17 Şubat 2012 Cuma

Türkiye 1946'ya kadar Cumhuriyet'le değil şeflikle yönetildi-Cemil Koçak


Erken cumhuriyet döneminin şeflik rejimi olarak adlandırılması daha yerinde olur; cumhuriyet yaklaşık ancak yirmi yıl sonra kişi yönetiminden yavaş yavaş kopmaya başlayabildi.
Şevket Süreyya Aydemir, uzun yıllar önce kahramanlar çağının geride kaldığını yazarken, sanırım Şefliğin sona erdiğini söylemeye çalışıyordu. Oysa cumhuriyetin başlangıcında kahramanların sayısı bir hayli fazlaydı; kahramanlar arasındaki siyasal çekişme ve çatışmalar iktidar mücadelesine dönüştüğünde, cumhuriyetin ilânından sonraki iki ilâ üç yıl içinde tek bir kahramana doğru yol alındı. Bugünden bakıldığında belki inanılmaz gelebilir; fakat 1923’te kurulan CHP tüzüğünde parti genel başkanının kurultayca seçileceğine ilişkin bir hüküm bulunuyordu. Üstelik partinin her yıl kurultay toplaması yine tüzük hükmü gereğiydi. Ne var ki, dört yıl boyunca, ta 1927 yılına kadar, tüzüğe aykırı olmasına rağmen, hiçbir zaman kurultay toplanamadı. Parti, kurucular heyetinin seçtiği yönetim ve genel başkan aracılığıyla yönetilmeye devam etti. Bu konuda bir itiraz da görülmedi. Fakat partinin ilk toplanan (ancak Sivas kongresi ilk kongre sayıldığından otomatik olarak ikinci sıfatını kazanan) kurultayında bu hüküm değiştirildi.
Atatürk seçilen başkan olmadı
15 Ekim 1927’de toplanan parti kurultayında tüzük değiştirildi. Yeni tüzüğün altıncı maddesi, partinin değişmez genel başkanının, partinin kurucusu olan Atatürk olduğunu öngörüyordu. Böylece parti başkanı tüzük değişikliğiyle atanmış oluyordu. O tarihe kadar genel başkanını hiç seçme imkânı bulamamış olan parti kurultayı, bu kez de tüzüğünü değiştirerek, yine bu yetkisini kullanmıyor ve tüzük hükmü gereğince genel başkanını tayin etmiş oluyordu. Üstelik bir sonraki maddede de, tüzüğün ilk altı maddesinin hiçbir şekilde değiştirilemeyeceği hükme bağlanmıştı. Böylece kurultay, genel başkan seçme yetkisini ve hakkını ebediyen terk etmiş oluyordu. Atatürk, 1927 yılında partinin değişmez genel başkanı olmuştu bile. Bundan böyle gelenek sürdü ve Atatürk hiçbir zaman kurultayca seçilen bir genel başkan sıfatını kazanamadı.
Ölüm hiçkimsenin aklına gelmemişti
Atatürk öldüğünde partinin değişmez genel başkanıydı; CHP’nin kendisine yeni bir genel başkan seçmesi gerekiyordu, hem de acilen. Cumhurbaşkanlığına seçilmiş olan İsmet İnönü’nün parti üzerinde herhangi bir yetkisi bulunmuyordu; çünkü 1937’nin sonbaharında başbakanlıktan uzaklaştırıldığı andan beri, uzun yıllardan beri sürdürdüğü genel başkan vekilliği pozisyonundan da ayrılmak zorunda kalmıştı. Başbakan Celâl Bayar, parti kurultayını toplantıya çağırdığında, aslında partiye düşen görev yeni başkanını seçmekti; fakat kurultayın böyle bir yetkisi bulunmuyordu! Bunun için kurultaya düşen, parti tüzüğünün değişmez genel başkanlığı öngören hükmünü değiştirmekti. Diğer yandan, Bayar’ın kurultayı toplantıya çağırma yetkisi olup olmadığı dahi belirsizdi; çünkü kurultayı zamanından önce toplantıya çağırma yetkisi sadece değişmez genel başkana bırakılmıştı. Yine de Bayar vekil sıfatıyla bu çağrıyı gerçekleştirdiğinde hiç itirazla karşılaşılmadı. Zaten aksi halde kurultayın olağanüstü toplantı yapması mümkün değildi ve zamanında yapılacak bir kurultay beklenmek zorunda kalınabilirdi. Oysa, bu da tam bir çözüm sayılamazdı; çünkü zamanında, dört yılda bir yapılacak bir kurultayın da yine genel başkanın göstereceği yer ve zamanda toplanması tüzük hükmüydü! Yani genel başkanın ölümü halinde parti hiçbir zaman kurultay toplayamazdı ve zamanında böyle bir olasılık hiç kimsenin aklına dahi gelmemiş olmalıydı! Yine de işi kolaylaştıran bir nokta vardı: 1927 tüzüğünde değişmez genel başkanlığı formüle eden maddenin hiçbir zaman değiştirilemeyeceğine de yer verilmişti; daha sonraki kurultaylarda hiç olmazsa bu hüküm kaldırılmıştı.
CHP olağanüstü kurultayı
Parti kurultayı toplanırken Yunus Nadi Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan bir yazısında, cumhurbaşkanının muhakkak parti başkanı olarak seçilmesi şeklindeki geleneksel uygulamanın zorunlu olmadığına dikkat çektikten sonra, zamanla yeni yeni gelişmelerin olabileceğine işaret ediyor, fakat yine de “bugünkü hal, henüz bugün şahıslarıyla içinde yaşadığımız yakın bir tarihin devamı” olduğu için İnönü’nün genel başkanlığa getirilmesinin doğal olduğunu belirtiyordu. 26 Aralık 1938 tarihinde yapılan kurultayda, parti tüzüğünde değişmez genel başkanlıkla ilgili maddede değişiklik yapılması gündeme geldi. Yapılan değişikliğe göre, partinin kurucusu ve ebedî başkanı Atatürk idi; fakat yeni düzenlemeyle partinin değişmez genel başkanının İsmet İnönü olduğu yolundaki hüküm tüzüğe ilave edilmişti. Böylece tüzük değişikliği aracılığıyla İnönü Atatürk ile yer değiştirmiş oluyordu. Görüldüğü gibi, kurultayın genel başkanı seçme yetkisi bulunmadığından, zaten kurultay gündemine genel başkan seçimi alınamamıştı. CHP tüzüğünde partinin genel başkanını nasıl ve kim tarafından seçileceğine ilişkin bir hüküm bulunmuyordu. Açıkçası 1927 yılında Atatürk değişmez genel başkan olarak ilân edilmiş, fakat Atatürk’ten sonrası için yeni genel başkanın seçilme yöntemine ilişkin hiçbir düzenleme öngörülmemişti! Kurultay ancak tüzük değişikliği yapmaya yetkiliydi ve yetkisini kullanarak değişmez genel başkanlık formülünü sürdürmüş ve İnönü’yü bu makama uygun görmüştü. Bu sırada yapılan konuşmalardan birinde Mahmut Esat Bozkurt, Türk tek-parti yönetimini Batı demokrasilerinden üstün gördüğünü belirtiyordu. Böylece İnönü, Atatürk’ün açtığı yolda ilerliyor ve onun başlatmış olduğu geleneği sürdürüyordu. Yıllar sonra özellikle DP ekolünün sıkça seslendireceği ve bazen soldan da meselâ Attila İlhan’ın da katılacağı şekliyle, İnönü’nün kendisini değişmez genel başkan ve milli şef olarak seçtirerek Atatürk’ün yolundan ayrıldığına ilişkin eleştirilerin hiçbir geçerliği olmadığını böylece görmüş oluyoruz. İnönü, Atatürk’ün yolundan ayrılmakla eleştirilemez; olsa olsa onun partide kurduğu siyasal geleneği değiştirmemekle suçlanabilir ki, şimdiye kadar bu yönde bir eleştiri yapıldığına şahit olmadım!
Ebedî Şef Atatürk; Millî Şef İnönü
İnönü de CHP’nin değişmez genel başkanı olmuştu; lakin dönemin Millî Şef ünvanı tüzükte yer almıyordu. Bu sıfat, tüzük değişikliği önerisinin gerekçesinde ve tüzük komisyonunda kullanılmıştı. Bununla birlikte Millî Şef deyimi yeni de sayılmazdı. Şef deyimi, Atatürk döneminde ve Atatürk için basında sık sık kullanılmıştı. Ayrıca, başbakan iken Bayar, 1937 yılında okuduğu hükûmet programında Atatürk için Şef deyimini sık sık kullanmıştı. Millî Şef deyimine İnönü’nün cumhurbaşkanlığına seçilmesinden hemen sonra basında da rastlanıyordu. Örneğin, Ali Naci Karacan, 13 Kasım 1938 tarihli Bugün gazetesinde Millî Şef’ten söz ediyordu. Nadir Nâdi anılarında şöyle anlatıyor: “’Millî Şef’ deyiminin ardında Şefliği müesseseleştirmek isteyen bir gayret seziliyordu. (...) Tüzük değişikliğine itiraz eden bir kişi çıkmadı. İtiraz etmek şöyle dursun, dünya şartları değişip de, İsmet İnönü ‘Millî Şeflik’ ve ‘Değişmez Başkanlık’ payelerini kendisi üzerinden silkip attığı güne değin, biz onu avuçlarımız patlayasıya alkışladık.” Hilmi Uran ise, anılarında bu gelişmeye karşı içten içe oluşan muhalefeti şöyle anlatıyor: “Atatürk’ün ölümünden sonraki hükûmet değişikliğinden memnun olmayanlardan biri de, bu tadil teklifinin kurultayda böyle kabulünü ima ederek ve İnönü’yü kasd ederek, bir gün meclis koridorunda bana ‘artık hakan oldu’ demişti.”
'Milli Şef' tanımını Hasan Ali Yücel buldu
Millî Şef deyimi, daha o zamanki söylentiye göre, daha sonra Millî Eğitim Bakanı olacak olan Hasan Âli Yücel tarafından bulunmuştu. Bu sıfat, kurultaydan sonra resmî olarak da kullanılmaya başlanacak ve Millî Şef bir dönemin adı olacaktır. Değişmez genel başkanlık geleneğini devam ettirmek ve Millî Şef sıfatını kabul etmek, bu dönemde iki ayrı nedenden kaynaklanmış olabilir. Birinci neden, bu dönemde adeta moda olan ve içte ve dışta prestijleri hayli yüksek, başarılı tek-partili Şef sistemlerinin (Almanya’da Hitler-Führer, İtalya’da Mussolini-Duçe ve İspanya’da Franco-Caudillo) etkisidir. Fakat bu dış etkenin, söz konusu süreçte ancak ikincil derecede rolü vardır. Buna karşılık, ikinci neden, yani Türkiye'nin iç politika gelişmeleri bu konuda temel önemde rol oynamıştır. Atatürk’ün ölümüyle ülkede bir iktidar boşluğunun ve iktidar mücadelesinin meydana geldiği unutulmamalıdır. Gerçi İnönü’nün derhal ve ittifakla seçilmesi, sistemin devam edeceğinin bir göstergesiydi. Ancak bazı değişikliklerin de olacağı biliniyor ya da seziliyordu. Örneğin, Nadir Nâdi anılarında o dönemdeki beklentilerini şöyle yazıyor: “İnönü, devlet makinasının hiçbir çarkına dokunmaksızın, Atatürk’ten kalan büyük emaneti öylece yürütsün... Bunu bekleyemezdik. Elbette değişiklikler olacaktı.” İnönü’nün belki de uzun bir zamandır bu ânı bekleyen dağınık muhalefete karşı, hem sistemin devamlılığını sağlamak, hem de düşündüklerini uygulamak için doğal olarak siyasî güce ve otoriteye ihtiyacı vardı. İnönü, Cumhurbaşkanı seçildikten hemen sonra, hükûmette yaptığı bazı küçük, ama etkili ve önemli değişikliklerle hükûmet üzerindeki siyasî otoritesini ve gücünü tedricen artırmayı başarmıştı. Bu kez de parti üzerinde siyasî otoritesini kurma yolunda önemli bir adım atıyordu. 1946 yılının baharına dek de Şeflik devam etti gitti.
Şef bir partinin şerefini temsil eder
Recep Peker, bu sırada üniversitede verdiği inkılâp tarihi derslerinde Şefliği şöyle tanımlıyordu: “Siyasal parti hayatında bilhassa üzerinde durulmaya lâyık başlıca bir unsur, Şeftir. Şef, bir siyasal partinin bütün ana düşüncelerini, iradesini, yapış kuvvetini ve şerefini temsil eder. Şef, kendi ruhunda beslediği heyecan ve hararetle partisini ve muhitini ısıtır, aydınlatır. Bütün etrafını kendine ve birbirlerine içten gelen bağlarla sararak, doğruladığı amaca ilerletir. (...) Eğer bir siyasal partinin hakikî Şefi yoksa, o partinin bugünkü politika hayatındaki büyük güçlüklere göğüs germesine imkân yoktur. (...) Şefe verilecek değer telâkkisinde zamanımızın olgun muhitleri, az çok farklarla, bir düşünürler. Fakat bunun yanında ya Şefin rolünü küçülten anarşik düşüncelere veya medenî ve değerli insanların bilgilerini, tecrübelerini, zekâlarını hiçe indiren ve Şefi zamanımız telâkkisine uymayan, yapma bir büyütüşle peygamberleştiren fikirlere rastlarız. İki de yanlış olan bu akışın ortasında hakikate uyan nokta, bizim Şef telâkkimizin ifadesidir. Şef, dediğim gibi, bütün ısıtıcı, besleyici, alıp götürücü vasıfları ile baştadır. Şefin onuru da, değeri gibi, üstün olmalıdır. 
CHP’de şeflik 1946’da kaldırıldı
İnönü, CHP’nin Mayıs 1946 tarihinde toplanan olağanüstü ikinci kurultayında yaptığı konuşmada, “her büyük seçimden önce büyük kurultay[ın] parti[yi] seçime götürecek olan başkanı tayin” etmesini istiyordu. İnönü, “bir büyük partinin çalışmasında birinci derecede tesirli olan adamın gene parti tarafından değiştirilmek imkânının esas kâide olarak kabul edilmesinde gelecek için iyi bir teminat” görüyordu. İnönü, “halk idaresinde herkesin serbest oyların tesirinde bulunmasını bir örnek olarak geleceğe devretmekten zevk alacağı”nı da açıklıyordu.
CHP, tarihinde ilk kez Mayıs 1946’da genel başkanını seçebilecektir; İnönü kendi isteği üzerine değişmezlik sıfatından ayrılmıştı artık. Değişmez genel başkanlık kurumunun kaldırılması kurultay esnasında dramatik gelişmelere de neden olmuştu. Muhittin Baha Pars, değişmez genel başkanlık kurumunun kaldırıldığına dikkat çekiyor, ama diğer yandan da, “İnönü, değişmez [genel] başkanlıktan ayrılıyor, fakat ‘bırakılmaz başkan’ mevkiine yükseliyor. Hayatta oldukça hiç kimse onun bu yerden ayrılmasını bir an için olsun hatırına getiremez.” diyordu. Pars, konuşmasında kanımca gayet haklı olarak, “eğer o istemeseydi, gerek parti üyeleri, gerek millet fertlerinden kim ona böyle bir teklif yapar ve kim böyle bir şey düşünürdü?” diye de soruyordu. Başka konuşmacılar da, İnönü’nün her zaman “milletin değişmez başkanı” olarak kalacağını ileri sürüyorlardı. Dahası da vardı: CHP Kocaeli delegesi ve İzmit belediye başkanı Kemal Er, değişmez genel başkanlığın devam ettirilmesini istemiş ve bu yönde bir de önerge vermişti. Ancak önerge kurultayca reddedilecektir. Görüldüğü gibi, değişmez genel başkanlık kâğıt üzerinde kaldırılıyor, fakat ruhlara ve zihinlere sinmiş olan değişmezlik ve değişememezlik kavramları olduğu gibi kalıyordu! Nitekim program ve tüzük komisyonunun değişmez genel başkanlığın kaldırılması yönündeki öneriye eklediği gerekçe de aslında bundan daha farklı değildi:  “Bugün de hiçbir fert (...) bir değişme teklifini hatır ve kayda getirmemiştir. Buna millî ve insanî terbiye duygularımız mânidir. Fakat madem ki sevgili ve aziz şahsiyeti ile İnönü, millet huzurunda öyle bir arzu göstermiştir, biz (...) gösterdiği arzudan ilham alarak bunu kabul ediyoruz. Ve tek mucip sebep olarak onun sözlerini ileri sürüyoruz.” CHP, değişmez genel başkanlığı tarihe gömerken, bunu yalnızca İnönü talep ettiği için yerine getiriyordu. Aslında partiye kalsa hiçbir zaman böyle bir öneri gündeme getirilmezdi!
Tüzük 1938’de değişti
CHP’nin 1938 yılında gerçekleştirilen tüzük değişikliğinin gerekçesinde şu görüşlere yer verilmişti: “Siyasî partiler, millî ve vatanî yüksek menfaatleri temin edici prensiplerde kanaatleri birleşmiş vatandaşların teşkil ettikleri siyasî cemiyetlerdir. Millet arasında politik kanaatleri birbirine uygun olanlar kendi halinde dağınıktır[lar]. Bunları ancak bir Şef birleştirir ve hepsini bir teşkilât altında toplar. Şefin rolü, her memlekette ve bilhassa parti hayatına yeni girmiş memleketlerde çok mühimdir. Çünkü politik kanaatleri ekseriya prensipler hâlinde birleştirip olgunlaştıracak ve prensipleri zihinlere aşılayacak ve mütemadiyen besleyecek, memleket siyasetine istikâmet verecek, millet efradını politik sahada yetiştirecek olan Şeftir. Her cemiyette ve her parti içinde bu yüksek vasıflarda şahsiyetleri daima hazır bulmak kolay olmadığı gibi, bir siyasî partinin, idarei âliyesini eline teslim ve emanet ettiği makam ve şahsiyet üzerinde sık sık değişiklikler yapması da otoriteyi zayıflatmak bakımından mahzurdan ârî addedilemez. CHP gibi milletin kurtuluş ve ilerleyiş mücadelesinde kendisine rehberlik etmiş, cumhuriyetçilik, inkılâpçılık, laiklik gibi Türk milletini mütemadiyen itibar ve refah mevkiine yükseltmekte olan prensipleri, değişmez bir akidei siyasîye olarak kabul ve ilân etmiş olan ve siyasî bir partinin dar çerçevesinden çıkarak, hemen bütün vatandaşları sinesinde toplamış olan bir partinin Şefliğine intihap edilecek olan âli şahsiyetin (Millî Şef) vasfını da iktisap etmiş olması tabiî olduğuna göre, parti umum reisinin yüksek şahsiyetini her dört senede bir ve her kurultay toplanışında müzakere ve münakaşaya mevzuu ittihaz etmeyip, parti umum reisliğinde (Değişmez) vasfını  esas olarak kabul etmek, bu yüksek makamın istikrarını temin ve otoriteyi takviye bakımından millî menfaate daha uygun görülmüştür.”
Hıfzı Veldet Velidedeoğlu şeflik sistemini anlatıyor
Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, Devirden Devire adlı anılarında, CHP Genel Sekreteri Memduh Şevket Esendal ile 1944 yılında yaptığı bir konuşmada, Esendal’ın bu sırada anayasa ve Millî Şeflik üzerine kendisine şunları anlattığını belirtiyor: “Siz hukuk profesörüsünüz... Bilirsiniz ki, bazı memleketlerin anayasaları yazılmış, bazılarınki ise yazılmamıştır. (...) Bizim ise, iki anayasamız vardır: Yazılmış ve yazılmamış... Bunlardan yazılmış olanı, senin kitapta okuduğun Teşkilâtı Esâsîye Kanunu’dur. Yazılmamış olanı ise, şimdiki fiilî durumumuz, yani Şef sistemimizdir. Bu sistem kuvvetini CHP’den alır. [Memduh Şevket Esendal], yazılmamış anayasanın lüzum ve zaruretini, Türk inkılâbının ve Cumhuriyetin, başından beri birbirini takip eden çeşitli hâdiselere ve nihayet o sırada içinde bulunduğumuz İkinci Cihan Harbi’ne bağlayarak uzun uzun izah ettikten sonra; ‘Maamafih elbette bir gün gelecek, yazılı anayasamız harfi harfine tatbik olunacaktır’ dedi.” Velidedeoğlu, şöyle devam ediyor: “Düşünüyordum: Memduh Şevket Esendal, bir parti ideologu, siyasî bir düşünür olarak ‘Millî Şeflik Sistemi’nin sanki ideolojisini yapıyordu.”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder