27 Şubat 2012 Pazartesi

Temmuz: Darbe ve suikast ayı-İlber Ortaylı


Hanedan üyeleri arasında cinayet ve entrika Osmanlı tarihine özgü bir durum değildir. Özellikle temmuz bu tür girişimlerin zirveye çıktığı aydır


Osmanlı tarihi Türkiye’de yanlış öğretilir; 
daha da kötüsü abartmalarla...  Bu tarihin ayırıcı niteliği olarak; birbirini katleden kardeşler ve hanedanın kadın üyelerinin entrikaları anlatılır. Şurasını belirtmek gerek: Britanya gibi anayasal monarşinin anayasa metni olmadan temel kurumlarına 18’inci yüzyılda sahip olanı ve 19’uncu asırdan itibaren de Batı Avrupa ve Orta Avrupa’nın monarşileri hariç; hanedan üyeleri arasında katl, cinayet ve ortadan kaldırma ve kadın hanedan üyelerinin siyasi entrikaya karışması umumi bir tarihi gerçektir. İçinde bulunduğumuz temmuz ayı darbeler ve saray suikastlarının ayıdır. 
Osmanlı’da sistem ancak 19’uncu yüzyılda oturdu

1762’de Rusya çariçesi, geleceğin ünlü II. Katherina’sı, Gregory ve Aleksey Orlov kardeşlerin örgütlediği bir saray darbesiyle kocası Çar III. Petro’yu önce hapsettirdi ve zavallı çar birkaç gün sonra hücresinde insan azmanı Aleksey Orlov’un pençeleriyle boğuldu. III. Petro’nun akıbetini oğlu Çar I. Pavel de aynıyla yaşayacaktır. Çar IV. İvan’ın (Korkunç) her gün cellat veya suikast bekleyen çocukluğu, Ivan’ın oğlu ve Rurikler hanedanının son temsilcisi küçük Çar Dimitri’ninMoskova civarında Ugliç’te Boris Godunov tarafından öldürtülmesi, 17’nci asrın sonunda ablaları Sofya’nın naibeliği altında sözde çarlık yapan Petro (Büyük) ve V. Ivan’ın hangisinin daha erken telef edileceğini bekleyerek yaşamaları gibi örnekler malum. VIII. Henry’nin çocukları Kraliçe Mary ve Elizabeth’in aynı şekilde gerilimli hayatları bir başka örnektir. 


Örnekler hem garpta hem de şarkta çok yaygın. Monarşilerde cinayet ve suikastı önleyen iki unsur var; birisi sağlam bir veraset hukukudur. Nitekim Osmanlı bunu I. Ahmed’in saltanat veraseti sistemini değiştirerek denemiştir. 


Ama veraset sistemi tek başına bir güvence sayılmaz. Asıl olan ordu, kilise, dini kurumlar, gelişen kapitalizmin yarattığı işadamları ve tüccarların haklı olarak bekledikleri güvenceli saltanat sistemidir. Dünyanın hatta Avrupa’nın bile bu seviyeye çok geç ulaştığı açıktır. Osmanlı İmparatorluğu’nda her şeye rağmen sistemin oturması ancak 19’uncu yüzyılda görülmeye başlamıştır. Bu asırda bile darbelerin önlenemediği açıktır.


Modern Mısır’ı kuran diktatör


Kavalalı Mehmet Ali Paşa Mısır’ın merkezi idare kurmasını ve çağdaş medeniyete adım atmasını sağladı

3 Temmuz 1805’de yani bundan tam 205 sene önce, Mehmet Ali Paşa Mısır valisi tayin edildi. 35 yaşındaydı, Kavala’da doğmuştu. Arnavut olduğunu başta Yunanlı tarihçiler ve Mısırlılar hep tekrarlar. Son zamanlarda kendisinin Konyalı hatta Bayburtlu olduğunu ileri sürenler de vardır. Çocukları İbrahim Paşa ve Tosun Paşa ve torunları Mehmet Ali’nin hanedanı olarak Mısır’ı Cemal Abdülnasır’ın diktatörlüğüne kadar idare etti. 


Hep Türkçe konuştular, bazıları Arapçayı çok iyi öğrendi. Ama Mısır’ı modernleştirdiler ve Türkçenin yanında Arapça kayda girdi. O kadar ki Türkçe matbaanın alâsı dahi o zaman Kahireyakınlarındaki şimdi şehrin içinde kalan Bulak semtinde bulunurdu. Arap harfli Türkçe eserlerin en güzelleri burada basıldı. 


Mısır’ı Fransızlar işgal etmişti, General Bonaparte bir âlim ve ressam birliği ile Mısır’ın eski eserlerini, bitkilerini gravürlere aktardı. Mehmet Ali’nin Fransız işgaline karşı Mehmet Hüsrev Paşa komutasında başarıyla çarpışan komutanlardan olduğu açık. Fransız işgalinden sonra hırslarına kapılan yerli Memluk beylerini, Mısır ayan eşraf ve ulemasını birbirine kırdırdı. Mısır’a hâkim oldu. Onun valiliğiyle de bu ülke merkezi idare ve çağdaş medeniyete adım attı. 

Osmanlı’yı “bitiren” sefer


Arazilerin idaresini tek elde toplattı ve sonra kendi komutanlarına ve akrabalarına dağıttı. Bereketli Mısır ülkesinde nadir ellerde toplanan geniş arazilerle gelir arttı. Altyapıya ve asıl önemlisi eğitime önem verdi... Kendi eğitimsizdi ama Mısır için eğitimli bir bürokrasi yarattı. Torunları zamanında Mısır müzesi, operası ve üniversitesiyle modern dünyaya açıldı. 


Birkaç yıl içinde Mısır’daki Çerkez ve Türk asıllı Memluk beylerini adamakıllı etkisizleştirdi. Mısır’ınHicaz üzerindeki kontrolünü kurdu, yani isyan halindeki Vahabileri bastırdı. Navarin’de 1827’de uğradığı kayıpları bahane ederek Babıali’den Suriye ve Filistin’in vilayetini istemişti, verilmeyince oğlu İbrahim Paşa’yı Osmanlı’ya karşı sefere yolladı. Devlet-i aliyyenin Batılı büyük devletlerin kontrolüne girmesine neden olan olaydır. 

Sonunda 15 Temmuz 1840 Londra Antlaşması ile Mısır’ın idaresi irsi olarak bu hanedana verildi. Bazı yanlışlar var; Mısır’ın böylece Osmanlı’dan koptuğu tekrarlanır, özerkti ama koptuğu söylenemez. Hidiv hanedanı üyelerinin yaşamları ve yaptırdıkları eserlerle Tanzimat medeniyetinin yayılmasındaki önemli rolleri inkar edilemez. Nihayet Birinci Cihan Harbi başladığı zaman Türk taraftarı olduğu ve İstanbul’u kayıtsız şartsız desteklediği için İngilizler tarafından tahtından edilen Hidiv Abbas Hilmi Paşayı unutmamak gerekir. Hem İstanbul hem de Dalamangibi zirai merkezlerde önemli yatırımları vardı. 

Servet farkı sorunu çözülmedi


Birinci Cihan Savaşı başladığında İngilizler hanedanın öbür kolundan olan Fuat’ı iş başına getirdiler (Bu arada tahta geçirdikleri Sultan Hüseyin Kamil bu makamı ve tahtı reddetmiştir). Fuat’ın oğlu da malum Kral Faruk’tu. Ancak 1952’deki darbeden sonra General Necib, Abbas Hilmi’nin oğlu olan Prens Abdülmunim’i saltanat naibi olarak ilan ettirmiştir. Bu durumda naibe de onun eşi olan son padişah Vahdettin ve Halife Abdülmecid’in torunu Neslişah Sultan’dır. Bir müddet sonra Cemal Abdülnasır ile çatışmaya düştüler, hatta hapsedildi ve Mısır’ı terk etti. 


Mehmet Ali Paşa Mısır’ı kalkındırdı, hanedanı kendini Mısırlı olarak gördü. Mısırlı Arap milliyetçileri bu konuda aşırı ve haksız değerlendirmelerde bulunmuş olabilirler ama Hidiv hanedanının Mısır’ın çağdaşlaşmasında ve seçkin zümre yaratmakta önemli katkıları da olmuştur. Kuşkusuz Osmanlı hanedan üyeleri gibi mütevazı şartlarda yaşamadılar. Zaten Mısır büyük servet farklarının olduğu bir ülkeydi. Bu yapının köklü değişikliğe uğradığı söylenemez. 


Tahrip etmeye ne hakkınız var?


Türkiye’de her görüşten militanın gayet kötü bir huyu vardır. Mermer kitabe ve kaidesi olan eski eserlere slogan yazarlar, sembollerini çizerler. Çoğu sefer de çıkmaz ve tahripkar kimyevi maddeler kullanırlar. Tophane’de 15’inci asra ait Karabaş Veli Hz.’nin türbe duvarına Filistin bayrağını çizmişler. Bu bayrak BAAS’ın alametlerini taşır. Özgür Kudüs’ü anladık ama 15’inci asırdan kalma bir eseri böyle tahrip etme hakkını ve lüksünü nereden aldıklarını sormak gerekir. Yurttaşlarımız ecdat yadigarını böyle vandallara karşı müdafaa etmedikçe boşuna konuşuyoruz demektir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder