığını anlattılar. Verilen tarif Tahsin Şahinkaya'ya uyuyordu" diyerek Orgeneral Tahsin Şahinkaya ile ilgili iddiaları yeniden gündeme getirmiş oldu.
Cüneyt Canver'e böyle bir çerçevede bir zamanlar kendisinin Meclis gündemine getirdiği Orgeneral Tahsin Şahinkaya ile ilgili önergeyi sorduk.
Canver, iddiaları ve o iddiaların geçmişini bianet'e şöyle değerlendirdi:
* 1986 yılında, o zamanki Milli Güvenlik Konseyi üyesi emekli orgeneral Tahsin Şahinkaya'nın nüfuzunu kullanarak yolsuzluk yaptığına ve zenginleştiğine dair bir takım bilgilere ulaştık. Bu bilgileri derledik ve bir soru önergesi hazırladık. O önergede, şu iddiaların araştırılmasını istedik:
1. Tahsin Şahinkaya, Amerika'dan alınacak askeri uçaklarla ilgili olarak şahsi çıkar sağlıyordu.
2. Tahsin Şahinkaya'nın bir Amerikan firması ile ilişkisi vardı. Aynı Amerikan firması, İŞKUR ve BAGFAŞ firmalarını destekliyordu. Bu firmalarda Şahinkaya'nın eşinin ve oğullarının ortaklığı vardı. Şahinkaya ayrıca, iki önemli şirketin daha hissedarları arasına girmişti.
3. Hava Kuvvetleri Komutanlığı'nın Şahinkaya dönemindeki bütün ihalelerdeki şartnamelerde, Şahinkaya'nın ortağı olduğu Çanakkale Seramik firması kollanıyordu.
4. Şahinkaya'nın görevde olduğu 1979-1981 yılları arasında Hava Kuvvetleri Komutanlığı 54 milyar liralık ihale verdi. Bu, o yılların koşulları dikkate alındığında çok büyük bir rakam.
5. Şahinkaya, bu yollardan elde ettiği kazançla çok sayıda gayrimenkule sahip olmuştu. Hatta, o dönemde Merve adında bir yat inşa ettiriyordu.
* Soru önergesi hazırlanırken, Meclis Başkanlık Divanı'na Anayasa'daki geçici 15. maddenin soruşturmayı engelleyip engellemeyeceğini sorduk. Başkanlık Divanı, bu maddenin yolsuzluk yapanları korumayacağını söyledi. Biz de soru önergesini gönül rahatlığıyla verdik.
* Araştırma önergesi Meclis'te hararetli tartışmalar yaşanmasına neden oldu. Anavatan Partisi Grup Başkan vekili Pertev Ahçıoğlu, bu önergenin Şahinkaya'yı değil, bizzat 12 Eylül'ü ve 12 Eylül'ü yapanları hedef aldığını söyledi.
* Tahsin Şahinkaya dosyası, ANAP'lı yılların kapatılan ilk dosyasıydı. Emekli Büyekelçi Yalım Eralp, bu çok değerli bilgileri o yıllarda bizden ve yüce Meclis'ten saklamış olmasaydı, Şahinkaya hakkında bir komisyon kurdurabilirdik.
* O gün cesur davranılsaydı, ondan sonraki soygunların büyük bir bölümünün önüne geçilebilirdik. Cümle aleme, şunu gösterecektik.
-Yolsuzluk yapan darbeci bile olsa, general bile olsa bir gün soruşturmaya uğrar.
Bunu yapabilseydik, ülkenin bu derece soyulmasını bir nebze olsun engelleyebilirdik.
O gün Şahinkaya dosyasını kapatanlar, bugün ülkeyi soymayı sürdürüyorlar.
Araştırma önergesini Meclis'e sunduktan sonra, Milli Güvenlik Kurulu'nun sizi özel bir görüşmeye çağırdığı söyleniyor. Bu iddiaların aslı nedir? sorusuna ise Cüneyt Canver'in yanıtı şöyle oldu:
* Soru önergesini Meclis'e sunmamızdan bir ay kadar önce de, eski siyasilere af getirilmesini teklif etmiştim. Bunun üzerine, Tahsin Şahinkaya, Nurettin Ersin ve Nejat Sümer beni Meclis'teki odalarına davet ettiler. Nurettin Ersin bana üstü kapalı olarak; "Biz bu adamları siyasetten atmak için darbe yaptık. Siz bunların affını istiyorsunuz. Ayıp olmuyor mu?" dedi. Sözlerinde üstü kapalı bir tehditseziliyordu. Ben de kendimi savundum.
* Bunun üzerine Tahsin Şahinkaya benim sırtımı sıvazladı ve beni öven bir iki söz söyledi.
* O görüşmeden bir ay sonra, ben Meclis'e önerge verdim. Ondan sonra hakkımda kendisinin ne düşündüğünü bilmiyorum.
* Şahinkaya sadece, iddiaların 12 Eylül hareketini yıpratmak isteyenler tarafından ortaya atıldığını söyledi. "Önergenin sonu neye varır bilemem" gibi bir açıklama yaptı. Bir de malvarlığını açıkladı.
* Malvarlığını açıklamadan önce, birçok gayri menkulünü satmış. Hakkımda herhangi bir dava da açmadı, iddiaları da yalanlamadı. (1)
...
Konu paradan açılınca, paşayla ilgili iddialar bitmiyor.
Time dergisi, dünyanın en zengin 50 paşasını sıralamış o sıralar. Listede Merzifon’da yoksul bir ailenin çocuğu olarak doğan Tahsin Şahinkaya’nın serveti milyar dolarları bulmuş. Dergi Türkiye’ye hiç sokulmamış.
Ve 30 yıl susan emekli Paşa Habertürk'e yaptığı açıklamada iddialara cevap vermektedir;
-“Şerefsizlerin işi” diyor: “Çocuklarım bocalayıp duruyorlar. Banka hesabımda bloke var.
Lojmandan çıkartılırsam oturacak evim yok. Mütevazı bir insan olarak hisse alımı suç mudur?
Az miktarda gübre fabrikasından aldım ve sattım. Seramik fabrikası için aldığım hisseler ise fabrika kapanınca yandı.”(2)
***
Peki, 28 Şubat’ta 380 milyar nasıl buharlaştırıldı?
Kaynak; Taraf gazetesi,  Pazartesi konuşmaları 16.04.2012, Neşe Düzel’in Cengiz Çandar ile yaptığı röportaj, “28 Şubat darbesinde İsrail var.”
-“28 Şubat’ta Cumhuriyet tarihinin en büyük soygunu oldu. Bu soygunun bedelini vatandaş 2001’de feci bir ekonomik krizle yoksullaşarak ve işsiz kalarak ödedi. Sadece bankaların içinin boşaltılması, vatandaşa 380 milyar liraya mal oldu. 
Vatandaş bu faturayı fakirleşerek ödedi.
-Öyle... 28 Şubat sürecinde yaşananlar o kadar aleniydi ki! Ama medya kontrol altında tutulduğu ve manipüle edildiği için bunlar yazılmadı. 28 Şubat darbesi göstere göstere yapıldı! Herkes belli roller üstlendi. Demirel, hükümet kurma görevini Mesut Yılmaz’a verdi. Aradan 10-15 gün geçti, parlamento aritmetiği birden değişti ve DYP’den istifalar başladı. Yılmaz’ın partisi ANAP aniden Meclis’te en büyük parti oldu. Hüsamettin Cindoruk ve Ecevit’le koalisyon yapıldı.
-Bu milletvekilleri hangi tehditlerle DYP’den ayrıldılar? DYP’nin içi nasıl boşaltıldı? ANAP’ın içi nasıl dolduruldu? Bütün bunlar sizce 28 Şubat soruşturmasıyla ortaya çıkacak mı?
-28 Şubat soruşturmasının çok ciddi yapılması gerekiyor. Çünkü hâlâ çok itibarlı bir sürü ismin dâhil olmasını gerektiren bir içeriğe ve doğaya sahip bu darbe. 28 Şubat’ın yıldızı Çevik Bir’di ama beyni, düşünen adamı dönemin Deniz Kuvvetleri Komutanı Güven Erkaya’ydı. O dönemde Hürriyet’e, “Sıra sivil kuvvetlerde!” demişti.
Konu aşağıda belirtilen  kişisel web  sitemizde daha detaylı olarak  verilmektedir.
www.canmehmet.com
Devam edecek...
-Yediğimiz hurmalar günü gelir tırmalar!
resim; turbohaber.com'dan alıntıdır.
(1) Bağımsız iletişim ağı (http://bianet.org/bianet/bianet/6119-canver-sahinkaya-dosyasini-anlatiyor)

Askeri Darbeler tarihi; Emma Bonino, “Türkiye’ye ihanet ettik!” (4)


Askeri Darbeler tarihi; Emma Bonino, “Türkiye’ye ihanet ettik!” (4)

Emma Bonino, “Türkiye’ye ihanet ettik!” Can ve Huy meselesi!



Tarihimizde, 1453, 1622 ve 1908'de üç önemli kırılma noktası vardır. İlk ikisi iktidar oyunudur. Ancak, üçüncüsü bunlardan farklıdır. İktidar oyunu yerini artık hammadde ve petrol savaşlarına, dış destekli darbelere bırakmıştır. Darbeler artık bir iktidar değil, paylaşım aracıdır.
İktidar oyununa verilen ilk kurban, aralarında yabancıların da bulunduğu bir grup hoca tarafından çok iyi yetiştirilen II. Osman’dır. Arapça, Farsça, Rumca, Latince ve İtalyanca öğrenen genç hükümdar öğrendikleri ile gücünü koruyan ama zaafları su yüzüne çıkmaya başlayan Osmanlı devletinde büyük bir restorasyonu (yenileme) gerçekleştirebileceğini düşünür, ancak tecrübesizliği nedeniyle başarılı olamaz.
Genç hükümdarın yapacağı yenilikler arasında Haremin dağıtılması ve  hükümdarların nikâhla evlenmeleri de vardır. Başkent, İstanbul'un kozmopolit yapısından uzak Anadolu'ya taşınmalı, Yeniçeri ocağı dağıtılmalı; Anadolu askerlerinden oluşacak yeni bir ordu kurulmalı, göz alıcı kıyafetler terk edilerek sade elbiseler giyilmelidir.
Bu düşünceleri yönünde ilk adımı kendisi atar ve Şeyhülislam Esad Efendi'nin kızıyla evlenerek keten elbiseler giymeye başlar.
Sırada devlet erkânı içindeki üst düzey yetkililerin, müderris ve kadıların atama yetkisini Şeyhülislamdan almak vardır.  Ayrıca saray, harem ve ilmiye teşkilatları yeniden kurulacak, yeni kanunlar çıkarılacaktır.
...
Bu çalışmalar devam ederken Sultan Genç Osman, 1621 yılının Nisan ayında Lehistan Seferine çıkar ancak başarılı olunmaz. Araştırmasına göre başarısızlığının sebebi olarak askerin gayretsizliğidir. Şimdi askeri alanda bazı yenilikler yapma fikri daha da önem kazanmıştır. Yeniliğe Kapıkulu Ocaklarından başlanır.
Bu arada yaptırdığı bir sayımda, asker sayısının maaş defterindeki kişi sayısından az olduğu anlaşılır ve fazladan verilen para kesilir. Ancak hükümdar kesilen para nedeniyle, paraları önceden ceplerine atan zabitlerin düşmanlığını kazanmıştır.
...
Tarih, 338 yıl sonra benzer gerekçelerle bir kez daha tekerrür edecektir.
-Genç Osman 1622 yılında, ülema ve askeri karşısına almış olmanın bedelini Yeniçeriler tarafından boğularak;
-Adnan Menderes 1960 yılında ve  aynı gerekçelerle askerler tarafından Yassıada da asılarak ödeyecektir.
***
Şimdi bir başka zamanda yolculuğa daha çıkıyor ve 1453’lü yıllara gidiyoruz...
“Fatih Sultan Mehmet dönemine kadar devletin siyasal örgütlenmesinde iktidar gücü,  padişah, asker ve bürokrasi arasında paylaşılmaktadır.”
Ancak Fatih’in İstanbul’u fethetmesi ile birlikte bu anlayış değişecektir.
“2. Mehmet'in, İstanbul'un fethiyle sağladığı otorite sayesinde Osmanlı hanedanıyla Çandaroğulları arasındaki ahidleşmeyi bozup tüm iktidar gücünü kendisinde topladığını biliyoruz. “
Keza, imparatorluk sürecini başlatan Fatih'in, ortak tanımayan ve tasavvur düzeyinde bile seçenek bırakmayan bir saltanat anlayışını hâkim kılmak için şehzadelerin katlini kanun haline getirdiğini de...
Sonrasında yani Fatih'in ardından yeniden eski düzene dönülse de,
“Tek farkla; (önceden Osmanlılarla iktidarı paylaşan) Çandaroğulları’na mensup vezirin yerini içinde her zaman Yeniçeri Ağası'nın da bulunduğu bir grup aldı. “
Bu süreçten sonra 'Saray partisi'yle bazen ittifak yapan bazen mücadele eden bu güçler koalisyonuna kâh sadrazam, şeyhülislam, valide sultan kâh diğerler 'devletlü'ler girip çıktılar...“(1)
Osmanlının görünmeyen ortağı Çandaroğulları kimdir?
“Çandarlılar (Çandarlı ailesi), yetiştirdikleri dört büyük sadrazam ile Osmanlı Devleti'nin Kuruluş Döneminde gerek askeri ve gerek idari ve siyasi alanda teşkilatlandırılmasında birinci derecede rol oynayarak büyük emekleri geçmiş, İstanbul'un fethi öncesindeki yaklaşık yüz yılın isimleriyle birlikte anılmasına yol açmış bir ailedir...
Bu aileden ilk tanınan şahsiyet, ilmiye sınıfından yetişmiş olan kadılığı ve kazaskerliği zamanında Çandarlı Kara Halil Efendi, vezirliği döneminde de Çandarlı Kara Halil Hayrettin Paşa ismiyle anılan devlet adamıdır...
I. Murad'ın (1362)'de padişah olması üzerine Kara Halil Efendi, Osmanlılarda ilk defa oluşturulan kazaskerlik makamına getirilmiş ve bu ilmiye mesleği en yüksek kadılık sayılmıştır. Çandarlı Kara Halil Hayrettin Paşa'nıntavsiyesiyle savaşta esir düşen genç Hristiyanların Türk köylüsünün yanına verilmek suretiyle İslam terbiyesi üzere yetiştirilip, Türkçeyi de öğrendikten sonra acemi ocağına verilmesi ve oradan da yeniçeri olmaları usulü kabul edilmiş ve bu suretle ilk düzenli Osmanlı yaya ocağı kurularak bu ocağa Yeniçeri Ocağı denilmiştir.
...
“Fatih Sultan Mehmet, İstanbul'un fethinden hemen sonra Bizans'tan (muhasaranın kaldırılması karşılığı)  rüşvet aldığı söylentileri üzerine Çandarlı Halil Paşa'yı İstanbul veya Edirne'de idam ettirmiştir... 
Sadrazam Çandarlı Halil Paşa, Osmanlı'dan bu yana bakıldığında Türk tarihinde Menderes'ten evvel asılan ilk başbakandır. (2)
Başka bir anlatıya göre bu olay nasıl olmuştur?
“İstanbul muhasarası esnasında Macarların muhasaranın kaldırılması hususunda tehdidi vukua geldi; papanın otuz donanma göndermekte olduğu haber alınmıştı; işte bu sırada son bir gayretle İstanbul alındı; Fatih Sultan Mehmed bu zafer şenlikleri esnasında kendisini iki defa –dış tehditler nedeniyle- saltanattan indirmiş olan Halil Paşa'yı Bizans'tan rüşvet aldı propagandasıyla İstanbul veya Edirne'de idam ettirerek intikam aldı ve kaydadeğer malvarlığına elkoydu (1453) ”
...
Bu konuda tarihçilerin ortak bir mutabakatı olmasa da ağırlıklı görüş; Çandarlı Halil Paşa’nın idamının arkasında, aile olarak uzun bir süredir devlette güç ve karar-servet sahibi oldukları,  Sultan (Fatih) Mehmet’in iki kez tahtan alınmasında etkisi olmasının da gölgesi ile Osmanlı’nın saltanatı paylaşmamak adına idam edildiğidir.
Özetle;
-1453’deki iktidar oyununda Osmanlı, bürokrasiyi çizgi dışına çıkarmış,
-1622’deki iktidar oyununda bu kez asker ve ulema, Osmanlı’yı kendileri ile eşdeğerde bir çizgiye getirmiştir.
***
Ve....
İtalyan Senato Başkanvekili Emma Bonino, “Türkiye’ye ihanet ettik!”
Bayan Bonino, “AB – Türkiye ilişkilerinde yaşanan tıkanma kaderin sonucu değil. Avrupa olarak iç gündeme bağlı kısa vadeli vizyon ve yanlış hesaplar sonucunda Türkiye’ye karşı yükümlülüklerimize ihanet ettik” dedi..
Bayan Bonino, ‘dost acı söyler’ diyerek Türkiye’ye de mesajlar gönderdi.
 “Türkiye konusunda trajik bir hata yaptık. Avrupa olarak iç gündeme bağlı kısa vadeli vizyon ve yanlış hesaplar sonucunda Türkiye’ye karşı yükümlülüklerimize ihanet ettik.
Müzakereler çıkmaza girince de elbette Türkiye oturup beklemek yerine kendi bölgesinde özerk bir takım dış politika arayışlarına girdi.
Arap Baharı patladığında Avrupa ne hazırdı ne de bu konuda heyecanlandı. Hatta Avrupa’nın egemen güçleri buna olabildiğince direnmeye çalıştı. Mesela bizim Dışişleri Bakanı Frattini son dakikaya kadar Kaddafi’yi savundu.
Ama sonra da bir anda bugün Mali’de olumsuz sonuçlarını yaşadığımız Libya’ya yönelik askeri operasyonun taraftarı oluverdi. Bütün bunlar olurken Türkiye, Avrupa’dan farklı bir çizgi izliyordu. Komşularla sıfır sorunpolitikası Avrupa’da bir tedirginliğe neden olmuştu bile.
Avrupa’nın kendi ülkelerindeki diktatörlerle uzun zamandır süren ve feda etmek istemediği ilişkilerinden bıkan Arap halkları bir model ya da en azından bir örnek olarak Türkiye’ye döndüler.
El Cezire gibi kanallar sayesinde şu soru akıllarına düştü; Türkiye de Müslüman ama nasıl oluyor da liderlerini sandıkta seçiyorlar? Sorgulamaya başladılar.
Düşünsenize 11 Eylül’den sonra Osama Bin Ladin posterlerinin taşındığı Arap sokaklarında on yıl sonra Erdoğan posterleri taşınmaya başladı...
Avrupalı liderler müzakereleri engellemeye devam ettikçe Türkiye içinde demokrasinin gelişmesine köstek oluyorlar.Tango yapmak için iki kişi gerekir. Ama ne yazık ki biz Türkiye ile tangoya başladıktan kısa süre sonra bazı Avrupalı liderler rock’n roll yapmaya karar verdi. Rock’n roll tek başına yapılır.
Oysa biz tango için yola çıkmıştık. Avrupa tarafı dansın türünü değiştirmeye çalışıyor...
Türk siyasetçi kendine güveni abartmasın...
Bir ülkede demokrasiyi güçlendirecek olan güçlü bir muhalefettir. Ancak bu sayede kontrol ve denge mekanizmaları işler...."(3)
...
Deneyimli siyasetçinin konuşmasının satır aralarında;
-"Arap Baharı patladığında Avrupa ne hazırdı ne de bu konuda heyecanlandı." Arap Baharı'nın ABD’nin işi olduğu anlaşılmaktadır.
-"Türkiye’nin Komşularla sıfır sorun politikası" Avrupa’da -nedense!- bir tedirginliğe neden olmuş!
-"Avrupa’nın diktatörlerle uzun zamandır süren ve feda etmek istemediği ilişkilerinden bıkan Arap halkları..."  
Bu ifadeden de anlayacağımız,  bizdeki diktatörlerin de –örtülü olarak- Avrupa-ABD’nin işi olduğu itiraf edilmektedir.
-“Bir ülkede demokrasiyi güçlendirecek olan güçlü bir muhalefettir. Ancak bu sayede kontrol ve denge mekanizmaları işler...”
Bu ifadeden de anlaşılması gereken, bir ülkede muhalefet yoksa ortada bir darbe-diktatörlük vardır.
Biliniz bakalım bu darbeler bizde hangi dönemlere karşılık gelmektedir?
Devam edecek...
-1908 ve sonrasındaki darbelerde artık saltanat paylaşılmayacak, iç dinamiklerin yanında artık dış dinamikler de Osmanlının sonunu getirilmesi için devreye girecektir...
-1908 darbesinin Selanik Musevileri ve İngilizlerle olan ilgisi...
Resim; liberal-international.org'dan alıntıdır.
(1) Avni Özgürel, Radikal, 23 Aralık 2002
(2) Aksiyon dergisi, 2 Aralık 2000
(3) Cansu ÇAMLIBEL, Hürriyet, 23 Nisan 2012



Askeri Darbeler tarihini her şeyi ile öğrenmeye hazır mısınız? Sanmıyoruz ya! (5)Askeri Darbeler tarihini her şeyi ile öğrenmeye hazır mısınız? Sanmıyoruz ya! (son)

"Değirmen iki taştan, muhabbet iki baştan". Aldatmak-Aldatılmak da öyledir. İki kişi ister.



Dün ve bugün yapılan darbeler, iktidarı ve imkânlarını paylaşmak içindir. Darbeler, din veya laiklikle sadece halkın desteği sağlanmak için irtibatlandırılır.  İşte askerin siyasete bulaşmasının tüm hikâyesi.
Anlatılanlar özetle;
-1453 Yılında İstanbul’un fethi ile İmparatorluk koltuğuna oturan Fatih Sultan Mehmed, O güne kadarpadişah, asker ve bürokrasiarasında paylaşılan iktidarı artık paylaşmak istemez ve uzun yıllar Osmanlıların en büyük yardımcısı olan çandaroğullarından, Vezirazam Çandarlı Halil Paşa’yı (iddiaya göre) bir bahane ile idam ettirir.
-1600’lü yıllara gelindiğinde,  imparatorluk eski gücünü korusada zaafları ortaya çıkmaya başlamıştır. Bunu gören Sultan II. Osman (Genç Osman) 1618 yılında imparatorlukta bir yenileme hareketi başlatır. Ancak çıkarlarının bozulması nedeniyle yeniliğe direnen yeniçeriler ile imparatorluk memurlarının atama yetkileri elinden alınan ulema ile karşı karşıya gelir. Bunların sonucunda yeniçeriler tarafından boğularak katledilir. Bu dönemden sonra yeniçeri ağaları ve bürokrasi iktidarın başortağı olacaktır.
-1900’lü yıllara gelindiğinde iktidar sadece  (İttihatçılar) asker ve bürokrasi arasında paylaşılmaktadır. İktidar oyununda artık padişah belirleyici değil bir semboldür.
Askerin siyasete bulaşması
Günümüze kadar anlayışını ve iktidarını sürdürmüş olan ittihatçılık; kâh ( İngilizlerin siyaseten-Musevilerce para ile) dışarıdan desteklenerek, kâh (Amerika gibi kurgulanan oyunlarla uzaktan seyredilerek!) Günümüze kadar gelecek, getirilecektir
İttihatçılık nedir?
“Bu ülkeyi ancak biz kurtarabiliriz, koruyabiliriz ve yönetebiliriz. Bizim dışımızdamızda hiç kimse bunu beceremez. Bize karşı çıkan herkes vatan hainidir.”Düşüncesidir.
Ve Cuntacılık,
Askeri cuntalar nasıl oluşmaktadır? “ne olacak bu memleketin hali endişesiyle değil de, “ne olacak bizim halimiz” endişesidir. Cuntacılık, bir iktidar meselesidir. Bu iktidar meselesinde ilk yapilan şey de orduda iktidarı ele geçirmektir. Siyasi iktidarı elde etmenin anahtarı, önce orduda iktidarı elde tutmaktır.  (Bu nedenle her darbe sonunda orduda subay kıyımı yapılır)
"Darbeciler, darbeyi önce ordunun içinde mi yapıyorlar?
Evet. Bu da şu demektir. “Ordu siyasetin içinde olduğu sürece, Ordu, orduya karşı olacak” demektir. Aynen 31 Mart olayında olduğu gibi. O da ordu içi bir iktidar mücadelesiydi ve ordu orduya karşıydı. Aslında biz yakın tarihimizi bu geregi dikkate alarak okumalıyız.
Bizde ordu ideolojik bir meşrutiyet kazanmak için kendini topluma homojen bir yapı olarak sunuyor ama durum böyle değil. Bizde ordu hep paramparça!
“...Eger bir cuntaya intisap ederseniz ve o cunta kazanırsa, siz de rütbe alıyorsunuz, sistem böyle işliyor.”
“İrtica” Söyleminin darbelerle ilgisi
“Bu ülkede irtica korkusu özellikle 31 Mart ve Kubilay olaylarına dayanır. 31 Mart olayı, irticacıların ayaklanmasi ve bu ayaklanmayi ordunun bastırması olarak öğretilir. Ahmet Altan, İsyan Günlerinde Aşk romanında 31 Mart in ordu içi bir çatışma olduğunu anlatmış ve aydın kesimin hışmına uğramıştı. 31 Mart olayında gerçek nedir?
31 Mart olayı, bir ordu içi iktidar kavgasıdır. 1908’de ordunun ittihatçı kanadı iktidarı ele geçiriyor. Ordu içinde ittihatçı olmayan grup buna tepki gösteriyor. Bunun üzerine toplanan Hareket Ordusu gelip kendi ordusunu vurmak zorunda kalıyor.
Kısacası 31 Mart olayı, 1908’de iktidara gelen İttihatçı cuntaya karşı ordunun kendi içinden bir reaksiyondur.
Niye topluma bu gerçek anlatılmıyor da, hala yalan söyleniyor peki?
Çünkü 31 Mart’ın bir ordu içi kavga olarak tanımlanması herkesin tüylerini ürpertiyor. Düşünsenize… Kendisini ozgürlükçü ve meşrutiyetçi olarak tammlayan İttihatçılar, 31 Mart’ı “Şeriatçların’ kendilerine karşı bir hareketi olarak nitelemişler.
Eğer şimdi 31 Mart’ın, gerçekte “ordu içinde yaşanan bir iktidar çatışması” oldugu kabul edilirse, o zaman kıymetli ordumuzun bir kısmı da şeriatçı” hale gelmiş olur, ki bu durum, ideolojiye hiç de uygun değildir. Aslında 31 Mart yakın tarihimiz açısından çok önemlidir.
Bu tarihi çarpıtmanın dışında 31 Mart başka hangi açıdan önemlidir?
Birincisi bu ülkede, “mürteci” ve “irtica” laflarını siyasi anlamda kullanılması 31 Mart’la başladı. Daha önce böyle laflar hiç yoktu. İkincisi, ordu, siyasetle ilgilenmeye başladığından itibaren paramparça oldu.
Askerin siyasette en fazla ağırlığını hissettirdiği dönem hangisi?
İttihatçıların zamanında ordunun siyasi gücü çok yüksekti. Bunun dışında hiçbir siyasi güç yoktu. 1908’de iktidara gelen İttihatçılık, Jön Türk ideolojisine ancak 1912’ye kadar dayanabildi.1912’de Balkan Harbi’nden itibaren Ikinci Meşrutiyet’i bitirdi ve askeri diktatörlügü fiilen kurdu.
Osmanlı İmparatorluğu, Birinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar bir İttihatçı cuntanın ordu üzerindeki hâkimiyetine dayanarak kurduğu fiili bir askeri diktatorlük olarak yönetildi.
Milli Mücadele’yi yapacak olan İttihatçı grupta kimler vardı?
Bunlara, “Ittihatçiların yedek kadrosu” diyelim…
İttihatçıların A Grubu; Enver, Talat, Cemal paşalar yurtdışına çıkmışlardı. Onların İstanbul’da kalan Kara Kemal, Kara Vasıf gibi uzantıları, bunlardan aldıkları talimatla işgale karşı silahlı direnişi diizenleyeceklerdi. Bu ekip, Anadolu hareketinin gerçek liderleri olarak kendilerini gorüyorlardi ama… Milli Miicadele’yi Anadolu’da fiilen örgütleyecek olanlar Kazım Karabekir, Refet Bele, Rauf Orbay, Mustafa Kemal ve inönü gibi isimlerden oluşan İttihatçıların B takımıydı. Bunlar, A takımıyla göbek bağını kesmeye çalişıyordu.
Bizde ordu ne zaman siyasileşti sizce?
Bugünkü ordu-siyaset ilişkisi, Osmanlı modernleşmesiyle başladı. Yeniçeriler, merkezle bağlarını koparmışlardı. Ordunun merkeze bağımlılığı ve bağlılığı “modernleşme” sonucunda sağlandı. Böylece yeni, Batılı bir ordu kuruldu. Ve bu yeni ordu, merkezin ordusu oldu. Yani bu ordu sultana bağlı kaldı, siyasi iktidarın emrinde çalıştı, isyan etmedi, disiplinli bir ordu oldu.
Ordunun siyasi iktidara isyan etmemesi ne kadar sürdü?
Uzun sürmedi. çünkü Genç Osmanlılar, saltanata karşı parlamenter sistem kurmak için harekete geçtiklerinde önlerinde iki yol vardı. Ya iktidar değişikliği için Sultan Abdülaziz’i ikna edeceklerdi –ki bunu denediler ve başarılı olamadılar.
Padişahı, neye ikna edeceklerdi?
Parlamenter sistemin devletin lehine olacağı konusunda onu ikna edeceklerdi ama olmadı. Ya da halkı parlamenter sisteme ikna edeceklerdi. Halkla birlikte saraya yürüyüp padişahı devireceklerdi. Bu da pratik olarak mümkün değildi.
Niye mümkün değildi?
Sadece Osmanlı değil, bu coğrafyanın bütün toplumları böyledir. Bu coğrafyada siyasi iktidarlar, toplum ayaklandırılarak değil, silahlı gücün desteği alınarak saray içi darbelerle değiştiriliyor. Ziya Paşa ve arkadaşları da bu en pratik olan yola başvurdular. Asker-siyaset ilişkisinin macerası memlekette işte böyle başladı!
Tam olarak nasıl başladı?
Genç Osmanlı hareketi, kurulan yeni modern ordunun bir kısmını ikna edip, siyasi iktidarı, onun yardımıyla değiştirme yolunu seçti.
Ama dikkatinizi çekerim, burada ama silahlı gücü iktidara getirmek değildi. Amaç parlamenter sistemi kurmaktı.
Silahlı güçle birlikte darbe yapıp sonra onu siyasi iktidardan uzakta tutmak, siyasete karıştırmamak mümkün mü?
Siyasi iktidarı, silahlı güçle birlikte devirdiğiniz andan itibaren silahlı güç, siyasi iktidar oluyor tabii… Sultan Aziz işte bu yolla, işte böyle devrildi. Parlamenter sisteme değildi, anayasa yapıldı, parlamento toplandı. Ardından Sultan Abdülhamid geldi. O, parlamenter sistemi bir tarafa bıraktı, eski yönetime geri döndü. Ve bunun üzerine bu kez meşhur Jön Türkler piyasaya çıktı.
Jön Türkler sivil mi?
Tamamı sivil. Bunların bir kısmı memlekette kaldı, bir kısmı Avrupa’ya gitti. Orada muhalefet ettiler, gazeteler çıkardılar. Bu yayınları gizlice ülkeye sokup aydınları ve ahaliyi parlamentonun tekrar açılması için ikna etmeye çalıştılar, sürekli propaganda yaptılar.
Halkı etkileyebildiler mi?
Hayır. Rusların yaptığı gibi halkı ayaklandırıp, sokaklara dökmek ve bir vur-kaç yapmak Jön Türk politikasına uygun değildi. Çünkü onlar halkı biraz ayak takımı olarak görüyorlardı.  Halkı tehlikeli ve riskli buluyorlardı. Ama bu arada da fikirlerini uygulamak için iktidara gelmek istiyorlardı ama gelemiyorlardı. Zaten sonunda bir ikileme düştüler.
Bir grup, “madem gücümüz iktidarı devirmeye yetmiyor, İngilizlerden, Fransızlardan yârdım alalım” dedi. Yabancı devletlerle işbirliği yaparak siyasi iktidarı değiştirmek birçoğunun kanına dokundu. İkinci grubun ise aklına gene ordu geldi. İktidarı silahlı gücün yardımıyla devirme işi daha önce denenmişti ve başarılı da olmuştu.
Bu ülkede aydınların halktan korkusu hiç bitmedi.
JönTürkler halktan niye korkuyorlardı?
Çünkü siyasi iktidar değişikliğini demokrasi için değil, devleti kurtarmak için istiyorlar. Temsili sistemi, özgürlüğü, basın hürriyetini devletin kurtarılmasında yardımcı araçlar olarak gördükleri için tercih ediyorlar. Üstelik bu özgürlüklere karşı çıkanlar da onlar gibi eski paradigma (hakim, yaygın görüş) içinde duruyorlar. Onlar da devletin kurtarılmasi için bu degişikliklerin olmamasi gerektiğini soylüyorlar. Anlayacagımız, iki taraf da insanların ozgürlügünü, demokrasiyi degil, devletin kurtarılmasının yolunu arıyor.
Nitekim Jön Türk ideolojisi, geçen yüzyılın başında o güne dek pek düşünülmemiş, ilgilenilmemiş bir kesime yayılmaya başlıyor. Jön Türk ideolojisi, subaylar arasında, ordu içinde yayılmaya başlıyor.
Sonuç ne oluyor?
Ordu, birdenbire “kendine” geliyor. Bu ülkede askerin böylesine siyasileşmesine neden olan Jön Türklerdir. Sivil ve aydın kesimin yarattığı Jön Türk ideolojisiyle ordu ideolojisi üst üste gelince, birleşince, şöyle bir şey oluyor. Subaylar jön Türk ideolijisini benimser benimsemez, sivil aydınların rolü marjinalleşiyor.
Devleti kurtarmanın ve yönetmenin esas sahibi, önderi, oncüsü ve gövdesi karargâhlar oluyor. Askerler, devleti, iilkeyi, milleti kurtarabilecek tek gücün kendileri olduğunu, sivillerin bu işi yapamayacağını söylüyorlar. Zaten bugünkü anlamıyla İttihatçılık da budur!
Diğer ülkelerde ordu nasıl disiplin altında tutulabildi?
Orduların siyasetin dışına çıkarılmaları gerekiyor. Bunun da dünyada iki yolu var. Birinci yol şu. Orduyu büyük bir skandalla tecrit ediyorlar. Ordu öyle bir yenilgi yaşıyor ki, artık bir daha çıkıp söz söyleyecek hali kalmıyor. Japon, Alman, İtalyan ordular ikinci Dünya Savaşı’yla bunu yaşadı.
Bu ülkeler ordu sorununu böyle hallettiler. Bu ordular, yaşadıkları büyük yenilgi sonucunda toplum içine çıkamaz hale geldikleri için siyasete eskisi gibi devam edemediler. Orduyu siyasetin dışında tutmanın ikinci yolu ise, Latin Amerika ülkelerinde yaşandı.
Ordu iktidarda o kadar uzun kaldı ki, bu halkta büyük bir birikim yarattı. İnsanlar yaşanan bütün olumsuzlukları orduya fatura ettiler ve bir daha ordu istemiyoruz’ dediler. Türkiye’de ise hiçbir zaman orduya fatura çıkmıyor.
Türkiye’de niye fatura hep siyasilere çıkıyor?
Çünkü ordu yönetime geldiği her dönemde kısa kalıp gidiyor. Arka planda kalarak devleti yönetiyor ve fatura her defasında siyasetçiye çıkıyor. Ama şimdi Türkiye’de ilk kez askerin arkadan suflörlük ederek yönetemediği bir ekip var iktidarda.
Mekanizma eskisi gibi çalışmıyor. Ordu siyasete eskisi kadar hakim değil, Siyasette güçlü olamıyor. Tam tersine itilip kakıldığını hissediyor ve bundan dolayı çok rahatsız.
Bu durumda sizce ordu ne yapacak?
Ordunun darbe yapmaktan başka bir çaresi yok. (çünkü ordu darbe yapmadığı sürece bu ülkede iktidarını eskisi gibi sürdüremeyecek. Eğer dünyada ve Türkiye’de bugünkü genel toplu durum alabora olmazsa, bizde de ordu diğer ülkelerde olduğu gibi mecburen siyasetin dışına kayacak. Bugün yaşanan kavga bu!
Bir grup, “Böyle giderse bizi siyasetin dışına atarlar. Atılmak istemiyorsak darbe yapalım” diyorlar.
Bu öngörü doğru ama… Ordunun siyasetteki gücünü devam ettirmesinin, darbeden başka yolu yok. Ordu ancak o zaman siyasetten tamamen çıkmayabilir ama… Dünyadaki ve Türkiye’deki toplu durum böyle giderse ordunun siyasetteki gücü önünde sonunda çok azalacak. Siyasette sözü geçmez olacak. (çünkü ordunun bugüne kadar siyasette sözünün geçmesinin bir nedeni vardı.
O neden nedir?
Çünkü herkes ordudan ürküyordu. (çünkü ordu her an iktidara gelebilirdi. Dolayısıyla insanlar, ordunun her an iktidara gelme ihtimalini dikkate alıp ordudan çekiniyorlardı. Şimdi önemli birde değişim oldu. Ordu artık iktidara gelmiyor. İnsanlarda, “ordu artık bir daha eskisi gibi bu ülkeyi yönetemeyecek” kanaati oldukça ve bu kanaat yayıldıkça.
Bu nasıl bir sonuç verecek?
Bu kanaat oldukça, ordunun siyaseti arkadan yönlendirme. Yönetme mekanizması çok zayıflayacak. “Genelkurmay bu konuda bir şey dese ne olur, demese ne olur? Muhtıra verse ne olur, vermese ne olur” noktasına gelinecek.
Ordunun bugün asıl çekindiği nokta işte bul Ortaya çıkan son belgede, “askerle çalışacak adam bulamıyoruz” diye şikâyet ediyorlar. Bulamıyorlar çünkü orduya yatırım yapmanın çok anlamı kalmadı artık bu ülkede.
Çünkü siyasette, iktidara gelme ihtimali ve imkânı olana yatırım yapar ki? Onun için ordu bugün çok sıkıntıda… Çok sıkıntıda…
Neden başka ülkelerin ordularında görülmeyen bir disiplinsizlik bizim orduda yerleşik bir hale geldi?
Karşılaştırmalı tarih araştırması pek yapılmadığı için biz zannediyoruz ki, bizim başımıza gelenler sanki bu dünyada sadece bizim başımıza geliyor. Başkaları cennette yaşıyor. Öyle değil. İtalya’da ordunun gladiodaki marifetlerini öğreneli çok olmadı. Kennedy suikastında Amerikan ordusunun aldığı rolü tanrı bilir.
Ama bizde cuntalar, darbe girişimleri, planları, provokasyonları hala devam ediyor. Bizim orduya Benzeyen başka bir ordu var mı tarihte?
Muhtemelen 1967 yılında Yunanlı subaylara sorsaydınız, onlar da size aynı şeyi söyleyeceklerdi. “işte politikacıları görüyorsunuz. Memleketi getirdikleri hali görüyorsunuz. Bizden başka bu işi yapabilecek yok, ülkeyi yönetebilecek yok” diyorlardı. Çünkü Cuntaların esas ideolojisi bunun üzerine kuruluyor.
Biz tarihimizle ilgili çok yalan söylüyor muyuz? Tarihimizle ilgili fazlasıyla palavra sıkıyoruz.Söylediğimiz en temel yalanlar, palavralar hangileri?
Mesela Atatürk’ün ordunun politikadan ayrılması gerektiği yönündeki söylemi. Atatürk’ün hiç böyle bir fikri yok. Atatürk, ”ordu siyasetten çıksın” diye bir laf hiç etmedi. Aksine eğer ordu Atatürk’ün yolunda gidecekse, politikadan ayrılmaması gerekir. Çünkü Atatürk de öyle düşünüyordu. Orduyu siyasetin dışına çıkarmak isteyenler, bu görüşlerini Atatürk’le meşrulaştırmasınlar.
Neden tarih konusunda biz bu kadar çok yalan söylüyoruz? Tarihçiler gerçekleri bilmiyor mu?
Üç türlü tarihçi var.
-Birincisi, mesleğinde kısa bir sürede yükselebilmenin yolunun egemen ideolojik paradigma üzerinden yazıp, çizmek olduğunu keşfediyor. Genellikle insanlar böyle yapıyorlar…
-İkinci grup, gerçeği biliyor ama kamuoyu önünde bunu asla afişe etmiyor. İdeolojik paradigmanın dışına çıkmanın getireceği sakıncayı biliyor. Başkası gerçeği söylediğinde bıyık altından gülüyor. Özel sohbetlerde ise çok ileride şeyler söylüyor.
-Üçüncüler ise en küçük tarihçi grup. Bunlar hem yazıyor hem de söylüyor. Ama onların söylediklerini kaç kişi okuyor ve dinliyor? (1)
**
Konu ile ilgili Medyadan seçilenler ilginç başlıklar;
-Erbakan, ‘bizi medya ve holdingler yıktı’ dedi’
*
-MGK Genel Sekreteri Org. Tuncer Kılınç; ”Erbakan, ülkesinin çıkarını önde tutan millici bir liderdi. Askerler olarak biz, onu doğru anlayamadık.” Dedi.
.
Gazeteci Cengiz Çandar, “28 Şubat İsrail destekli bir darbedir. ABD tarafından da desteklenmiştir.” Dedi.
*
Gazeteci Aslı Aydıntaşbaş;  23 Nisan tarihli Milliyet’te, “ABD’lilerin “28 Şubat’ı biz pişirmedik; ama Erbakan’ın gitmesine de üzülmedik. Sadece süreci seyrettik.” Dedi.
*
İtalya’nın (eski) AB Politikaları Bakanı Bayan Bonino; “Avrupa’nın kendi ülkelerindeki diktatörlerle uzun zamandır süren ve feda etmek istemediği ilişkilerinden bıkan Arap halkları bir model ya da en azından bir örnek olarak Türkiye’ye döndüler. “ dedi.
.
Org.Çevik Bir Middle East Quarterly’in 2002 Güz sayısında İsrailli siyaset bilimci Martin Sherman ile birlikte yazdığı makalede “Türkiye'de ordu laik Kemalist Cumhuriyet'in mirasını korumakla yükümlüdür. Ülkenin yüzünü İslam'a dönmesini, İsrail-Türk askerî ilişkilerinin tehlikeye atılmasını izlemeyeceğiz.” Dedi.
*
Eski Bakan Vehbi Dinçerler ; 'Derin Devlet' ile Özal'ın kavgası, Savunma Sanayii Müsteşarlığı kurulması ve silah alımlarına müdahalesinden sonra başladı.” Dedi.
*
Gazeteci Nazlı Ilıcak ; "13 ilde sıkıyönetim yürürlüğe girdi. Huzura susamış milletimiz yürekten sesleniyor: Merhaba Asker”. (17 Aralık 1978, Tercüman) Dedi.
.
Bülent Orakoğlu, (Eski Emniyet İstihbarat Daire Başkan Vekili) “Bu soruşturma, 28 Şubat sürecinde kimler rol aldıysa onları ortaya çıkarması açısından da önemli. O süreçte, askerler kadar aktif rol oynayan siviller vardı. Soruşturmanın siyasiler, sermaye grupları, STK'lar, medya mensuplarına kadar genişleyeceğini düşünüyorum.” Dedi.
*
Eski Deniz Kuv. Komutanı, Oramiral Özden Örnek; (Açıklanan notlarında);
-“Bu Donanma çok kirlendi...
-10 bin dolar karşılığı birliğe uğramadan askerlik...
-Subaylar ve müteahhitler Moldavya’da seks partisinde...
-Bu insanlar o kadar fazla ileri gitmişler ki paraları sayesinde her şeyi yapabileceklerini zannediyorlar. Hep askere yanaşıyorlar ve bizleri başkalarına karşı bir aracı ve silah olarak kullanıyorlar. Bunu gören asker de pek yok. İstedikleri hep asker darbe yapsın ve onlar da bu darbe vesilesi ile paylarını alsınlar..”Dedi.
*
Emniyet İstihbarat’a sızdırdığı gerekçesiyle yargılanan “Köstebek Davası”nın ünlü ismi Onbaşı Sarmusak’ 15 yıl sonra konuştu;
-“Aczmendilerin çoğu askerdi...

-Paşalar borsadan çıktı...

-Beni Demirel ihbar etti,” Dedi.

*
Gazeteci Nilgün Cerrahoğlu; “Çevik Bir, 28 Şubat’ta beni “Milliyet”ten attırmak istemişti...” dedi.
...
Bitirirken...
Kimse size karşı değildir. Herkes kendi tarafındadır.
www.canmehmet.com
Resim;kedi.gen.tr'dan alıntıdır.
Kaynakça;
(1) Korkusuz Tarih, Gazeteci Neşe Tüzel. (Yazarın kaynağı; Prof. Dr. Cemil Koçak)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder