15 Şubat 2012 Çarşamba

Koku kültürü - Yavuz Bahadıroğlu


Isparta konferansıma (ben yabanın malı “konferans” yerine her şeyiyle “bizden” olan “muhabbet” kelimesini tercih ederim) gelenlere kapıda gülsuyu ikram edildiğini görünce, çoktan unuttuğum bir kültürü hatırladım: “Koku kültürü”nü... 1851’de Londra’da düzenlenen “I. Uluslararası Fuar”a Osmanlı’nın gönderdiği ürünler arasında “koku koleksiyonu”nun olması ve bu koleksiyondan İngiliz basının övgüyle söz etmesi, bu konuda bir fikir verebilir.
Edirne sabunu bu sergide “nefaset ödülü” almıştı. Benzer bir fuar da 1855 yılında Paris’te düzenlendi. Osmanlı, uluslararası bu fuara çeşitli ürünlerin yanı sıra bir “koku standı” da açtı. Parisli kadınlar tarafından stand âdeta yağmalandı. Birkaç kez dolup boşaldı. 1862’de Londra’da açılan “II. Uluslararası Fuar”da ise Osmanlı ürünleri 83 madalya ile 44 mansiyon aldı.


Bizim Topkapı Sarayı Müzesi ile Paris’teki Louvre Müzesi’nde birer “Osmanlı koku arşivi”nin bulunması boşuna değil.


Anlayacağınız, hayatı kültürle iç içe sokan anlayış, “güzel koku”yu da icat edip geliştirdi. Batı’nın tüm icatları teknoloji alanındaki iken, bizimki genelde “hayata dair” oldu...


Onlar bize teknoloji sundu, biz “güzel yaşamanın sırları”nı öğrettik.


Bu anlamda pek çok güzelliğe imza attık. Pek çok konuyu da kültüre dönüştürdük: “Koku kültürü” bunlardan sadece biri...


Avrupa farkında olsa da olmasa da, bugün Avrupa’yı olumlayan güzelliklerin önemli kısmında izimiz var. Gerçi onlar inkâr ediyor ama hakikat değişmez: Tuvalet ve banyo kültürünü bile bizden aldıklarını biliyoruz.


Tuvalet kültürünü Avrupa, Osmanlı’dan almıştır.


Öte yandan, “Temizlik imandandır” anlayışının bir ürünü olarak, Osmanlılar bazıları sanat ve estetik açıdan da “şaheser” olan hamamlarla şehirlerini donatırken Avrupa, insanı yıkanmayı “günah” sayıyordu. Çünkü yıkandığı takdirde vaftizden çıktığına, bu yüzden cehenneme gideceğine inanıyordu.


Osmanlı’nın su ile bütünlenmiş hali, 1552 yılında Osmanlılara esir düşüp, üç yıl boyunca Kaptan-ı Derya Sinan Paşa’nın yanında kalan ve bu süre içinde kölelikten hekimliğe yükselen İspanyol Pedro’nun kaleme aldığı, “Kânunî Devrinde İstanbul” isimli kitabında şöyle anlatılır:


“İspanya’da ömrü boyunca iki kere yıkanmış hiçbir kadın ve erkek göremezsiniz. Türkler ise sık sık yıkanırlar. Türk hamamlarında bol su harcanır. Dünyada İstanbul kadar çeşmesi olan hiç bir şehir yoktur, her sokakta muhakkak bir çeşmeye rastlanır.”


Bu durum sadece İspanya’ya has bir durum değil, o dönem Avrupa’sında geçerli bir yaşam biçimidir. Zaten o dönem Avrupa’sında, doktorlar banyo tavsiye etmedikçe yıkanmanın sağlık açısından son derece zararlı olduğuna inanılırdı.


Doktor John: “Kulaklara su kaçırmamak şartıyla sadece başınızı yıkayabilirsiniz” diyordu.


Jean de Renoe isimli başka bir doktor ise “Sadece ellerinizi ve ayaklarınızı yıkamanızda bir mahzur yoktur; başa su sürmek, son derece tehlikelidir. Unutmamalıdır ki, başa sürülen su, her türlü derdin kaynağıdır” görüşünü savunuyordu.


Yazar Theophrashe Renaudot, su konusunda daha temkinliydi: “Doktorlar tavsiye etmedikçe banyo yapmak sadece lüzumsuz bir hareket değil, tehlikelidir de... En büyük zararı da müstakbel annelerin karınlarındaki hayat meyvelerini yok etmesidir.”


XVI. yüzyılda Aziz Benedik, “Banyoya, ancak bazı durumlarda izin verilebileceğini” söylüyordu.


Aziz Francis ise “Yıkanmamış vücut dindarlığın işaretidir” diyerek, yıkanan Hıristiyanları neredeyse “kâfir” ilan ediyordu:


İspanya Kraliçesi İzabel, biri doğumunda, diğeri gerdek gecesi olmak üzere, tüm hayatında sadece iki kez yıkanmış olmakla övünüyordu.


Yani Avrupalının, “suya sabuna dokunmama” geleneğinin bir de “dinsel” boyutu var...
***
Koku kültürü 2


Önceki yazımızda dedik ya dostlarım, Avrupa insanının yıkanmayı “günah” saydığı yıllarda, Osmanlı insanı, şehirleri hamamlarla donatıyor, haftada birkaç kez yıkanıyordu...


Sonunda yıkanmamaktan kaynaklanan dayanılmaz vücut kokusunu gidermek için Fransızlar parfümü icat ettiler...


Malum: Her icat bir ihtiyaçtan doğar...


Yıkanmamaktan kaynaklanan kötü kokuları giderme ihtiyacının ürünü de parfüm oldu: Fransızlar parfümü icat ettiler...


Fakat saraylardaki ve evlerdeki kötü kokularla nasıl baş edeceklerdi?


Çünkü Fransız Sarayı, dayanılmaz derecede kötü kokuyordu. Neden derseniz, Osmanlıların evlerde, saraylarda tuvalet yaptıkları tarihten yüz yıl sonra bile, sıradan evler şöyle dursun, Avrupa saraylarında bile tuvalet yoktu.


İhtiyaç, leğenler vasıtasıyla (kralların-imparatorların leğenlerinin altından olduğunu söylemeye sanırım gerek yoktur) gideriliyordu. Sonra bu leğenler hizmetçiler tarafından sarayın penceresinden sokağa boşaltıyordu. Pisliğin kafalarına dökülmesinden korunmak isteyen Fransızlar ise saray bahçesinde semsiye ile dolaşmak zorunda kalıyordu. 


Kaçınılmaz olarak da sarayları koku götürüyordu...


Dolayısıyla öğleden önce saraya hiçbir elçi kabul edilmiyordu. Ancak tüm pencereler açılıp ortam iyice havalandırıldıktan sonra, elçi kabulüne başlanıyordu.


Bu ihtiyaç da oda spreyinin icadını getirdi.


Tuvaletsiz evlerde olması kaçınılmaz pis kokuyu gidermek için de daha sonra oda spreyini buldular...


Dedik ya: Her icat bir ihtiyaçtan doğar...


Bizim böyle suni kokulara ihtiyacımız yoktu: Çünkü bir “temizlik” ve “tuvalet” kültürüne sahiptik. Hatta Osmanlı sarayı ile evler zaman zaman gülsuyu ile yıkanıyor, güzel koku veren buhurdanlar yakılarak mekânın güzel kokması sağlanıyordu.


Ağız kokusunun giderilmesi için de her abdestte dişler “misvak”lanıyordu. 


O kadar ki, “güzel koku sanatı” diyebileceğimiz bir “sanat” ortaya çıkmıştı. Vücudu ovmak için, saçlara sürmek için, elbiseleri buharına tutmak için, evlerde yakmak için güzel kokan nesneler imal edilip çarşı-pazarda satılıyordu.


Camiler de zaman zaman gülsuyu ile yıkanıyordu...


Cuma günlerinde ve teravihte kokulu ağaçlar yakılarak camilerin güzel kokması sağlanıyordu (şimdilerde çorap ve ter kokması neden?).


Her misafir, hatta yabancı devlet elçileri, gülsuyu ve buhur ikramıyla karşılanırdı. Mevlid, mukabele, hac karşılaması ve her türlü toplantıda gülsuyu ikram etmek âdettendi (bu güzel âdet çok şükür bazı bölgelerimizde [mesela Isparta’da] hâlâ yaşıyor). 


Osmanlı hem güle çok değer verirdi hem de gülsuyuna...


Çünkü “her gül Muhammed kokar”dı ve her Muhammed’den Allah’a gidilirdi. Bu yüzden güle kudsiyet bile izafe edilir, bu çerçevede kitaplar lâle-gül motifleriyle süslenir, güle ilişkin çeşitli menkıbeler anlatılırdı. Bu yüzden yeme-içme ile tıpta bile gül-gülsuyu kullanılırdı.


Meselâ: Güllaç, su muhallebisi, güllabiye gibi tatlılarla bazı şerbet çeşitlerinin (ki çoğunu maalesef kaybederek yabanın “cola”sına kaldık) vaz geçilmeziydi gülsuyu. 


Ayrıca bazı cilt ve göz hastalıklarına karşı gülyağının ilaç olarak kullanıldığını da eski kaynaklarımızda okuyoruz. 


Dahası da var: Kur’an-ı Kerim yazan hattatlarımız, kullandıkları mürekkebi misk ve amberle karıştırır, Kur’an-ı Kerim’in güzel kokmasını sağlarlardı. Eski el yazmalarında bu enfes koku hâlâ hissedilir.


Hatırlayalım: Pek çok tarihçinin dudak büktüğü, benim ise saygıyla karşıladığım bir devir, Osmanlı tarihine “Lâle Devri” olarak geçti...


O tarihte, İstanbul başta olmak üzere Osmanlı şehirleri gelinler gibi süslendi. Düşünün ki dostlarım; İstanbul’un lâlelerle süslendiği yüzyılda, Avrupa, “peyzaj kültürü”nden habersiz yaşıyordu. 
“Koku kültürü”nden de tabii...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder